"Portreler büyük, görkemli, iyi çalışılmış, derinlemesine çözümlemeler içeren yazılar değildir. Gelişigüzel yazıldığı bile söylenebilir. Onları keskin bir zekânın, külyutmaz bir kişiliğin, hırslı ve hayli öfkeli bir benliğin kalemi yazmıştır. Dünyayı tanıyan bir bilinç, geniş bir kültür etrafına bakmakta, kıvılcımlar çakmakta ve çoğu zaman da kırk birinci odanın kapısını aralamaktadır."
21 Temmuz 2022 18:30
Yıl 1977 veya 1978 olmalı. Ankara’da çok sıcak bir temmuz öğleden sonrası, daha doğrusu akşamüstü. Tunalı Hilmi Caddesi’nde, bir binanın bodrum katındaki Bilgi Yayınevi ofisindeyiz. Yeraltındaki o penceresiz odada Attilâ İlhan her zamanki gibi şık, masasının başında oturmuş, durmaksızın, heyecanlı fakat kontrollü üslubuyla konuşuyor, ben de önündeki kahverengi suni deri koltukların ilk örneklerinden birine ilişmişim, dinliyorum. Ansızın birtakım sesler duyuluyor ve bir kadın içeri dalıyor.
Sarışın, gerçekten sarışın, asla çevremizde gördüğümüz insanlara benzemeyen, şişmanca, bir hayli bakımsız, üstünde yaz gününe uygun, basit bir elbise var. Ama elbise muhtemelen yıllar öncesinden kalma ve kadının bembeyaz fakat şişman bacaklarının hayli üstünde. Hatta biraz eğilince çok yukarılara tırmanıyor. Pek ‘makul’ bir giyim olmadığı, kadının bir ev kıyafetiyle alelacele evden fırladığı anlaşılıyor. Terlemiş, kısa kesilmiş saçları darmadağınık, makyajsız. Hırsla içeri dalıyor, öfkeyle ve biraz da garip bir aksanla ve şiddetle konuşuyor.
Attilâ İlhan ayağa kalkıyor, kadını selamlamak falan istiyor ama ne mümkün, karşısındaki makineli tüfek gibi laf yağdırıyor. Hiç oturmuyor, konuşurken hep ayakta, geziniyor.
Çeviri yaptığını anlıyorum. İlhan’ın şiirlerini Fransızcaya çeviriyor. Bazı sözcükleri karşılaştırıyor, soruyor, tartışıyor. Daha doğrusu bir şiirin adıyla uğraşıyor, ‘yasak sevişmek’i, ‘amour impossible’ olarak karşılamak çabasında ama İlhan ‘olmaz’ diyor, ‘o başka bir şiirin adı zaten’. Sonra fırtına gibi girdiği odadan, hiç oturmadan aynı ‘öfori’yle fırlayıp gidiyor. Attilâ İlhan her zamanki sakinliğiyle dönüp ‘ne yapabilirim ki’ dercesine, ‘Nimet Arzık’ diyor. Sonra da her zamanki sakin ama heyecanlı ve konu avucunun içindeymiş, bildiğini başka kimse bilmezmiş edasıyla Arzık’ı anlatıyor.
Arzık’ı elbette biliyordum. Entelektüel kapasitesi hayli yüksek evimize giren onca gazetenin birinde köşe yazıları yazıyordu ama kişi olarak kimliğinden, geçmişinden hiç haberim yoktu. Başbakan Adnan Menderes’in Londra dönüşü geçirdiği uçak kazasında ölen Basın Yayın Genel Müdürü Şefik Arzık’ın karısı olduğunu ve hayatının ilginç öyküsünü bir çırpıda öğrendim o gün. Bu kadar ilginç bir yaşamöyküsü sanırım bir de Prof. Nermin Abadan-Unat’ta bulunur.
