Bu yaz da buradan okuyun...

"Buyurun buradan okuyun" seçkimiz çok sevildi ve konuşuldu. Yaz için de tabii ki "yaz kitapları" değil, "yaz okumaları" seçkisi yapmak istedik. İşte, K24 yazarlarının önerdiği kitaplar ve gerekçeleri...

20 Haziran 2019 11:00

Bir Kadının Penceresinden

BURCU AKTAŞ

Ne zaman okursam okuyayım hep çarpıldığım için Bir Kadının Penceresinden'i öneriyorum. Sadece bunun için mi, elbette değil. Hiç unutulmayacak bir kadın olan Filiz'le tanıştırdığı için. Zavallı memleket dedirttiği ve daha nice yürek sızısını hissettirdiği için. 

 

Bir Kadının Penceresinden
Oktay Rifat
Yapı Kredi Yayınları

 

Âşık Kadınlar

CEM ALPAN

İyi okurlar yahut “edebiyat okurları” yayınevlerinin sunduğu “yaz kitabı” kavramından doğal olarak pek hazzetmez. Çünkü hâliyle akla kolay okunan –ve plaj çantasında havlu ve güneş kremleriyle yan yana duran– kumsal kitapları gelir. Kolay okunmaları, dolayısıyla popüler olmaları her nasılsa “kafa boşaltıcı” gibi gizemli bir özelliğe sahip olmaları nedeniyledir ki bu tuhaf bir şekilde, kafaları akla gelmedik saçmalıklarla doldurmak anlamına gelir. Başı da komplo teorileri, aşk, erotizm ve ucuz mistisizm çeker. Her zaman olduğu gibi bu yaz da bu kategoriden uzak duracağım. Ancak mesleğim gereği “yeni”leri takip etmek yerine (yahut bunların yanı sıra) hafızamı tazeleyecek, yıllar önce okuduğum bir kitabı yeniden okuyacağım. Önerim bir modern klasik; D. H. Lawrence’tan Âşık Kadınlar. Bir nedeni, gençliğimde onun romanlarını, şiirlerini, hikâyelerini tutkuyla okumuş olmam –ki eserlerini başka türlü okumak mümkün değildir. Geçenlerde hikâyelerinin bir kısmını yeniden okumaya başladım. Vaazları (erkekliği ve viriliteyi pek önemser); elitizmi (kimi insanların hatta kitlelerin düpedüz ölmesini ister); hayata bakışı (kendisi ve onu temsil eden bazı karakterleri “Kara Güneş”e, ölüme tapar); genel olarak kadına bakışı (güçlü kadın karakterler yaratmış olmasına karşın kimi eserlerinde onları başka bir tür yahut erkeğin tamamlayıcısı olarak görür) pek hoşuma gitmese de birçok aykırı modernist yaratıcıda olduğu gibi (Knut Hamsun, Nietzsche, Gauguin, Rimbaud, Céline aklıma ilk gelenler) büyük kusurlarının yanında büyük erdemleri de vardır, olağanüstü duyum gücü ve tam bir şair olması bunların başında gelir. Öte yandan, hele edebiyatta ve felsefede havyan-insan ilişkisi temsili, ayrımı ve bu ayrımın sorunları üzerine çok yazılıp çizildiği bir dönemde onun hayvanları anlattığı olağanüstü şiirlerini anmamak olmaz (“Man and Bat” – “İnsan ve Yarasa”; “Little Fish” – “Minik Balık”; “The Mosquito Knows” – “Sineğin Malumudur”; “Snake” – “Yılan”; ve ürpertici “Mountain Lion” – “Dağ Kaplanı” aklıma ilk gelenler). Bu yaz, 27 yılın ardından (bendeki eski püskü İngilizce baskısı 1992 tarihli) Lawrence’ın gerçekçiliğin sınırlarını hayli zorladığı, fonda büyük savaşın eşiğindeki kaybolmakta olan Avrupa kültürünü resmettiği şiirsel uzun romanını bir daha okumak, o tuhaf dörtlünün; sanayici, dekadan Gerald Crich, (yazarı temsil eden) anarşist, bireyci Birkin ve güçlü karakterlere sahip ama birbirine zıt iki kız kardeşin, yıkıcı ve ihtiraslı Gudrun ile aklıselim Ursula’nın birbiri içine geçen hikâyesinin bir daha peşine takılmak istiyorum.

 

Âşık Kadınlar
H. Lawrence
Çeviri: Nihan Yeğinobalı
Can Yayınları

 

Hepyek

NECMİYE ALPAY

Seray Şahiner’in Hepyek’i. “Sebare” dışındaki öykülerin hemen tümü, tıpkı Kul’daki gibi, inandırıcılığı sonuna kadar zorlamak pahasına kadınları sıçrama düzeyinde etkinleştiriyor. Bonus olarak bir de bilimkurgu sunmuş okurlara. İlle de birini yeğlemek herhalde gerekmiyordur ama, yine de Kul’u yeğlediğimi belirtmek istiyorum. Oradaki soyutlama bana iyi gelmişti.

