Zamanın kör kılavuzluğunda

"Dünyanın Güçlü Tarafı sadece hatırlamak, unutmak, hafıza üzerine bir roman değil; roman kişileri başlarına gelenlerin, hatırladıklarının ve unutamadıklarının etkisiyle farkında olarak ya da olmayarak çok daha geniş bir çerçeveye uzanan sorulara yanıt ararlar roman boyunca – zaman, ölümlülük, sonsuzluk, boşluk…"

17 Aralık 2020 21:00

Daha önce üç öykü kitabı yayımlamış olan Kerem Işık’ın ilk romanı Dünyanın Güçlü Tarafı  olayların akışının yanı sıra, belki daha da çok düşüncenin ilerleyişine odaklanmış bir metin. İlgi çekici bir olay örgüsü var aslında. İzmir’de Agora’da sürdürülen arkeolojik kazı çalışmalarıyla neredeyse eşzamanlı olarak çevredeki insanlar hatıralarına maruz kalmaya başlamışlardır. Romanda “kontrolsüz anımsama nöbetleri” diye tanımlanır bu durum. “Yaşamlarındaki en berbat ve en unutulması gereken anlar zihinlerinde en ince ayrıntısına kadar bozuk plak misali tekrarlanıp dur[maktadır.]” Bunların yaygınlaşması çevredeki insanlarda giderek telaşa, “şaşkınlıkla karışık korku”ya neden olur, evlerine çekilirler, sokaklar, çarşılar giderek boşalır, ancak biz roman boyunca doğrudan bunu yaşayanlardan öğrenmeyiz bu gelişmeleri. Daha çok romanın dört kahramanının duyduklarından ya da okuduklarından söz ettikleri sırada haberdar oluruz bundan; onların arasında bu nöbetlerin benzerlerini deneyimleyenler olduğunu da ekleyeyim. Romanda bir beşinci karakter de var, ama o anlatı zamanında yaşamıyor; beri yandan öbür dört kişinin ortak yanları da bu beşinci kişi.

Roman kişilerinin hatırlama, unutma, bellek gibi meseleler hakkındaki düşünce, sezgi ya da izlenimlerinin olay örgüsünün önüne geçmesi Dünyanın Güçlü Tarafı’nı denemeye yaklaştırıyor. Şunu da eklemek lazım; roman kişilerinin bu konulardaki düşünce, izlenim ve hissiyatını aktarmak dışında anlatıcının kendisi de söz almaktan çekinmiyor – edilgen bir anlatıcısı yok romanın, aksine, roman kişilerinin zihinlerinin içine girmemizi kolaylaştıracak düşünsel müdahalelerden, girizgâhlardan kaçınmıyor, yeri geldiğinde sözlerini desteklemek için Walter Benjamin’den, Hegel’den, vs. alıntılar yapıp mitolojiden felsefeye uzanan farklı konulardan örnekler veriyor.

Son yıllarda edebi türler arasındaki sınırların ihlal edilmesinin hayli olağanlaştığı sıkça ifade edilir oldu. Bu türler roman ile deneme olduğunda, başka bir deyişle edebi metnin düşünsel yanı öne çıktığında akla “tezli roman” bahsinin gelmesi kaçınılmaz. Tezli romandan benim anladığım, yazarın edebi bir metin oluşturmaya girişmeden önce kimi tezlerin yanlışlanamayacağına kesinkes inanmış olması ve edebi üretimini bu tezleri bir kez daha ispat için araçsallaştırması. Dolayısıyla roman kişileri de çoğunlukla bir fikrin ya da tezin temsilcisi pozisyonunda oldukları için klişeleşmiş haldedirler bu gibi yapıtlarda. Dünyanın Güçlü Tarafı gibi denemeyle romanın birbirine geçtiği, yaklaşıp uzaklaştığı edebi yapıtların farkıysa baştan bir tezin belirlenmemiş olmasıdır; daha ziyade farklı tezler, akıl yürütmeler arasında gidip gelen bir düşünsellik söz konusudur. Roman kişilerinin bir tezin temsili olarak tasnif edilmesi de çok mümkün değildir bu gibi yapıtlarda, kişiler belirli bir fikrin savunucusu değillerdir, arayış içerisindedirler daha çok. Kaldı ki Işık’ın romanında karakterler, zihinlerindeki fikir, tespit ve muhakemelerinin yanında duygu durumlarıyla da belirmekteler. Fakat şunu da belirtmek lazım; onların duygularının anlatıldığı satırlar da kimi zaman (ister zihinlerinden geçsin ister anlatıcı bize aktarsın) oldukça net neden-sonuç ilişkileri barındırıyor.

