Yalçın Tosun: Kendimi bir araç olarak görüyorum. Sahip olduğumu düşünmüyorum karakterlerime. Gelip geçiyor işte öyküler de, onların arasından ve onlarla birlikte...
29 Ekim 2015 14:30
Öykücülüğümüzün güçlü seslerinden Yalçın Tosun, yeni kitabı Bir Nedene Sunuldum’da çocukluğa veda edilen zamanları, fesleğenleri, hafızada bulunan sığınakları ve sığınaksızları, yer yer edebiyatında kırılmalara da işaret eden, yetkin bir dille anlatıyor. Tosun ile Bir Nedene Sunuldum, öykülerindeki sessizlikler, kırılmalar, masumiyet ve edebiyat ile hukukun buluştuğu “o tanıdık durak, söz” üzerine konuştuk. Söz, Yalçın Tosun’da...
Bir Nedene Sunuldum üzerine Notos’a verdiğiniz söyleşide “Benim derdim hep aynı, ama yazdıklarımdaki yansımalarında farklılıklar olacaktır zaman içinde elbette” dediniz. Cevabın belki de imkânsızlığını bildiğimden biraz vicdansızca bir soru soracağım; Yalçın Tosun’un edebiyattaki derdi, meselesi nedir?
Dertlerim var aslında, onlar da yazdığım satırlarda gizli. İnsanın bitmeyen kendi olma çabasında gizli biraz da. Ortada ve çok görünür olmanın en çok saklanma hâli olduğunu bilmekte gizli. Kazımakta, merakla kazımaya inanmakta, en çok orada gizli.
İnsanın edebiyattaki derdi, hayattaki derdinin bir uzantısı mıdır? Yoksa ikisi birbirinden bağımsız mı?
İç içe geçmiştir olsa olsa. Edebiyat hayatıma fazlasıyla karışmış bir halde. En çok da öyküler. Hayattaki dertlerin yansımaları o öyküler. Okuduklarım da hayatıma karışıyor. Her yüz, her söz, jestler sonra. Bir kolun inceden aşağı bırakılışı. Bir çocuğun çatılan kaşları. Birleşerek derde ve öyküye duruyorlar.
Behçet Çelik, ilk kitabınız üzerine yazdığı “Yakın Kötülükler” başlıklı yazısında, “Yalçın Tosun’un öyküleri, günümüzde sadece hoş vakit geçirme uğraşına indirgenmeye başlayan edebiyatın insanı ve toplumu anlama çabasının çok özel bir yolu olmayı sürdürdüğünün sevindirici bir kanıtı” yazmıştı. Aynı yorumu yeni kitabınız için de- aslında bütün kitaplarınız için- yapabilir ve “insanı rahatsız edecek, huzurunu kaçıracak” öyküler yazdığınızı söyleyebiliriz. Peki, Çelik’in işaret ettiği gibi, “bu tarz edebiyat” “insanın tadını kaçıran bir tür ‘kötülük’” de olabilir mi veya öyle algılanabilir mi?
Evet, daha önce de söylemiştim, huzursuz etmeyi seviyorum ben. Yaraları kaldırmayı. Bazı şeylerin üstünü açmayı, örtülerinden soymayı. Kapamaya, saklamaya, yen içlerinde çürümeye bırakmaya çok hevesli bir toplumuz çünkü. Ben hava aldırmayı seviyorum, sonu acı verecekse de soyma cesaretini göstermeyi. İçine içine bakmayı o en korkulan gözün. Ve söylemeyi: Ben buradayım. Hadi bakalım şimdi ne yapacaksın.
Yalçın Tosun öyküsü dediğimizde üç aşağı beş yukarı aklımıza gelen bazı ipuçları, bazı anahtarlar var. Bir Nedene Sunuldum’daki öykülerde o ipuçlarının pek çoğunu görebiliyoruz. Yani, edebiyatınızda bir süreklilik var. Fakat bir yandan, kopuşlar da var sanki. Konularda, yer yer anlatımda bu kitap farklı yollara da sapıyor. Bir kırılmanın habercisi demek buna, abartı mı olur?