 

Hepyek
Seray Şahiner
Everest Yayınları

 

 

Toz

FATİH ALTUĞ

Michael Marder’ın Toz kitabı, İthaki Yayınları’nın yeni başlayan dizisi Minima’nın ikinci kitabı olarak Öznur Karakaş çevirisiyle çıktı. Tozun çok daha görünür olduğu yaz aylarında bize eşlik edebilecek olan Toz, edebiyat, dil, felsefe, sanat, din, bilim gibi düzlemlerde tozun nasıl ele alındığını zihin açıcı ve akıcı bir tarzla gösteriyor. Disiplinleri toz ekseninde çaprazlama kat ederken, bir yandan tozu bizi kuşatan bir mecra olarak görüp makro düzlemlere, dünyanın varoluşuna, yıldız tozlarına uzanıyor, diğer yandan da toz, bizi oluşturan, bedeni mümkün kılan, hem aslî unsurumuz olan hem de benliğin kıyısına sürüklenen, zelilleştirilen bir öge olarak beliriyor. Okudukça tozun failliğini ve temsilini Türkçe ve Türkiye bağlamında düşünme arzusu da şiddetleniyor.

 

Toz
Michael Marder
Çeviri: Öznur Karakaş
İthaki Yayınları

 

Tokyo Uçuşu İptal

MELEK AYDOĞAN

Hikâye anlatmak insanı kısmen anonimleştiriyor ve anonimlik biraz da olsa rahatlatıcı. Havalanında sıkışıp kalmış on üç kişinin, “çıkış”ı birbirlerine hikayeler anlatmada bulmasıyla edebiyatın bir sığınak olduğuna işaret eden Rana Dasgupta’nın Tokyo Uçuşu İptal adlı romanı, insanın dünyaya ve kendine karşı yönelttiği savaşın bir dehşet haline dönüşmesini bazen hınçla, bazen mizahla, bazen de duyular üstü dünyalarda yüksek değerlerin varlığına inandırarak gösteriyor. Yazar, “Aramızda anlatacak bir hikâye bilen var mı acaba?” sorusuyla kendini savunmakla yok etmek arasında gidip gelen karakterlerini edebiyatın büyüleyici, yaralayıcı, şok edici deneyiminden hareket ettiriyor. Kültür endüstrisinin buyruğunca belirlenen anlam düzeylerini, bunların bireysel/toplumsal karşılıklarını ve insan yaşamının bu karşılıklarla sertleşen mutsuzluğunu gösterişli bir meydan okumaya dönüştürmediği için Tokyo Uçuşu İptal.

 

Tokyo Uçuşu İptal
Rana Dasgupta
Çeviri: Deniz Keskin
Metis Yayınları

 

Su Kürü

BEHÇET ÇELİK

Yazın okunacak kitapların biraz “hafif” olması istenir genellikle, sıcak öğle sonralarında okurken içimizin geçivereceği, rüyalar âlemine kolayca süzülüvereceğimiz, bizi yormayacak, kafamızı karıştırmayacak metinler salık verilir. Oysa tatiller, çalışma zamanlarına göre daha kesintisiz okuma imkânı sunar. Okuduklarımızı anlamlandırmak, okurken ara verip kafamıza üşüşen sorulara yanıt arayabilmek, arada aklımız karıştığından bazı bölümleri dönüp yeniden okuyabilmek için ihtiyaç duyduğumuz geniş zamanları yaz tatillerinde daha rahat buluruz. Sophie Mackintosh’un Su Kürü isimli romanı da böyle bir kitap. Zor okunan bir kitap değil kesinlikle, dil, anlatım ve atmosferiyle kolayca insanı içine çekiyor, gelgelelim romanda olan bitenleri anlamlandırabilmek ya da Mackintosh’un çizdiği tekinsiz dünyayı sindirebilmek için geniş zamanlar lazım. Bir yanıyla bir “yetişme romanı” denebilir Su Kürü için, aşkı ve cinselliği keşfetme romanı, ama bu aynı zamanda erkek iktidarını tanıma, ona maruz kalma anlamına da geliyor. Su Kürü, bir yandan güçlü olmak, sağ kalabilmek için nelerin göze alınabileceğini sorunsallaştırırken, bir yandan da sevginin, başkasına, başkalarına bağlanmanın insanı güçten mi düşürdüğü, yoksa daha mı güçlü kıldığı sorusunu soran bir roman. Sophie Mackintosh, 2018 Man Booker Ödülü'ne aday gösterilen bu ilk romanında koruyucu kollayıcı olmakla tutsak etme arasındaki sınırın ne kadar bulanık, ailenin iyiliğin yanında kötülüğün de ilk tanışıldığı yer olduğunu hatırlatıyor. Daha önemlisi, bugün bize distopik gelecek gibi görünen dünyada çoktandır yaşadığımızı.