Dünyanın Güçlü Tarafı’nın kahramanlarını birbirine bağlayan sadece “kontrolsüz anımsama nöbetleriyle” başlayan olaylar zinciri değil. Asıl olarak Anıl ismindeki, anlatı zamanında hayatta olmadığını belirttiğim kişinin bunu sağladığı söylenebilir. Yıllar önce Atılgan ve Atılgan’ın babasıyla gittikleri avda yaralı bir yaban domuzu tarafından öldürülen Anıl, Agora’daki kazının başında bulunan arkeolog Aylin’in sevgilisidir; romanda dünyasını tanıdığımız bir başka kişinin, Şehsuvar’ınsa kardeşidir. Birlikte ava gittikleri Atılgan’ın da arkadaşıdır. Romandaki son karakter Yunus’un Anıl’la doğrudan bağı yok, o Aylin’in kardeşi. Belki de Anıl’dan çok Aylin’in anlatının merkezindeki karakter olduğunu söylemek daha doğru olur: Atılgan yıllar önce ondan çok hoşlanmıştır, Şehsuvar da kardeşinin sağlığında ikisini birlikte gördüğü zamanlarda Aylin’e karşı tuhaf bir ilgi ve arzu duymuştur.

Av konusu romanda merkezî bir önem taşıyor. Bunun nedeni salt Anıl’ın başına gelen felaket değil. Romanın odaklandığı hatırlama-unutma ve zaman meselelerinin de avlanmayı hayli andıran yanları var.

“[Atılgan, babasının] avlanmanın ilkellikle bir bağlantısı var, dediğini anımsıyordu. Zaman ilk avcıdır. İnsanları avlamaya başlamasıyla birlikte tarih oluşmaya başlamıştır. […] Yıllar içinde toplayıp biriktirdiğimiz anılar da bizim için gerçek anlamda sığınabildiğimiz tek yuvadır. Yaşadıklarımızdan artakalanlarla kendimizi inşa ederken anıların kurucu gücüyle de tanışmış oluruz. Fakat topladıklarımız arasında biriktirmeyi gerçekten isteyebileceğimiz tek şeyi, geçmişe dair güzel anıları saklamanın bir yolu olmaması insanın en kusurlu yanı olsa gerek. Doğada avlanırken kimin hayatta kalıp kimin kalmayacağına karar verme gücünü deneyimlemeye alıştıkça, benzer bir sürecin zihnin içinde taşıdığı yabanıl dünya için de geçerli olabileceğini düşünmüştü. Hatırlamak istediklerini yineleyip unutulması gerekenlerin üzerini örterken farkında olmadan geçmişten gelen o kurucu gücü reddetmiş, yıkıcı olanın, o zıt kutuptan rastgele yükselen çığlığın tarafını tutmuştu. Nereden yükseliyordu peki bu çığlık? Anılarımız üzerinde az da olsa bir hâkimiyet kuracağımız yanılgısını yıkan birtakım olaylarla ya da başka bir deyişle varlığından haberdar olmadan zihne yük ettiği o yabanıl alanla karşı karşıya gelmenin bir neticesiydi yalnızca. Bu kez roller değişmiş, Atılgan avlanana dönüşmüştü.” (s. 150-151)

Kerem Işık tabir yerindeyse roman boyunca kâh roman kişilerinin zihin dünyalarının içine girmemizi sağlayarak kâh anlatıcının doğrudan bize aktardıklarıyla odağına aldığı meseleleri didik didik ediyor. Yukarıdaki alıntıda da görüleceği üzere, geçmişten kimi anları hatırlamaya çalışmak hafızada avlanmayı oldukça andırıyor olsa da bu süreç dümdüz, kişinin arzu ettiği doğrultuda yaşanan bir süreç değildir. Ansızın bir hatıraya maruz kalmak da pekâlâ avlanmak sayılabilir. Roman hatırlama-unutma meselesinin bu gibi farklı uğrakları, dolayımları ya da görünümleriyle ilgili saptama ve muhakemelerle ilerliyor. Bunları tek tek sayıp sıralamak mümkün değil, ama özellikle roman kişileri açısından önem taşıyan birkaçına değinmenin romanın meselesini daha iyi anlamaya yardımcı olacağı kanısındayım.