Kırılmalar daha güçlü kılar birçok şeyi. Kemikler ufak ufak kırılır ve boyu uzar çocuğun. Cesaret işidir biraz da, alışılandan biraz kopma anlamına gelir. Bir Nedene Sunuldum bu anlamda farklı yollara saptığım bir kitap. Bu da kendiliğinden gelişti ki, buna ayrıca çok değer veriyorum. Ama yine de önceki serüvenimden tam bir kopuş yaşanmış sayılmaz. O kadarı cesaretten farklı bir şey olurdu çünkü.
Bir tweet’iniz şöyle diyor: “Yazmaya başlamadan önce okumak daha zevkliydi.” Açıklamanızı istesem...
Bunu Ahmet Hamdi dâhil birçok yazar dillendirmiştir. Yazmaya başlamak okumaktaki o ham, işlenmediği için hoyratça bir zevk veren iştahı zedeliyor. Başka şeyler giriyor devreye. Onları arkada bırakarak eski okur masumiyetine bürünmek de imkânsız. Çünkü masumiyet böyle bir şeydir, ona geri dönemezsiniz. Hatırlayıp burnunuzu çekersiniz arada, hepsi bu.
Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler NDS Edebiyat Ödülü’ne değer görüldüğünde, kabul konuşmanızda “Tüm hayatım boyunca sözcüklerin önemi kadar sessizliğin önemine de, bazen daha fazla olmak üzere, inandım” demiştiniz. Kabul edelim, sizin işiniz sözcüklerle. Fakat edebiyatınızda sözcüklerin ötesinin, sessizliğin çok merkezi bir yerde durduğunu söylersek, yanlış olur mu?
Sessizlik ve hareketlerimizin sesi diyelim buna. Çünkü sadece sözcüklerle konuşmuyoruz. Sözcükler yanında diğer sesi olmayan sözcükleri, jestleri, ufak devinimleri metne taşımayı seviyorum. Sessizlik vardı çünkü çok eskiden, sözle bozulmadı elbet büyüsü ilk defa. Hepimizin içinde o sessizliğe bir özlem olduğuna inanıyorum. Ama sözcüklerle bu kadar içli dışlı biri olarak sessizliğin ne kadar yüklü, ne kadar doyurucu bir iletişim sağlayabileceğini de biliyorum. Karakterlerim de biliyorlar bunu, o yüzden gevezelik etmekten imtina ediyorlar çoğun.
Aynı ödüle sizden üç yıl sonra değer görülen Atiq Rahimi, bir söyleşimizde doğduğu Afganistan’ı tarif ederken “Bizim topraklarımızda mesele ‘olmak ya olmamak’ değildir; ‘söylemek ya da söylememek’tir” demişti. Sessizlik, sizce baskıyla- baskı toplumlarında yaşamakla mı ilgili? Ya da insan biraz da söyleyemedikleriyle mi “oluyor?”
Susmak her zaman nokta koymak değildir, yeni bir başlangıca gebedir çoğu zaman. Bu bağlamda evet, söylemediklerimiz de bizi tanımlıyor, belki söylediklerimizden bile daha çok. Çünkü söz ihaneti sever, insan da en çok da kendini aldatmayı.
Sizin öykülerinizde karşılaştığımız kişilerin hem çok kalabalık hem de çok yalnız olmalarından hareketle soruyorum: Junot Díaz’ın bir sözü var: “Diktatörlüklerde, sadece bir kişinin konuşmasına izin vardır. Ben bir kitap veya öykü yazdığımda da, tek konuşan kişi benimdir, karakterlerimin arkasına ne kadar saklanırsam saklanayım.” Sizin öykülerinizde kim konuşur? Ya da bunun bir önemi var mıdır?
Herkes ve her şey konuşur benim öykülerimde. Öykü neyi ve nasıl diretiyorsa. Kendimi bir araç olarak görüyorum. Sahip olduğumu düşünmüyorum karakterlerime. Onlar vardılar ve var olacaklar bir yerlerde, tüm duygular ve yarattığımız onca karmaşa gibi. Gelip geçiyor işte öyküler de, onların arasından ve onlarla birlikte. Hep beraber konuşmaya çalışıyoruz bir yandan, hem hayatta hem öykülerde. Asıl sorun kimin kimi ne kadar dinlediği bana kalırsa.
Daha önce Sevim Burak’a bir öykünüzü adadığınızı hatırlıyorum. Bir Nedene Sunuldum’da Füruzan ve Tomris Uyar’a adadığınız öyküler var… Siz söyleşilerinizde hem öykünün ustalarından hem genç kalemlerinden övgüyle bahsediyorsunuz sürekli. Ama öykü adamak?