 

Su Kürü
Sophie Mackintosh
Çeviri: Begüm Kovulmaz
Can Yayınları

 

Arkadaşlarla Sohbetler

MURAT ŞEVKİ ÇOBAN

Sally Rooney iyi edebiyatçı. “Snapchat neslinin Salinger’ı,” “Y kuşağının ilk büyük yazarı” gibi bence maksadını aşan ve pek de bir şey ifade etmeyen tanım ve tasnifler, kafanızı karıştırmasın, hiç gerek yok. Tertemiz yazıyor.

Arkadaşlarla Sohbetler, Rooney’nin ilk kitabı. Dublin. Günümüz, neredeyse. Kilise vs ulus devlet gerilimi falan yok, hayatta yolunu ve kendini bulmaya çalışan ve her fırsatta kendinden kaçan kıvrak gençler var. Benim de katılmaya teşne olduğum bir yoruma göre, Sally Rooney 19’uncu yüzyıl karakter komedisini bilgisayar çağına taşıyor.

Sohbetler, Rooney’yi yayıncılık dünyasının “izleme listesi”ne yerleştiren ama teknik ve azim açısından daha iddiasız bulduğum Normal People’dan önce okurla buluştuğu için ayrıca mutluyum. Sohbetler’i bir çırpıda okuyacağınız için, Monokl’ın edebiyat seçkisine daha yakından bakmak isteyebilirsiniz.

İngilizce okuyanlar, Ocean Vuong’un ilk romanı On Earth We’re Briefly Gorgeous’a teslim olun, ben öyle yaptım. Ilya Kaminsky’nin Deaf Republic’i ve Sandra Lim’in The Wilderness’ı da bıçak ağzı şiirlerle okuyanı hırpalıyor, güçlendiriyor, tavsiyemdir.

 

Arkadaşlarla Sohbetler
Sally Rooney
Çeviri: Pınar Umman
Monokl

 

Öteki Şehir

YANKI ENKİ

Praglı yazar Ajvaz, çağdaş Avrupa edebiyatının yaşayan en önemli isimlerinden biri. Eserlerinin üzerimizde bıraktığı etkiyi genellikle Borges ya da Calvino’nunkine benzetiyorlar. Öteki Şehir, şimdilik Türkçeye çevrilen tek ama biraz fazla gölgede kalmış bir romanı. Yolculuk, arayış ve bilinmeyen dünyalar gibi fantastik edebiyatın tüm tanıdık unsurlarını barındırıyor ama bunları ele alışındaki ustalık nedeniyle unutulması mümkün olmayan bir roman bu.

 

Öteki Şehir
Michal Ajvaz
Çeviri: Sevda Deniz Karali
Ayrıntı Yayınları

 

Ada Öyküleri

SEÇİL EPİK

Ada Öyküleri, Edmund White'ın Türkçede yayımlanması için özel olarak seçtiği dört öyküyü bir araya getiriyor. Amerikan eşcinsel yazınının en önemli isimlerinden White'ın Girit ve Büyükada'da geçen öyküleri hikâyelerin geçtiği mekânlar, anlatılardaki baskın erotizm ve tarihsellik açısından da ilgiyi hak ediyor. Kitabın tanıtım metninde Ahmet Güntan'ın da dikkat çektiği gibi Edmund White, "Yaşadığı eşcinsel hayatı - iyi ya da fena, meleksi ya da şeytani, onarıcı ya da kırıcı - bütün yönleri, duyguları, duyarlıkları, kimsenin yakalayamadığı şaşırtıcı ayrıntılarıyla korkusuzca gözleyen ve anlatan bir yazar - hatta kitapları bu korkusuz üslubuyla yalnız kendi ülkesinde değil, dünyanın bir çok ülkesinde eşcinseller için rehberlik görevi yapıyor." Üstelik Ada Öyküleri, sarı sıcak yazı anımsatan kapağıyla bir meta olarak da okuruna büyük bir keyif vadediyor. Sahi bir yaz kitabından daha ne beklenebilirdi ki?

 

Ada Öyküleri
Edmund White
Çeviri: Roza Hakmen
Edebi Şeyler

 

Kanını Satan Adam

TÜLİN ER

Kanını Satan Adam, Yu Hua’nın Türkçede yayınlanan ikinci kitabı. Yaklaşık iki yıl önce yayınlanan Yaşamak adlı romanının ardından, bu yazarın ismini zihnimin bir köşesine kaydetmiştim. Böylece Kanını Satan Adam’ı da çıkar çıkmaz okudum. Roman, babası çocukken ölen, annesi de başka bir adamla evlenip kendisini terk eden, dedesiyle amcasının büyüttüğü Xu Sanguan’ın hikâyesini konu alıyor. İpek fabrikasında çalışırken iki arkadaşının kan satarak para kazandığını öğrenen, onların yardımıyla kendisi de kanını satmaya başlayan Xu Sanguan’ın hayat çizgisi -hepimiz gibi- kendi tercihleri kadar ülkesinin siyasi ve coğrafi iklimiyle de harmanlanarak oluşuyor.