Yunus genç yaşta fotoğrafa tutkuyla bağlanmış bir foto muhabiridir. Fotoğraf aracılığıyla zamanın dondurulduğu anlar zihnini hep meşgul etmiş, bunlara sürekli kafa yormuştur. Roman boyunca bu mesele çerçevesindeki görüşlerinin bir kısmını hatırlar, bir kısmı da anlatının içerisindeki muhakemeleriyle berraklık kazanır. Yunus da hatırlamanın avlanmayı andırdığının farkındadır.

“Kendisi elinde tuttuğu fotoğrafa, yani zaman doğrusu üzerinde geçmişte kalan ve artık geri dönülmesi mümkün olmayan bir âna bakarken, fotoğraf karesinde donup kalmış kişiler yine aynı zaman doğrultusunda bu kez ileriye, onun da içinde bulunduğu şimdiki zamana bakmaktadır. Dolayısıyla her fotoğraf karesi, ona bakan için hafıza edimini başlatan zamansal bir işarettir aslında. […] Geçmişe ait şeyler çok çeşitlidir ve zaman her şeyi kapsar. Buna ayrı ayrı yüzler, tek tek olaylar, düşle karışık bilgiler, öğrenilmiş şeyler, yakınlarımızın adları, adresleri, telefonları da dahildir ve hatırlamaya çalışan insan tüm bu karmaşanın içinde avlanır.” (s. 55)

Daha önemlisi, Yunus fotoğraf sanatından yola çıkarak hafıza meselesine odaklandıkça “hafızanın kaypaklığıyla” da yüzleşmiştir. Zamanın akışını yavaşlatmak için “üst üste yinelenen anılar, gözlerimizin önünde canlandırılan geçmişe ait nesneler ve kişilerle birlikte yaşanan ânın içinde bir tür geçmiş anılar müzesi inşa etmeye çalışmıştı[r].” Ne ki, “zihninde beliren görüntülerin gerçeği yansıtıp yansıtmadığına asla emin olamıyor[dur.]”

Yunus bir gazeteci olarak görüştüğü insanlardan kazı sonrasında yaşananlara dair tanıklıkları dinledikçe sadece “zihninde beliren görüntülerin” sahihliğinden kuşkuya düşmez, daha önce “yekpare, katı bir blok olarak hayal et[tiği]” gerçekliğin de akışan ve değişken bir yapısı olduğunu düşünmeye başlar.

Aylin’in durumuysa kardeşininkinden hem farklıdır hem de benzeşmektedir. Gerçekliği kendisi değiştirir mesela… Üniversitede gönüllü olarak gittiği terapiste geçmişini anlatırken bir yerden sonra yaşadıklarını değil, yaşamadıklarını aktarmaya başlamış, ufak tefek çarpıtmalar giderek yerini “yepyeni bir kimlik inşa etme noktasına” bırakmıştır. Mesleği gereği sürdüregeldiği, kazılarda bulunan eşyadan yola çıkarak geçmiş yaşantılar hakkında hikâyeler keşfetme çabasının bir başka versiyonu olduğu düşünülebilir bunun; ama tersinden bir versiyon. Anlattığı yalan yanlış, yaşadıklarının belki de tam tersi şeylerin, sahte geçmişine dair anekdotların “arasında bir yerde bu kez kendine ait bir özün ışıldıyor olabileceği” fikrine kapılmaktadır. Beri yandan “kurduğu hayalî yaşantısında bile önyargılarından yahut korkularından vazgeçmek için ne denli büyük bir çaba harcaması gerektiğinin” farkındadır.

Paul Klee, Angelus Novus (Yeni Melek), 1920

Bu noktada Dünyanın Güçlü Tarafı’ndaki roman kişilerinin hepsinin kendilerine ilişkin farkındalıklarının hayli yüksek olduğunu belirtmek lazım. Neyi neden yapageldiklerine dair az çok fikirleri var ve geçmişlerini sorun etmelerinden ötürü bunun üzerinde çok düşünüp taşındıkları da anlaşılmakta. Aylin’in ve Yunus’un dünyaya ve kendilerine bakarlarken meslekî bilgilerinden hayli yararlandıklarını da eklemeliyim – romanın denemeye yaklaştığı anlar, dış anlatıcının söz aldığı yerlerin yanında özellikle bu ikisinin akıl yürüttükleri ya da tefekküre daldıkları anlar. Bu ikisiyle de sınırlı değil bu öz farkındalık durumu, Atılgan ve hatta aralarındaki en eğitimsizi olan Şehsuvar için de geçerli.