Babası Türk, annesi Polonyalı, Arzık’ın. Dışişleri Bakanlığı’nda çok etkili olmuş, Çerkes kökenli Carım ailesinin çocuğu. Ermeni örgütleri tarafından öldürülen Büyükelçi Taha Carım ağabeyi. 1921’de Bornova’da doğuyor. Babası gazeteci ve uzun yıllar Fransa’da yaşamış. Fransız gazetelerine yazdığı gibi kendisi de Fransızca bir gazete yayınlamış. Erken bir yaşta ölüyor. Arzık bir süre sonra da Polonya’da tıp fakültesinde okumuş annesini kaybediyor. Polonya’ya gidiyor, epey bir süre annesinin akrabaları yanında kalıyor. Savaşın ilk yıllarında Polonya’da olduğundan o zulme tanık oluyor. Ailesinden 40’tan fazla insanın yok olduğunu yazıyor. Yahudi soykırımına mı kurban gittiklerini bilmiyorum. Lehistan’a gitmeden önce İstanbul’da Notre Dame de Sion’da okuyor.
Babası vefat edince aileyi himayesine almış kardeşi Fuat Carım savaş yıllarında Milano’da Büyükelçi. Arzık 1942-46 arasında onun yanında kalıyor. Ağabeyi Taha Carım o yıllarda Vichy’de ve Atina’da görevli. Savaş bitince Türkiye’ye dönüyor. Bu yaşam onu besbelli ki, ‘poliglot/çokdilli’ bir insan yapmış. Fransızcanın yanında anadili Lehçeyi bildiğinden, Rusçayı öğrendiğinden ve İtalyanca konuştuğundan, bu olayları düşününce, hiç kuşkum yok. Bütün bunları bir zamanlar çok meşhur olmuş Tek At Tek Mızrak isimli kitabında oldukça ayrıntılı şekilde anlatıyor. O arada yazayım, Fuad Carım edebiyatçı yanı olan, müthiş kültürlü bir diplomat. Birçok kitap yazmış. Hayli ilginç şeyler. Taha Carım da Neruda’yı çevirmişti. Orhan Pamuk’un Beyaz Kale romanı nedeniyle gündeme gelen Pedro de Urdemelas’ın yazdığı Kanuni Devrinde İstanbul isimli kitabının mütercimi de Taha Carım’dı.
Öteden beri Türk modernleşmesinin Cumhuriyet sonrası döneminin hayli içine kapalı, tıpkı ‘otarşik’ ekonomi gibi ‘otarşik’ bireyler yarattığını düşünürüm. Büyük, evrensel olayların içinde yer almış, çağına o kaynaşmanın içinden tanıklık etmiş birkaç kişi sayarım ancak. Ama Cumhuriyet öncesi, Osmanlı’nın son dönemi bunun dışındadır. Başta Şevket Süreyya Aydemir ve kuşağı gelir. Lenin’i gördüğünü şimdi anımsamıyorum ama Stalin’i ve Troçki’yi kürsüde dinlemiş, Enver Paşa’yla oturup konuşmuş bir kişiydi Aydemir. Nâzım Hikmet aynı yıllarda Moskova’da arkadaşıydı ve devrimin sıcak ateşini alnında duyup ‘Açların Gözbebekleri’ni yazıyordu. Muhsin Ertuğrul, Paris’te ve Berlin’de yıllar geçirdikten sonra iyi kötü yetişmiş bir kişi olarak Moskova’da ona katılıyordu. Bunlar gerçekten dünya ölçeğinde olaylardır. Yunan İç Savaşı’nda gerilla ve sonra tabur komutanı olan Mihri Belli’nin 1970 sonrası maceraları da ayrı bir paragraftır.
Jön Türkler konusunda daha fazla şey söylenebilir. Ömürlerini sürgünde geçiren bu insanların Rus devrimcilerle etkileşimi, onları ne derecede etkilediği ve onlardan ne ölçüde esinlendiği kısmen Türklüğe İhtida kitabında Hans-Lukas Kieser tarafından, bir ölçüde de henüz Türkçeye çevrilmeyen Nader Sohrabi’ninRevolution and Constitutionalism in Turkey and Iran kitabında anlatılır. Ahmet Rıza başlı başına bir karakterdir. Yıllar önce Kültür Bakanlığı’nda çalışırken onun yaşadığı yere adını taşıyan ve orada çalıştığını gösteren bir plaket çakılması için uğraşmıştım. Dönemin Osmanlı devrimcileri Rus devrimcilerden daha az önemli değildir.