Yu Hua, sade üslubuyla kurguyu ilmek ilmek ören bir yazar. Tesadüf rüzgârlarının esip insanları önüne kattığını, hayatı şekillendiren şeyi irade sanmanın belki de hata olduğunu hissettiren, bir anlamda Spinoza’ya selam gönderen hikâyeler anlatıyor.

Kanını Satan Adam Erdem Kurtuldu’nun güzel çevirisiyle ve Jaguar Kitap'ın her zamanki özeniyle yayınlanmış.

Son olarak, Xu Sanguan’ın arkadaşı A Fang’ın kan satmak ile alınteri satmak arasındaki farkı anlattığı şu güzel alıntıyı paylaşmak istiyorum: “‘Mecalini sattın da ondan,’ dedi A Fang, ‘işte bu yüzden mecalin kalmamış gibi hissediyorsun. Bizim sattığımız şey mecal aslında, biliyor musun? Siz şehirliler kan dersiniz, biz köylüler mecal deriz. Mecal iki çeşittir: Biri kandan gelir, diğeri etten. Ama kandaki mecal ettekinden daha fazla para kazandırır.’”

 

Kanını Satan Adam
Yu Hua
Çeviri: Erdem Kurtuldu
Jaguar Kitap

 

Osmanlı Müzeciliği, Müzeler, Arkeoloji ve Tarihin Görselleştirilmesi

CEM ERCİYES

Ali Artun’un yönettiği nefis ‘Sanat Hayat’ dizisinin ilk kitaplarından biri. Okuduğum en güzel, bilgilendirici, lezzetli tarih ve sanat incelemeleri arasında yer alıyor. Yazın ille de roman okumak gerekmez, ‘şöyle salim kafayla ilginç bir araştırma kitabı okuyayım’ diyenlere tavsiye olunur. Wendy Shaw bize hem ‘müze’ kavramının geçmişini, nereden nereye geldiğini aktarıyor hem Osmanlı’nın son yıllarında neden ve nasıl müzeler kurmaya giriştiğini anlatıyor. İslam Eserleri Müzesi, Arkeoloji Müzesi gibi kökleri Cumhuriyet öncesine giden kurumlar, Aya İrini gibi bir zamanlar teşhir için kullanılmış mekanlar ve tabii ki Osman Hamdi Bey gibi ilginç 19. Asır insanlarının yer aldığı bir araştırma kitabı. Okuyucuya kendi kültür tarihimizle ilgili bir bakış açısı kazandırdığını düşünüyorum. ‘Müze’ meselesine de giriş niteliğinde önemli bilgiler veriyor olması kitabı benim unutulmazlarım arasına katıyor.

 

Osmanlı Müzeciliği, Müzeler, Arkeoloji ve Tarihin Görselleştirilmesi
Wendy M. K. Shaw
İletişim Yayınları
Çeviri: Esen Soğancılar

 

Son Kadeh

SEDA ERSAVCI

Zabel Yesayan'dan, büyüleyici bir çeviriyle okuduğumuz Son Kadeh'i öneriyorum. Tüm kalıplara ve dayatmalara kafa tutan, aşkın letafet ve azabını korkusuzca, hudutsuzca anlatan, tıkış tıkış bir hayatta yalnızlığa yer açan bir novella olduğunu düşünüyorum.   

 

Son Kadeh
Zabel Yesayan
Çeviri: Mehmet Fatih Uslu
Aras Yayıncılık

 

Deniz, Deniz

BERRAK GÖÇER

Iris Murdoch’ın romanına adını iki kere veren deniz (Thalatta! Thalatta!) yazları gitmeyi düşlediğimiz yumuşacık kumlu, turkuvaz rengi, davetkâr bir deniz değil. Bu, İngiltere’nin ıssız bir kasabasında sarpa kayalıkların altında kalan, siyah, tehditkâr bir deniz. Bu, Prospero’nun denizi. Modern bir Fırtına hikâyesi sayılan Deniz, Deniz egosentrik başkarakteri Charles Arrowby’nin suç boyutuna varan takıntılarını konu alıyor. Hem anlatımı hem de avucunuza oturmasını sağlayan sayfa sayısıyla bu yaz “roman gibi roman” okumak isteyenlere önerilir.