“[Şehsuvar] zaman zaman çevresinde akıp giden hayata bir türlü dahil olamadığını; dışarıda, onun olmadığı yerlerde son derece önemli birtakım olaylar cereyan ederken kendisinin organları çalışan ve beyni işlemeye devam eden bir et yığınından farkı olmadığını hissederdi.” (s. 84)

“Boş bakan, duygusuz bir makineden farksız” olduğunu düşünen Şehsuvar’ın geçmişte, “Anıl’ın dış dünyaya karşı sergilediği canlılık haline erişmeyi düşlediğini hatırla[dığı,]” ve Anıl’dan “yaşça büyük ve bedenen çok daha güçlü kuvvetli olmasına rağmen ona baktığında çoğu kez kendisini aciz hisse[ttiği]” belirtilir romanda. Şehsuvar’ın çocukluğunda yaşadığı çok sıra dışı bir deneyim olmuştur. “Beyni her akşam farklı farklı radyoların ana haber bültenlerini çeken güçlü bir alıcıya dönüş[müş,] […] ardı arkası kesilmeyen ölüm ve felaket haberlerini tuhaf bir kabullenmişlikle dinl[emiştir.]” Anıların birden sökün etmesi ve hatırlama nöbetleri yaşanması gibi bu da Kerem Işık’ın anlatısında gerçekliği büktüğü bir yer – Işık’ın öykülerini okumuş olanlar benzer bükülmelerin öykülerinde de karşımıza çıktığını hatırlayacaklardır.

Şehsuvar karakteri romanın odağındaki hafıza, hatırlama-unutma sorunsalına iyilik ve kötülük meselesini de ekleyen bir öğe olarak görülebilir. Uzun yıllar üçüncü sayfa haberlerinden kestiği haberlerle oluşmuş, “Ansiklopedi” adını verdiği bir defter tutmuştur Şehsuvar. Kardeşinin avdaki ölümünün ardından bıraktığı bu defteri hemen her gece Anıl’la ilgili rüyalar görmesi üzerine yeniden eline alır; tahmin edileceği üzere, onun bu rüyaları görmeye başlaması da kazıların çevrede yarattığı hatırlama nöbetleriyle eşzamanlıdır.

“Kötülüğü yıllar önce zihninde sonsuzlukla ilişkilendirmiş, iyilikten hep bir adım önde olacağı düşüncesiyle büyümüştü. Ne de olsa yapılan son iyilikten sonra mutlaka günün birinde kıyametin kopacağından ve böylelikle zaman dediğimiz tuhaflığın bizler için bir tür İlahi Kötülük’le sonlanacağından emindi. Böyle düşündüğünde sonsuzluk da onun için anlamını yitiriyor, görüp kokladığı, sevip bağrına bastığı her şeyin Kötülük’ün son kez güleceği o kaçınılmaz âna doğru sürüklendiğine inanmaktan kendini alamıyordu.” (s. 39)

Kardeşinin ölümünü Şehsuvar da “Ava giden avlandı” diye nitelendirir. Romanın anlatıcısı, “anlamı ancak sonradan ortaya çıkan, çoğu zamansa unutulup giden küçük eylemler[in] karakterimizi” belirlediğini saptadıktan sonra, Şehsuvar’ın çocukluğunda yaşadığı bir âna ilişkin zihninde zaman zaman beliren bir imgeyi aktarır. Güçlü kuvvetli arkadaşlarıyla birlikte köşeye sıkıştırdıkları, zayıf, “kalın camlı, koyu kahverengi bir gözlük” takan, kekeme çocuğun görüntüsü. Bu görüntü o zaman ve daha sonra hatırladığında kendisini iyi ve “güçlü” hissetmesine neden olmuştur Şehsuvar’ın. Dünyanın Güçlü Tarafı, bir boyutuyla av ve avlanmak metaforunun vazgeçilmez tamamlayıcısı olan güç ve güçlülük üzerine de bir roman. Kimin, nerede, ne kadar güçlü olduğu sorularının karşısına gücü nelerde, ne tarafta aramak gerektiği sorusuna çıkarıyor Kerem Işık. (Hafızanın bir güç mü, güçsüzlük mü olduğu sorusuyla da birlikte!)

