“Yeditepe İnsanları”

"Meriç’in romanı her biri adlandırılmış on dört ayrı hikâyeden oluşuyor. Bölümlerin başında Geoffrey Chaucer’ın Canterbury Hikâyeleri’nden alıntılar var. Meriç’in tema ve karakter seçimi de Chaucer’a benzer yapıda. Karakterleri sıraları geldikçe sözü alıp hikâyesini sunuyor..."

04 Ocak 2023 16:02

2022 yılında birçok roman ve hikâye kitabı okudum. Türk ve dünya edebiyatından, eski ve çok yeni yazarlardan. Kimi beni etkiledi, kimi sıktı, kiminin kurgusunu sevdim, kimininki zorladı. Ama hepsinin yine de bana bir şeyler kattığına inanıyorum. Okumak, okuduğunla yoğun bir ilişki yaşamak vazgeçilmez bir zevk. Tüm bu kitapların arasında 2022 yılı için benim seçimim; Hasan Hayyam Meriç’in yazdığı Yeditepe İnsanları.

Ben bir İstanbulluyum. Burada büyüdüm ve Meriç gibi ben de bu kenti çok seviyorum. Boğaz’ın renklerinin değişkenliğini, tepesinde dolanan bulutlarını, sonbaharda lüferini, palamudunu, ilkbaharda erguvanların altında yenen gümüşünü, her an her köşeden gelen farklı ezgilerini, farklı lehçelerini, şivelerini, farklı dillerini, beş benzemez kılıklarını, beni serseme çeviren lodosunu bile. Eski caddelerinde, sokaklarında yürümeyi, dolanmayı, bir duvarında oturup bakınmayı seviyorum. Özellikle, merdivenlerle sona eren, sürprizlerle dolu, o ara sokaklarını seviyorum; o sokakların esnafını, yaşayanını, metruk duvarlarında yeşeren incir ağaçlarını, evini süpürüp sokağa çöpünü bırakanları, o çöpün içini karıştıranları, son model arabasıyla o sokaklara bilinmeyen bir nedenden geri dönenleri. En çok da Meriç’in dediği gibi “sokaksız insanlarını” seviyorum. Onlar, bu çok asırlık, çok güzel, çok görmüş, pek çok şeyi sineye çekmiş, hazmetmiş, olgun ve bilge kentin temsilcileri; zamansızlığın aynaları. İstanbul zamansız bir mekân. Burası enerjinin sürekli tüttüğü, hep gelen ve hep gidenlerin kesiştiği yer. Çeşitli nedenlerden kaynaklanıp asırlardır süregelen insan göçlerinin buluşup kaynaştığı, arada patladığı bir nokta. Gelenler burada duraklar, soluklanırlar. Ardından giden gider. Geride kalan kentli olmak için didinip durur. Bu kentin soyundan biri sayılabilmek öyle kolay olamıyor. Bu kentte beklediğin olmaz. Beklememeyi öğrenmek gerekir. İçinden, yüreğinden güçlü olmak gerekir, her gelen darbeye ve kentin çok hızla değişen ortamına hazırlıklı olmak gerekir. Zamansızlığa ulaşmak! O, ancak belki! Hasan Hayyam Meriç’in karakterleri gibi.

Hasan Hayyam Meriç’in Yeditepe İnsanları kitabı, Ekim 2022’de İthaki Yayınları tarafından basıldı. Faklı bir kurguda. Chaucer’a göndermelerle ilerliyor. Dil değişken. Zaman zaman çok uzun cümlelerle, zaman zaman değişik ağızlara da yer vererek.

Kitap “Son Merhaba” adlı bir şiirle başlayıp devamı olan “İlk Elveda” adlı diğer bir şiirle son buluyor. Bu şiirler bize ölmekte olan bir kadınla Düş Kralı’nın fısıltılarını dinletip romanın kırgın insanların hikâyelerini bize anlatacağının ipuçlarını iletiyor. Ve kitap bir masal gibi devam ediyor. Masalın geçtiği yer İstanbul’un Beyoğlu semti. Kentin eskiden beri en büyülü, en gizemli, en zengin, en fakir, en merak edilen, bazıları için yasaklanan, bazıları için de en korkutucu köşesi. Bilinmeyenlerle, belirsizliklerle, zıtlıklarla dolu, tekinsiz bir yer.