 

Deniz Deniz
Iris Murdoch
Çeviri: Nuray Önoğlu
Ayrıntı Yayınları

 

Odysseia

BEGÜM KOVULMAZ

Gerçekte her zaman öyle olmasa da yaz okuması deyince akla tatil ve okumaya ayrılabilecek uzun saatler geliyor. O fırsatı yakalayabilirsem zaman isteyen uzun kitaplara yöneliyorum. Bu yaz Odysseia’nın ilk kez bir kadın çevirmen tarafından yapılan İngilizce çevirisini okumak istiyorum: 2017’de W.W. Norton yayınevinden çıkan Emily Wilson çevirisi. Homeros’un çok sevdiğim bu metninin Türkçedeki en ünlü çevirmeni de bir kadın, Azra Erhat. Odysseia’yı ilk onun A. Kadir’le ortak çevirisinden, İngilizcesini de Robert Fagles çevirisinden okumuştum, şimdi de Emily Wilson’ın hikâyeye ve diline nasıl dokunuşlar eklediğini merak ediyorum. Özellikle Ege kıyılarında yapılabilecek daha güzel bir okuma düşünemiyorum.

 

Odysseia
Homeros
Çeviri: Azra Erhat
İş Kültür Yayınları

 

Dostoyevski: Yalnızlığın Keşfi

NİLÜFER KUYAŞ

Stefan Zweig’ın uzun deneme tarzında ve son derece lirik üslupla yazdığı Dostoyevski incelemesi, bu yıl iki ayrı yayınevinden çıktı. Can Yayınları orijinal üçlemeyi “Üç Usta: Balzac-Dickens-Dostoyevski” başlığıyla yayınladı. Zeplin  Yayınları ise sadece Dostoyevski incelemesini “Yalnızlığın Keşfi” başlığıyla çıkarttı. Ben bu ikinciyi tesadüf kitapçıda görüp aldım ve büyük zevkle okudum. Birkaç yerde takılmakla birlikte Mine Bali’nin çevirisi akıcı ve kitap su gibi gitti. İlk okuyuşum olduğu için de büyük keyif aldım.

“Dostoyevski’nin eserlerinde huzurla nefes alıp veren, dinlenmek için duran, hedefine ulaşmış tek bir insan bulun! Tek bir kişi bile yoktur!” diyor Zweig. Hayat yarışında ilk basamağa ayak basmış olan kişi, sonuncusuna ulaşana dek çabalayacaktır.

Aynı huzursuzluk, okur için de geçerli. “Dostoyevski’nin okurla olan ilişkisi ne dostane ne de huzur vericidir. Onunki tümüyle tehlikeli, acımasız ve şehvet dolu içgüdülerin uyumsuzluğundan ibaret bir birlikteliktir. …Diğer yazarlarda olduğu gibi arkadaşça ve güven verici bir ilişki değildir.”

Zweig’ın incelemesi böylesine güzel tespitlerle dolu olduğu için beni etkiledi. Son derece heyecanla, şiirsel coşkuyla yazılmış bir kitap. Dostoyevski’yi bütün aşırılıklarına rağmen neden okumak istediğimizi ve tekrar tekrar okumaya geri döndüğümüzü iyi açıklayan bir bakışı var. Onun  adeta manyakça aşırı Rus milliyetçiliğini ve mesihçi din anlayışını bile büyük bir senfoni yorumlar gibi anlatıyor, insanı gülümseten bir köpürtü hali var, bu nispeten gençlik dönemi eseri diyebileceğimiz çalışmasında.

Yazarı psikolojik açıdan yorumlamış. Dostoyevski’nin çılgın  dehasını da sara hastalığına bağlıyor. Freud buna karşı çıkmış, aralarındaki yazışmalarda. “Histeri profiline daha uygun” diye yazıyor Zweig’a. Bu da edebiyat tarihinin ilginç dedikodu kısmı.

Bir hafta sonunuzu tutkulu bir okumaya ayırmak isterseniz, tatil çantanıza atılacak bir kitap. Dostoyevski’nin “evrensel insanlık” dediği mertebeye ulaşmak istiyorsak, katetmemiz gereken sınavların adı sanki “yalnızlığın keşfi”.

“Önemli olan hayatın anlamını değil kendisini sevmek” cümlesi bile tek başına değdi bu kitabı okumak için.

 

Dostoyevski: Yalnızlığın Keşfi
Stefan Zweig
Çeviri: Mine Bali
Zeplin Yayınları

 

Hep Seninle: Sennur'la Konuşmalar

SİBEL ORAL

 
Sadece aşkın değil, yoldaşının, arkadaşının da ardından yazmış Adnan Özyalçıner. Sanki Sennur Sezer "alıp başını gitmemiş" de yanıbaşında durup dinliyormuş gibi anlatmış olan biteni. O alıp başını gittiği zaman kendisine neler olduğunu, kediye, çocuklara, arkadaşlara, kitaplara, dünyaya... Sadece birbirine aşık olmuş ve yıllarca aşık kalan değil onlar. Arkadaş, yoldaş, emekçi, şair, yazar, sevgili, anne, baba ve hep yanyana...  Ama galiba artık tüm bu sıfatlardan uzakta en çok "özleyen" her ikisi de. İnsan bu kitabı okurken sevginin, emeğin, inanmanın ve vefanın kıymetini daha çok anlıyor. Bu kitapta günlük, anlatı yok sadece. Bu kitap roman, öykü ve şiir aynı zamanda. Hâlâ ve hep, onunla. 