Hem saygıdan, hem sevgiden, hem minnetten, hem sezgiden, hem de içimden geldiği için. Bir selam çakmak, “buradan da geçtiniz, onca güzel yerden geçtiğiniz gibi” demek…
Üçüncü bölümün başına aldığınız André Gide sözü, “Beni çabucak anlama,” sadece bölüme dair değil, öykücülüğünüze dair de bir işaret sanki. Davetkâr ama kapalı, talepkâr ve yakın...
André Gide’i çok severim. Benim için kıvılcım çaktıran yazarlardan biridir. Bu sözü de aslında benim yazınım dışında hayatım için de edindiğim şiarlardandır. Kimse kimseyi çabucak anlamasın lütfen, kimseyi bu derin kötücüllüğe maruz bırakmayalım.
Bir öykünün nasıl oluştuğunu sormayacağım ama bir öykü derlemesi nasıl oluşuyor? Romanların çoğu zaman gizli bir merkezi olduğundan bahsedebiliyoruz. Her öykünün ayrı iç dinamikleri olduğunu da düşünürsek, öykü kitapları için de böyle bir merkezden söz edilebilir mi sence? Sözgelimi “Siyah Külot,” “Sığınaksız” ve “Kiraz’ın Kokusu” nasıl oluyor da bir kitapta buluşuyor?
Merkez demek ne kadar doğru bilmiyorum ama her kitapta ayrı bir düzlemde buluşuyorlar. Burada beş farklı neden içine gizlendiler, o nedenler içinde bir araya geldiler ve diğerlerinden ayrıştılar. Başka türlü de olabilirdi, mümkünler sınırsız. Ama bu zaman diliminde, bu ben içinde bu şekilde bir araya geldiler ve bir bütünün parçaları olabildiler.
Telegraph’ta geçen yılın ortalarında yayımlanan “Kısa Öykünün Dayanılmaz Yükselişi” başlıklı yazısında, Sam Baker teknolojiyle birlikte insanların dikkat aralığının çok azaldığından dem vuruyor ve öykünün “21’inci yüzyıl insanına en uygun edebî tür” olduğunu söylüyordu. Bizde de son yıllarda öyküde büyük bir canlanma olduğu, en güçlü yeni yazarlar yetiştiren türün öykü olduğu az çok gözlemlenebiliyor. Sizce neden? Teknoloji- dikkat aralığı meselesi- zamanın ruhu mu?
Bunun yanıtını bilmiyorum. Öykü benim için hep çok önemliydi, çok okuduğum bir türdü, hâlâ da öyle. Yükselme alçalma gibi durumlar beni çok ilgilendirmiyor aslında. Bence iyi edebiyat ve kötü edebiyat vardır, türlerden bağımsızdır. Bu bağlamda dönem dönem öne geçen türler olsa da, zamanın tartısında uzun vadede her şey yerli yerine oturur.
Hem edebiyatçı ve hukukçu kimliğinize hem de Cemal Bâli Akal ile birlikte hazırladığınız Edebiyat, Hukuk ve Sair Tuhaflıklar adlı kitaba dayanarak soruyorum: K24’ün mayıs ayı dosya konusu “Adalet ve hukuk”tu ve Kasım Akbaş dosya kapsamında yayınlanan yazısında, gerçeğin ve adaletin hukukta değil, ancak edebiyatta aranacağını savundu. Siz ne dersiniz? Hukukta adalet aramak yerinde mi? Türkiye’de?
Bu soruya sözünü ettiğiniz kitapta uzun uzun değindik, merak edenler oradan ayrıntılı olarak bakabilirler. Ancak adalet, hak, hukuk gibi kavramların içinin boşalmaması gerek, yoksa geri dönülmez yaralar açılır. Bizde de bu tehlike hep vardı bence, olmaya da devam ediyor. Edebiyat ise bu kavramları konu edinirken çok daha farklı bir gerçeğe dokunur. O zaman da gerçek ve hakikat üzerine düşünmeye başlar insan. Kurguyla yasa arasındaki benzerlik üstüne düşünür sonra. Farklı bağlantılar kurmaya başladığında insan, edebiyattaki hukukun ve hukuktaki edebiyatın izlerini sürerek yolunu sürdürür… Gide gide o tanıdık durağa, ‘söz’e ulaşır en sonunda.