Meriç’in romanı her biri adlandırılmış on dört ayrı hikâyeden oluşuyor. Bölümlerin başında Geoffrey Chaucer’ın Canterbury Hikâyeleri’nden alıntılar var. Chaucer, İngiliz edebiyatının babası olarak bilinir. Canterbury Hikâyeleri de Chaucer’ın magnum opus’u olarak tanınır. Yirmi dört hikâye, on yedi bin satır, 1387-1400 yılları arasında kaleme alınmış. Bu hikâyeler Canterbury Katedrali’ne doğru kutsal yolculuğa çıkmış bir grup insanın birbirlerine anlatıp hem de yarıştıkları hikâyeler. O zamanın, geç Ortaçağ İngilteresi’nin insanlarının iç yüzlerini mizahi bir üslupla anlatır. Yirmi dokuza yakın arketiple o dönemin İngilteresi’nin sosyal ve politik yaşamını irdeler. Meriç’in tema ve karakter seçimi de Chaucer’a benzer yapıda. Karakterleri sıraları geldikçe sözü alıp hikâyesini sunuyor. Burada hikâyeler arası bir yarışma yok, hikâyeler karakterlerin kendi içlerine ayna tutmaları. Çoğu Yeni Çarşı civarında ya oturan ya çalışanlar. Beyoğlulu insanlardan bir kesit.

Romanın kurgusu çok anlatıcılı bir yapıda. Birbirine teğet geçen, değen, arada kol kola giren bu insanlar, hatta kediler, Beyoğlu’nda yaşadıklarını, başlarından geçenleri anlatıyor. Başkahraman Beyoğlu. Tüm anlatılar onun etrafında; caddelerinde, sokaklarında, dükkânlarında, geçitlerinde; sabah, öğle, akşam, gece, hafta içi, tatilli günlerde. Mahallede birbirlerini iyi tanıyan, birbirine kenetlenmiş bir de grup var. Benzer insanlar birbirini çeker, arkadaş olur; bu grubun benzerlikleri roman boyu irdelenmez, merak da edilmez, sorgusuz bir kabullenişle sunuluyor. Bunlar günün bir zamanında Yeni Çarşı Caddesi’nde arkadaşları Toprak’a ait tekel bayiinde toplanıyorlar. Orası onların dergâhı. Ve günün getirisi neyse, ona uygun, anlamlı, derin bir sohbet başlıyor. Devamlı sigara ve bira içiliyor, hikâye arasında dükkâna biri girerse satış yapılmıyor, eli boş geri yollanıyor. Ortamın ruh haline göre Bach, Vakıf Mustafazade, Mozart dinleniyor.

Birinci hikâye: Saat sabahın altısı. Anlatıcı koşuya hazırlanıyor, koşunun bir nevi kaçış olduğunu söylüyor. “Yeni Çarşı’dan Boğazkesen’e, freni patlamış kamyon gibi hızla inen yokuşa salıyorum kendimi.” Kaçış; hem koşmak hem uyuyamamak hem de kum torbasını yumruklamak. O hepsini yapıyor. Kendini hiçbir yere ait hissetmiyor, tuhaf hissediyor. Mekân geçişlerinde bedeninde yığılan basıncı boşaltabilmek için bir ara bölgeye ihtiyaç duyuyor. O gün yine dergâha uğruyor. Muhabbet başlamış. Ama o bir tuhaf hissediyor, sohbete katılamıyor. Günün sonunda evine dönüp karanlıkta oturuyor ve soruyor “Kimim ben?” Ve ardından yazmaya başlıyor. Yazdıklarına “Dua” adıyla kendini katıyor.

İkinci hikâye: Dergâhta Fuat üç bilgenin hikâyesini anlatıyor. Birinci bilge, “Kâinatın özü şiddettir, korkudur” diyor. İkinci bilge, “Kâinatın özü sevgidir, şefkattir” diyor. Üçüncü bilge de, “Bu koca evrenin özü var mıdır, bilemem. Ama hayatta önemli olan, sükûnettir. Sükûnet de dengeyle gelir” diyor. Hikâye sonrası dergâhtakilerin tümü sakin, kendi iç dünyalarına dalıyorlar.

Üçüncü hikâye: Dua Beyoğlu’nda dolanıyor. “… İstiklâl’in paralelinden zikzaklar çize çize yürüyerek Beyoğlu Spor Kulübü ve Hasnun Galip’i arkamda bırakmıştım. Sonra Atlas Pasajı’nın içinden tekrar caddeye çıkıp Balık Pazarı’nın sahaflarında kaybolmuştum.” Hamama gidiyor. İlk kez on yıl önce geldiği bu hamamda yıkanırken bir yandan da değişip değişmeyenleri, neden nasıl değişildiğini düşünüyor.

Dördüncü hikâye: Uzun bir bölüm. Önce 1644’te burada yaşamakta olan Jonathan Harley’in öyküsü anlatılıyor. Sonra da Metin ve Ceyda’nın günümüzde geçen ve ayrılıkla biten aşk hikâyesi. Metin Beyoğlu’nda içip içip sarhoş oluyor ve yolu bir şekilde Toprak’ın dükkânına geliyor. Metin nara atarak, kusarak dolanıyor, sonunda da fena halde dövülüyor.