 

Hep Seninle: Sennur'la Konuşmalar
Adnan Özyalçıner
Manos Yayınları

 

Orlando

HANDE ÖĞÜT

Modern edebiyatın en yaratıcı, en deneysel ve en sıra dışı romanlarından biri olmakla birlikte, queer temsili stratejisi için kanonik bir model sunan Orlando, erken transgender edebiyatının yapıtaşlarından en önemlisidir.

Kimi eleştirmenlere göre, Orlando’nun cinsiyet geçişi, romanın odağı değil, Virginia Woolf’un lezbiyen arzusu ve revizyonist feminist İngiltere tarihi hakkında yazmasını sağlayan bir araçtır. Bence her ikisi de odaktadır. Zira romanda tıpkı Orlando gibi yüzyıllarca yaşayan birkaç trans karakter daha çıkar karşımıza. Kimin erkek kimin kadın olduğu belli olmadığı gibi, kadınlığın ya da erkekliğin kanıtı çok da önemli değildir. Kimlik imkânlarını genişletmek için zamansal sınırları ve bedensel tutarlılığı göz ardı eder. Woolf bu toplumsal cinsiyet çeşitliliğini bir abartı, bir parodi söylem olarak kurgular. Orlando’da şekillendirdiği androjen kuramı Woolf’un edebiyat anlayışını da belirlemiştir. Ona göre, tek bir cins olarak yazmak imkânsızdır.

Woolf’un hayatının aşkı Vita Sackville-West’in kurgusal biyografisi olan Orlando, benzersiz bir hayal gücü ürünü olsa da, esinleyicisi Sackville-West gerçekte kadınlıkla erkekliği kişiliğinde birleştiren bir androjendir. Orlando’dan bir yıl sonra yazdığı Kendine Ait Bir Oda’da (1929) androjenlik görüşünü, özellikle tek bir cins olarak yazmanın imkânsızlığı dolayımıyla savunan Woolf’a göre “Katışıksız ve basit bir biçimde kadın ve erkek olmak öldürücüdür; kişi erkeksi-kadın ya da kadınsı-erkek olmalıdır.”

Deniz Feneri’ni bitirip Dalgalar’a başlamadan önceki dönemde dinlenmek, hatta eğlenmek için yazmış Orlando’yu Woolf. Bilinçakışı tekniğiyle yazdığı romanlarından farklı olarak, farklı çağlarda, ülkelerde, zamanlarda geçen ve hayli karışık bir olay örgüsüne sahip Orlando’da 400 yıl yaşayan androjen bir kahramanın maceralarına, seyahatlerine, ilişkilerine ve cinsiyet değişimi serüvenine tanık oluruz. Orlando’nun yüzyıllarca yaşamasından çok, her iki cinsiyeti de yaşaması ilgi çekici olmuştur hep.

Arayışlar içinde geçen inişli çıkışlı 400 yıllık yaşamının orta yerinde büyük bir dönüşüme uğrayarak İstanbul'da II. Charles'ın elçisi olarak bulunduğu sırada mucizevi bir biçimde kadın olur Orlando. Bir sabah uyanıp da kendini bu hâlde görünce hiç de şaşırmaz, aynaya bakar ve şöyle der: Değişen bir şey yok, aynı beden, aynı insan.

Ama aslında öyle değildir. Erkek olarak yaşadığı süreçte hiçbir kadınsılık, androjenlik belirtisi göstermeyen Orlando, kadın olduktan sonra hem kadın hem erkek gibi hisseder kendini; erkek gibi yaşayabilmekten haz duyar, düellolara katılır, denizlere açılır, bir kadın kaçırır, geceleri Londra sokaklarında erkek kılığında gezer. Çünkü yeni kimliğiyle, yani bir kadın olarak İngiltere'ye döndüğünde, 19. yüzyılın kadınlara biçtiği rolün içinde boğulacak gibi olur. Sahip olduğu serüvenci ruhu ve sorgulayıcı aklı geri planda tutmak zorundadır. Özellikle giysiler, kadınlığının, dayatılan sınırlar ve sınırlamaların güçlü bir simgesi olarak kullanılır. Ancak Orlando’nun erkek olma arzusu, güçlüdür ama maddi değildir. Âşık olduğu erkekle seviştikten sonra kendini gerçek bir kadın gibi hissederek kadınlığından hoşnut olur. 

Mutlu olmak için evlenmesi gerektiğini düşünerek çağın egemen zihniyetine yenilir.