Arzık bu tür kişilerden. Ve ne yazık ki, birikimini bir alana teksif edememiş yeteneklerden. Diller üstünden gelen kabiliyetini zaman geçince gazeteciliğe hasrediyor. O dönemin iyi yetişmiş kadınlarında görülen, öncü bir hareket aslında. O sırada Şefik Arzık’la evleniyor ve öylelikle de politika kulislerine giriyor. Politika onun için ikili bir anlam taşıyor. Bir kere sonuna kadar Demokrat Parti’ye ve Menderes’e, ardından da devamı olan Adalet Partisi’ne ve Demirel’e sadık kalıyor. İnönü’ye karşı hep çok tepkili ve mesafeli. Bitmeyen Kavga İnönü isimli kitabı, DP-AP çevrelerinde dolaşan ana ‘şaia’yı bir kere daha temellendirmek için yazılmıştır: O kesimin haklı olarak üstünden atamadığı 27 Mayıs 1960 darbesinin müsebbibi İnönü’dür.
Demirel’i de, o çevreyi de çok yakından tanıdım. Temel özelliklerinden biri kadroların birbirine bağlılığı, birbirini müthiş bir ‘terbiyeyle’ veya ‘görgüyle’ desteklemesi, savunması, ‘tutması’dır. Edmund Burke’nin klasik ve yüksek muhafazakârlığın en önemli unsurlarından saydığı ‘hiyerarşilere saygı’ bu çevrede sonuna kadar geçerli bir kuraldır. Menderes’i İpe Götürenler’in yazarı Arzık’ı Demirel’in de DP geçmişinden gelen eşini o yolda yitiren birisi ve kendisine yakın bir gazeteci sıfatıyla benimsediği, saydığı, önemsediği besbelli. Öyle olmasa AP’nin Romanı, Demirel’in İçi Dışı kitaplarını yazmazdı, Zincirbozan: Bir Yaz Boyunca kitabını kaleme almazdı ki, yayın tarihi 1986’dır. Demektir ki, Arzık 1950’lerin ortasından 1980’lerin sonuna kadar aynı doğrultuda kalmış, aynı kadrolarla meşgul olmuştur. Bir de Yasaklı Liderin Dönüşü ve Özal isimli kitabı vardır ki, hiç anlamamışımdır, bendeki nüshası Eskişehir’de basılmış ve 1986 tarihini taşıyor. Acaba iktidarın Özal’a kaydığını görüp bu nedenle mi kaleme almıştı?
Bu gerçekten unutulmuş, 1989’daki ölümünden sonra adı sanı silinmiş yazarın benim ayrıca önemsediğim çok önemli üç yapıtı var. Biri yukarıda değindiğim, özyaşamöyküsü olan Tek At Tek Mızrak. Üç ciltlik bu kitabın birinci cildi ailenin ve kendisinin öyküsüdür. İkinci cildi DP’yi anlatır. Üçüncü cilt nispeten çalakalemdir. Ama üç kitap ürpertici bir tarih ortaya koyar. Unutmayalım ki, 1921’de doğmuş ve başından onca macera geçmiş genç kadın Türkiye’ye 1946’da, Milli Şef yıllarında dönmüştür ve Ankara’dadır. O dönemi daha çarpıcı, alaycı, ‘şiddetli’ şekilde anlatan çok az metin vardır. Cumhuriyet dönemi tahlillerini asıl bu tür metinlerde izlemek gerek. Kendi kısıtlı bilgileriyle kendilerini dünyanın merkezi sanan insanlara mukabil, dünyayı görmüş bir kadının gözlemleri ürperticidir ve bize dönemin grafiğini verir. Sonra DP’nin kuruluşu ve nihayet kendi serüveni.
Bu kitapların belli bir önemi olsa da, benim dikkatimi çeken yapıtları insanlar hakkında yazdığı biyografik makaleler veya portre yazıları diyeceğim metinlerini topladığı kitaplarıdır: Çetin Altan’dan Demirel’e Ek Kişiler Zinciri ve Uç Beyleri.