Anıl’ın ava giderken avlandığının tanığıysa Atılgan’dır. Babasının baskın kişiliğinin altında ezilerek büyümüştür Atılgan. Babasının otoritesinin ağırlığı karşısında “hafifliğin gücünü” keşfederek kendisine kayıtsız bir duruş oluşturmuştur. Bunlarda da otoritede olduğu gibi bir güç bulunduğunu fark etmiştir. Anıl arkadaşlık ettikleri yıllarda onun için “alışkın olmadığı fakat ilgisini çeken bir dünyanın kapılarını aralayan, eğlendirici bir figür” olmuştur. Hatırlama nöbetlerinin yaşandığı sıralarda Atılgan da sıklıkla rüyasında bir domuz kafası görür. Anıl’ın başına gelenin tek tanığıdır ve bu trajik olayla, bunun yaşandığı sırada ve sonrasında artık bir kişilik özelliği haline gelen kayıtsızlığıyla baş etmiştir.

Atılgan insanın geçmişte yaptığı seçimlerle giderek “kendi üzerine kapan[dığı] […] kimi zaman farkında olmadan […] seçtiği eylemlerin şekillendirdiği bir kuklaya dönüş[tüğü]” sonucuna varmıştır. Benlik gibi hafızanın da bu biçimde inşa edildiğini düşünmektedir. Gelgelelim hafıza bir tuzak da kurabilmektedir insana.

“Yıllardır unutmak için çabaladığı şeyler birer birer gün yüzüne çıkarken hafızanın da tuzağa dönüştüğünü hissediyordu. Oysa hafifliğin sağaltıcı etkisiyle birlikte, dünyaya kendi isteği dışında gelen insanın aslında her şeyden kaçabilecek bir güce sahip olduğunu fark ettiğinde büyük bir aydınlanma yaşamıştı. Kendi yaşadıklarından bile kaçabilmesi mümkündü. Unutuş! O büyük eşitleyici.” (s. 148)

Bu fikirlerin benzeri Yunus’un zihninden de geçer. Daha doğrusu Yunus farklı bir açıdan bakarak aynı yere varır. Yaptığı röportajlardan şunu öğrenmiştir: İnsanların hafızalarındaki geçmiş anlara dair imgelerle hatırlama nöbetleri sırasında sökün eden görüntüler aynı değildir ve bu insanları ayrıca dehşete düşürmektedir.

“Hafıza gerçek anlamda bir tuzağa dönüşerek insanı dünya üzerinde kaygısız bir yaşam sürebilmesini sağlayabilecek yegâne silahından ayırmıştı: unutuştan.” (s. 153)

Yunus’un Atılgan’la hafızanın tuzak olduğu fikrini paylaşması gibi, Aylin de Yunus’un saptadığı hafızadaki kaypaklığın farkındadır. Terapi seanslarında yaşamadıklarını anlatarak sahte bir gerçeklik kurmuştur, ama insan yaşadıklarını ne kadar anlatabilir ki, diye de düşünür bir yandan. “Anlatanla hatırlayan bir olur mu?” diye sorar.

“Yetişkinliğin koruyucu kozasından bakan kişinin çocukluğunda gördüğü şeyle aynı kişinin gençliğinde çocukluğuna baktığında gördüğü şey birbirine benzemez. Yeniden canlandırılan şey, duyguların arasında yer alan anılardır ve bu nedenle de değişen duygularla birlikte söz konusu anılar da değişim geçirebilir.” (s. 161)

Dünyanın Güçlü Tarafı sadece hatırlamak, unutmak, hafıza üzerine bir roman değil; roman kişileri başlarına gelenlerin, hatırladıklarının ve unutamadıklarının etkisiyle farkında olarak ya da olmayarak çok daha geniş bir çerçeveye uzanan sorulara yanıt ararlar roman boyunca – zaman, ölümlülük, sonsuzluk, boşluk… En özet ifadeyle: Bu dünyada insan olmak. Aylin’in üniversitede öğrenciyken staj için gittiği kazıda anlık bir dürtüyle ellerini toprağın içine soktuğunda aklından geçenlerde olduğu gibi.

“Dünya yaşıyor diye düşünmüştü o an. Dünya yaşıyor. Ve o zaman belki de ilk kez farkına varmıştı: Hepimizin kılavuzu zamandı. Kör bir kılavuzun eteğine yapışmış, boşluğa doğru ilerliyorduk yalnızca. Elimizde yanıltıcı anılardan başka dönüp bakacak bir şey yoktu.” (s. 170)