 

Orlando
Virginia Woolf
Çeviri: Seniha Akar
İletişim Yayınları. 

 

Özlemin Eski Tadı Yok

AYSU ÖNEN

Başkalarının hayatlarının anlık gözlemcisi olmaya ne çok zaman harcıyoruz. Bu zamana değecek hayatları anı kitaplarında ve otobiyografilerde aramalı biraz diye düşündüm. Okudukça “ne hayat ama” dediğim, Fransız oyuncu Simone Signoret’nin otobiyografisi Özlemin Eski Tadı Yok’u öneriyorum meraklısına. Almanya’da doğmuş yarı Musevi olarak savaşı yaşamak, gittikçe ünlenen bir aktris olmak, Paris’teki sol entelijansiyanın ortasında bulmak kendini, aktivist olmak, ünlü kişiliklerle ortamlar paylaşmak, Yves Montand’ın karısı olmak, Yves Montand’ı tanrılaştırmak, anne olmak, aldatılmak, yaşlanmak… Bütün bunları zeki, cesur, yer yer muzip, yer yer can yakan bir üslûpla anlatıyor Simone Signoret. Yaşlanınca artık rol yapmaya gerek kalmaz, diyor. Sadece olduğun kadar albenisiz görünme cesareti gelir. 

Clarice Lispector’un biyografisi Why This World’ü okuduktan sonra Lispector ve Sevim Burak’ın hayatları arasındaki benzerlikler beni çok etkilemişti. Simone Signoret de, bu hayattan daha büyük iki kadının yanında yer aldı benim için.

 

Özlemin Eski Tadı Yok
Simone Signoret 
Çeviri: Ayşe İnce Kurşunlu
Es Yayınları

  

Haysiyet

MURAT ÖZYAŞAR

Varlığından ziyade yokluğunun daha çok konuşulduğu, yükü ağır kelimelerdendir haysiyet.

Sinemadan edebiyata, felsefeden siyasete “haysiyet” sözcüğünün etraflıca konuşulduğu, ufuk açıcı, yer yer kışkırtıcı, yeni bir tartışma zemini yaratan “Kitap Stüdyosu” üst başlığıyla yayımlanan Gaye Boralıoğlu ve Ümit Kıvanç imzalı Haysiyet kitabına dikkat çekmek istiyorum.

Karşılıklı konuşmalardan oluşan bu kitap alternatif bir formu denediği için de kıymetli ve anlamlı.

Gaye Boralıoğlu ve Ümit Kıvanç “Yaşadığımız Günlerin Yükü”nü bize yeniden hatırlatırken yakın zamana dair hem toplumsal hem de kişisel bir bellek kaydı da tutuyor. Kıraathane Yayınları’ndan çıkan kitabın tasarımı ise ayrıca güzel ve şık.

“Haysiyet”e akraba sözcüklerin daha çok konuşulduğu ve yayımlandığı kitapların çoğalması dileğiyle.


Haysiyet
Gaye Boralıoğlu - Ümit Kıvanç
Kıraathane Kitapları

 

Tek İstediğim Her İkisi Birden

SANEM SİRER

Işığın daha parlak, ısının daha yüksek, akışın daha yavaş olduğu yaz mevsiminin gelişini beklemeyi, kendisiyle haşır neşir olmaktan daha çok seviyorum; yılın en sıcak üç ayını bir tatil dönemi olarak deneyimlemeyeli o kadar uzun zaman oldu ki yaz kitabı dendiğinde akla gelen ve en az yazın kendisi kadar hafif ve uçucu olması gereken kitaplardan nispeten uzağım. Bunlar bir yana, yaz ile, daha doğrusu aralık kapıdan içeri sızan parlak ışığın tetiklediği bir tür sanrılanma durumu ile ilişkilendirdiğim ve yeni-eski ayrımı yapmaksızın düşündüğümde salt yazın okumuş olduğum için "Yaz Kitabı" olarak gördüğüm belli kitaplar, daha ziyade klasikler var; cayır cayır yanan Pedro Paramo, damakta belli belirsiz -ve benzersiz- bir turşu tadı bırakan Geceyarısı Çocukları veya mavisi denizlerden bile daha cazip Kaybolma Kılavuzu gibi dönüp dönüp durduğum kitaplar... Fakat zamandan kopmayı tercih etmediğim için yakın zamanda okuduğum ve yaza, en azından benim anladığım biçimiyle yaza yakıştığını düşündüğüm bir kitap önereceğim: Maile Meloy’dan Tek İstediğim Her İkisi Birden. Şahika Tokel’in güzel çevirisiyle yayımlanan Tek İstediğim Her İkisi Birden’de incelikler ve ikilemlerle, bocalama ve kavrama anları ile örülü öyküler yer alıyor; kumsalda, güneşin altında yatarken, çevrenizde çocuk çığlıkları yankılanırken okumalık değil belki, ama bir yaz gecesi yakanıza yapışan sıcakla uyandığınızda başucunuzda olduğuna şükredeceğiniz bir kitap; yazın kendisindense fikrini sevenler, yaz günlerinde kış düşleri kuranlar, kış ayazlarında yaz umutları taşıyanlar için... Tavsiyemdir.