Beşinci ve altıncı hikâyeler: Her iki hikâye eş seçimi ve evlilikle ilgili. İlkinde nikâh memuru Muzaffer Bey’in kendi değerlerine göre zorlandığı ve de utana sıkıla kıymak zorunda kaldığı sıra dışı bir nikâh. Diğeri ise Fuat tarafından dergâhta paylaşılan bir aşk hikâyesi. Âşık olamayan, olacak kimse bulamayan, kimseleri beğenemeyen Raif Efendi’nin eşek tezeğine tutulması. Dergâhtakiler bu öyküyü saçma buluyorlar. Onun üstüne Şehriyar evli olmakla ilgili bir Diyarbakır hikâyesi anlatıyor. Herkes gülerken metin Şehriyar için “kendi hüznü sakallarında gizli kalır” cümlesiyle bitiyor.


Hasan Hayyam Meriç

Yedinci hikâye: Sinan evinden çıkıp tanıdıklarla selamlaşarak sokaklarda ilerliyor. Ümit’le rastlaşıyor. Ümit tüm o yörenin sokakta yaşayıp da en beyefendi kalabilmiş olanı, fena halde dayak yemiş. Sinan merak ve endişe içinde. “Bir dur. Ne oldu oğlum sana?” “Bir şey yok ağabey. İnsanlar işte.” Ve anlatının bitimi… “Yeni Çarşı ahalisine Ümit’in Roma Parkı’nda ölüsünün bulunduğu haberi ancak on beş gün sonra ulaştı.”

Sekizinci hikâye: Bu bölümde Toprak’ın evinde uyanıp dükkânını açıp güne devam etmesi anlatılıyor. Sokaklardan işyerlerine giden esnafın sabah sohbeti, işyerlerini temizlemeleri, yeni gelen kolilerin yerleştirilmesi, gece çalışanların eve gitmeden bir iki laflamasıyla devam ediyor. Akşama doğru grup yine dergâhta toplanıyor. Fuat, Ümit’in ölümüyle ilgili ayrıntıları arkadaşlarıyla paylaşıyor. Bol bira ve tabii sigara tüketilirken her biri Ümit’le olan bir hatırasını anlatıyor.

Dokuzuncu hikâye: Bu hikâye sokaklarda gördüğümüz çöp toplayan bir adamın ayrıntılı anlatımı. Mesut. Her yeri yara içinde, topladığı çöpten daha fena bir koku salarak dolanan biri. Bu son günlerini yaşayan sokak adamına Yeni Çarşı insanlarının bir bardak çay, ilgi ve nezaket sunmalarının hikâyesi.

Onuncu hikâye: Bu bölüm meçhul bir zaman ve bilinmeyen bir yerde geçiyor. Yeni bir yerleşim, yeni bir hayat arayan göçerler. Diğer hikâyelerden farklı.

On birinci hikâye: 1 Mayıs; Taksim meydanında gösteriler olacak. Polis giriş çıkışları ablukaya almış. Dua evinde. Ümit’i düşünüyor, onunla olan dostluğunu, onun özel hikâyelerini, ancak birbirleriyle paylaştıkları anılarını. Sokaksızlarla nasıl aile olduğunu. “Ümit ve de Yeni Çarşılıların ailem olmasının tek ve basit bir sebebi var. Yanlarında olduğum o sonsuz sayıdaki insanlardan biri gibi olabilmem. Ümit ve Ozan’ı geri kalanlarından ayıran detaysa, onların yanında sadece kendim olmam… Ama bunca lafın özeti şu; Ümit yanında kendim olabilmeyi umut ettirebildiği için ailemdi…”

On ikinci hikâye: Bu hikâyeyle kediler dünyasına giriliyor. Yeni ana olmuş Kedi Latife’nin gözüyle insanlar, analık, çevre, beslenme, avlanma irdeleniyor. Latife insanların şu sıra, geçmişten bugüne dek, hiç olmadıkları kadar cahil olduklarını düşünüyor.

On üçüncü hikâye: Birtek’in Yeni Çarşı’da bir butiği var. Bir yenisini de pek yakında açmak için uğraşıyor. Marjinal kıyafetler tasarlayıp satıyor, farklı olmayı göze alanların giyebileceklerinden. Maddi sıkıntıları var, eskiden süregelen ve yeniden oluşan. O, “Dürüst, nazik, mert, saygın bir şövalye…”

On dördüncü hikâye: Bu son hikâye çok ileri bir tarihte distopik bir toplumun günlük yaşamını anlatıyor.

Yeditepe İnsanları bir insan geçiş töreni romanı. Hasan Hayyam Meriç’in bize yaşamlarından bazı bölümlerini yansıttığı bu insanlar İstanbul kentinin insanları, izbe sokaklarında yaşamlarını sürdüren insanlar. Bu kitapta ilgimi çeken insanların görmediğimiz, düşünemediğimiz yönlerinin, davranışlarının gösterilmesi. Bu insanların bazılarını biliyoruz, bazıları çok renkli, bazıları sıradan, bazıları da çok uzak durup, yaklaşmadığımız, görmek istemediğimiz insanlar. Sahiden, kim bunlar? Tanıyalım mı? Yoksa sever miyiz?

•