Her iki kitap da zannederim Arzık’ın gazetelerde ve dergilerde yayınladığı yazıların derlemesidir. Bir başka yazıda Yusuf Ziya Ortaç’ın Portreler kitabına değinirken belirttiğim gibi, portre yazıcılığı bizde yok denecek kadar azdır. Bireyleşmenin çok sınırlı olduğu, tekil insan karakteristiklerinin ifade ettiği anlamdan çok cemaat yapısına ait göstergelerin önemsendiği, ayrıksı ve aykırı insandan çok ‘uyumlu’ insanın toplumsal bir ittifakla öne çıkarıldığı bir anlayışta biyografi yazılmaz. Hele otobiyografi hiç yazılmaz. ‘İtiraf’ geleneğinin olmaması, suç işlemek, günah işlemek kavramının somutlaşmadığı, hatayı kabul etmenin değil, mümkün olabildiğince ret ve inkâr etmenin, dolayısıyla yalan söylemenin muteber olduğu toplumlarda otobiyografi de olmaz. Vakanüvislik olur. Bio veya otobio diye yazılan kitapların çoğu böyledir, kişi içinde yaşadığı olayları anlatır, kendisini değil. Hatta bizim 150 yıllık roman ve öykü geleneğimiz de bu açıdan bakılırsa büyük ölçüde maluldür.
Bir siyasetçiyi, edebiyatçıyı ya da sanatçıyı kişisel özellikleri, onları hazırlayan gizli nedenleri, ‘tedirgin edici’ bir portre içinde anlatan kaç yazı gösterilebilir? Demirel’in köy çocuğu olduğu bilinir de, bu gerçeğin onun kişiliğindeki davranış kalıplarına nasıl dönüştüğünü yazan bir metne ben rastlamadım. Eh, ne yapalım, Napoleon’u anlatan Chateaubriand’ımız yok. Belki 20. yüzyıl başında Avrupa’ya hâkim olan psikanaliz biraz daha yerleşik bir kültür unsuruna dönüşseydi durum farklı olacaktı. Bir de şunu söyleyerek tamamlayayım: Eğer daha fazla roman okuyan ve yazan bir toplum olsaydık, (ama şu son 20 yılda yazılanları kast etmiyorum, hele bu dönemin ‘ilk roman’larını hiç!..) benim ‘insan merakı’ dediğim alanda da başka bir behremiz olurdu. Kabul edelim ki, bu konu özünde Fransız ve Amerikan kültürlerinin verimidir. Fransızlar bırakın başkalarının öyküsünü anlatmayı, hayatı alabildiğine trajikleştirerek kendileri bir roman kişisi gibi yaşar. Amerikalılar ise bireyliğin uç sınırlarında dolaşarak, her şeyi onda başlatıp bitirerek insandan başka bir şeyle ilgilenmez. Herhalde birkaç bio veya otobio kitabının yayınlanmadığı bir gün de yoktur o ülkede.
Nimet Arzık’ın bahsettiğim iki kitabı bu eksiği hem vurgular hem doldurur. O kuşak dünyaya ‘Fransızlık’ gözlüğünden bakardı. Arzık hayatı boyunca dediği gibi ‘tek at tek mızrak’ olarak yaşamış, anarşist ruhlu, darbelere, işkenceye ve her türlü baskıya direnmiş birisi olarak insan denen malzemeyle yakından ilgilenmiş. İlginçtir, Fransa’da yayınlanmış kitapları genellikle şiir antolojileri ve edebiyat çevresinde dolaşan kitaplar. Ama Atatürk ve Mimar Sinan bio’ları da düşünülürse bu konudaki merakı belli: Muhtemelen edebiyatçı olacaktı, olmadı, cesaret edemedi, denk getiremedi. Şiir çevirerek o boşluğu doldurmak istedi. Çevirileri elbette doğru ama Orhan Veli’nin, Sabri Esat’ın veya Can Yücel’in, Melih Cevdet’in yabancı dillerden Türkçeye yaptıkları çeviriler düzeyinde değil. ‘Sadık’ çeviriler.