 

Tek İstediğim Her İkisi Birden
Maile Meloy
Çeviri: Şahika Tokel
Yüz Kitap

 

Kendine Hep Saldır, İnsan

OĞUZ TECİMEN

Sudelbücher: Karalama Defterleri. Lichtenberg aforizmalarını ciddiye almıyor, kendisi bir bilimci. Aforistik hakikatimsilerle işi yok aslında ama zihninde “tortulaşan” fikir ve gözlemleri döküyor defterlere –“döküntü” olarak gördüğü bu notları yayımlamıyor, o öldükten sonra kitaplaştırılıyor. O çağda revaçta olan pensées, maximesréflexionssentencesanecdotes (Pascal, La Rochefoucauld, La Bruyère, Chamfort, Joubert) tarzı moralist aforizmalara nazireyle de yazıyor bunları. Negatif bir hakikat usulü onunki: Aklınıza gelen “beş paralık doğrular”ı pek de kale almayın ama çiziktirin bir kenara, kafanızdan çıksın ki hakikat olabilecekleri uzun uzadıya düşünebilesiniz. Lichtenberg’in dehası –“çöp”lerden düşünce kristalleri üretmek: “İnsanların okuduklarını akıllarında o kadar az tutabilmelerinin sebebi kendilerinin az düşünmeleridir.”

 

Kendine Hep Saldır, İnsan – Karalama Defterleri’nden
Georg Christoph Lichtenberg
Çeviri: Tevfik Turan
Kırmızı Kedi

 

Karıncaların Günbatımı

MEHMET FATİH USLU

Karıncaların Günbatımı’nı (ilk olarak Babam Aşkale’ye Gitmedi adıyla yayımlanmıştı), yeni baskısıyla beraber bir kez daha okuduğumda memlekette yazılmış en büyük romanlardan birini tecrübe ettiğimi düşündüm. İlginçtir, Biberyan, 1960’ların ortasında Türkiye’nin okur kamusuna ulaşmak için ciddi emek vermiş. İlk kitabı Yalnızlar’ı bizzat kendisi Türkçeye çevirmiş (1966). Romanlarından Türkçe film senaryoları çıkarmış ama olmamış. II. Dünya Savaşı sırasında yaşadığı kahırlı hayat sırasında “yeniden öğrendiği” Ermeniceye de küstüğünden olacak, (henüz yayımlanmamış) otobiyografisini yaşamının sonlarına doğru Fransızca yazmış. Karıncalar’da bir yandan yazarının bu yabanıl hayatının yoğun yansımaları var; öte yandan romana hem lezzetini hem derinliğini katan ürkütücü bir öfke. Metinle çarpışan okur fark edecektir, romanı basit ama ısrarcı bir sorunun yükü capcanlı tutuyor: “Nedir bu yabanlığın ve öfkenin kaynağı?” Zor, üzerine yürümesi cesaret isteyen bir soru bu. Ve bu soruyla beraber verilecek emeğin ve “öfkenin sonuna yolculuk”un ardında yüzünü bize dönen bir başka soru daha havada asılı: Neden, hemşerisi ve çağdaşı “bizim” yazarların başına tek tek nurdan haleler takarken, Biberyan’ın sesini duymadık?  

 

Karıncaların Günbatımı
Zaven Biberyan
Çeviri: Silvart Malhasyan
Aras Yayıncılık

 

Rüya Sakinleri 

IRMAK ZİLELİ

Aslında Iris Murdoch’ın tüm kitaplarını önermek isterdim. Kara Prens, Deniz Deniz… Bazen bir yazarın külliyatını devirmek, konsantre bir okuma için fırsat oluyor tatiller. Peki, neden Iris Murdoch? Bir kere hiçbir romanı birbirini tekrar etmiyor. Aralarında bir ortaklık varsa, o da insan ruhunun ve zihninin işleyişini irdelemedeki ustalığı, görünenin ardını görme yeteneği. Rüya Sakinleri romanında karmaşık aşk ilişkileri ağı okuyoruz. Gizli ajandalarımızı, kendimize oynadığımız oyunları gösteriyor bu romanda Murdoch. İnsanın başkaları tarafından değil, en çok kendi kendini kandırdığını son derece derin ve ironik bir anlatım biçimi ve kurgu içinde veriyor.

 

Rüya Sakinleri
Iris Murdoch
Çeviri: Handan Akdemir
Ayrıntı Yayınları

 

 

 

 

 

"Buyurun buradan okuyun" seçkimiz için tıklayın.