Arzık’ın asıl edebiyatçılığı bu portre yazılarında. Örnek mi? İşte geçenlerde terk-i dünya eden Cüneyt Arkın hakkında yazdıkları. Onun (belki de) içinde sakladığı gizli şiddet duygusunu deşen, irdeleyen yaklaşımları. Siyaset her zaman siyasal kavramlarla yapılmaz. Örnek mi? Demirel hakkında yazdıkları. Onun kişiliğini biçimlendiren, kimsenin gözüne çarpmayan özellikleri. Çetin Altan bir dönemin en parlak ismiydi. Onu o mertebeye neler taşıdı diye soranlar Arzık’ın kısacık yazısına mutlaka bakmak zorundadır. Uç Beyleri’ndeki yazıları ben diğer kitaptaki kadar parlak bulmasam da, Münir Nurettin Selçuk’u veya dünya şampiyonu (Çerkesliğini kimsenin anımsamadığı) Ahmet Ayık’ı okuyanlar gözlerinin önünde yepyeni ufukların açıldığını görecektir. Zeki Müren yazısının yeri çok ayrıdır. Tıpkı çok önemsediğim ve hakkında çok daha fazla şey yazılmasını beklediğim Süreyya Ağaoğlu yazısı gibi. Vehbi Koç hakkında söyledikleriyle Hacı Ömer Sabancı ve oğulları konusunda dile getirdikleri iki büyük sermayedarı ve zengini farklı boyutlarda izlemek isteyenleri bekler.
Bunlar büyük, görkemli, iyi çalışılmış, derinlemesine çözümlemeler içeren yazılar değildir. Gelişigüzel yazıldığı bile söylenebilir. Onları keskin bir zekânın, külyutmaz bir kişiliğin, hırslı ve hayli öfkeli bir benliğin kalemi yazmıştır. Dünyayı tanıyan bir bilinç, geniş bir kültür etrafına bakmakta, kıvılcımlar çakmakta ve çoğu zaman da kırk birinci odanın kapısını aralamaktadır. Kılıcını acımasızca üşürmüş, yıldırımlar yağdıran oklarını atmış, şeytanın eline verilmiş üç uçlu mızrağı onun elinden alıp konu edindiği kişinin ta yüreğine saplamıştır.
Ne yazık ki uzunca bir dönem dünyayı gazete yazılarıyla idare ettik. Şimdi ondan da mahrumuz. Arzık artık nesli tükenmiş, son örneği kesinlikle Çetin Altan olan bir yazıcılığın ilgi çekici örneğiydi. Unutulmuş olması bir gerçeği gösterir: Dünyaya kültürün içinden bakmayı, kimseyi önemsemeyi, bir gerçekliğin üstünde düşünmeyi, yorum yapmayı artık hiç mi hiç sevmiyoruz.
Arzık’ın hakkında yazdığı insanların da çoğu unutuldu. Kültürü oluşturan, ortak bilinçdışını hazırlayan, kümelenmiş bilgiyi meydana getiren ve kültürel benliği ortak bellekle bütünleştiren kişilerin sembolik değeri daima hegemoniktir. Ama o hegemonya doğallıkla ve kendiliğinden işler. Mesele onu teşrih etmek ve çözümlemektir. Bu, adı geçen insana değil, bizatihi topluma dönük bir girişimdir. Toplumsal bilinç bu türden bir çaba ne kadar gösterilirse ancak o kadar anlaşılır. Yaşadığımız birçok sorunun temelinde kendimizi tanıma anlamına gelecek bu girişimlerin eksikliği yatıyor.
Öteden beri aynı şeyi düşünürüm: Toplumsal kimlik araştırmaları biraz psikanalizdir, dolayısıyla yorucu, hatta yıpratıcıdır. İnsanın kendisiyle yüzleşmesi zordur. Bir de aynaya bakmakla ilgilidir bu iş. Ayna evresini Lacan’a göre çocuk altı aylıkken yaşar ve kendisini aynaya gösteren ebeveynle imgesi arasında bir ilişki kurar. Zaman ve benlik gelişimi onu dönüştürecektir. Ama nereye? Patolojik bir narsisizme mi? Muhtemelen Türkiye’de böyle bir noktadayız. Benliğimiz o kadar şişkin ki, onu meydana getiren unsurları bile dikkate alamıyoruz.
Bu bambaşka bir yazının konusudur ama şimdi yapılacak iş Nimet Arzık’ı yeniden okumaktır.
•