Çeviri dünyasındaki canlanma hali, paradoksal biçimde, çeviri pratiğinin her anlamda değersiz görüldüğü bir ortamda gerçekleşiyor...
04 Haziran 2015 16:00
2011 yılında Paris’te sosyal bilim çevirileri konusunda düzenlenen bir toplantıda, Fransa’nın büyük yayınevlerinden birinin telif hakları sorumlusu, son senelerde Türkiye’nin, birkaç Latin Amerika ülkesi ve Güney Kore ile birlikte, felsefe ve sosyal bilim alanlarında en çok telif hakkı satın alan ülke olduğunu söylüyordu. Gerçekten de, en azından son 10 yıldır, ülkemizde çeviri alanında gözle görülür bir canlanma var. Bu yazıda niyetimiz, söz konusu canlanma durumunun çeviri sektörünün yapısal sorunları üzerindeki etkisini, bu sorunları dönüştürmeyi veya çözmeyi ne kadar sağlayabildiğini tartışmaya açmak. Zira bu sorunların yalnızca yayıncılar ve çevirmenler arasındaki özel sohbetlerde değil, daha geniş bir kamusal tartışmanın içinde konu edilmesi faydalı olabilir. Bu yazıdaki tespit, değerlendirme ve öneriler, elbette yalnızca kendi deneyim ve izlenimlerimizden kaynaklanan bir çerçeveyle sınırlı. Esas olarak amacımız, Türkçe felsefe ve sosyal bilim çevirileriyle ilgili açık sözlü bir tartışma ortamı yaratmaya katkıda bulunmak (Tuncay Birkan’ın da söyleşisinde belirttiği gibi, biz de felsefeyi sosyal bilimden ayırmak gerektiğine inanmıyoruz). Bu tartışmanın bakış açısını sorunlu noktalardan itibaren kurmak, bir anlamda kötümser bir tablo çizecek olsa da, sorunların en azından adını koymaya çalışmak, onları çözmek için bir adım olabilir.
Çevirmenler açısından söz konusu yapısal sorunların en başında, konuşmaktan en çok imtina edilen maddi konular geliyor. Bilindiği gibi ülkemizde para konusunu dile getirmek genel olarak ayıp kabul edilir, hele de bu, emeği karşılığında üç kuruşla geçinmeye çalışanlar tarafından yapılıyorsa ve söz konusu emek, temel eserlerin dilimize kazandırılması örneğinde olduğu gibi, ulvi amaçlara hizmet ediyorsa. Zira genç çevirmenlere veya yayıncılık hayatına katılmak isteyen, yolun başındaki editörlere, bu entelektüel ortamın ucundan da olsa bir parçası olmak, toplumumuza bu zengin fikirlerin mal edilmesi sürecine katılabiliyor olmak, başlı başına bir lütuf olarak sunulur! Yapacağı işin karşılığında para kazanmayı beklemek, karnını düşünsel faaliyetle doyurabilmesi gereken bu insanlar için en iyi ihtimalle bir küçük burjuva alışkanlığı, en kötü ihtimalle de açgözlülük belirtisidir.
Oysa işin maddi kısmının konuşulmasını ayıplamak, herhalde her şeyin aynen bu şekilde sürmesini sağlamaktan başka bir işe yaramıyor. Bugün Türkçeye bir felsefe kitabı çevirdiğiniz zaman, bu kitabın mesela 1000 adet basılacağını ve 15 liradan satılacağını varsayarsak, alacağınız ücret genellikle toplam satışın yüzde sekizine, yani bu örnekte 1200 liraya tekabül eder. Tam zamanlı çalışan bir çevirmenin, 300 sayfalık bir kitabı gecesini gündüzüne katarak ve hakkını vererek yaklaşık 3 ayda çevirebileceğini düşünürsek, asgari ücretin yarısını bile bulmayan bir gelirle geçinmesi beklenmektedir. Öte yandan, aynı işi örneğin Fransa’da yapan bir çevirmen, sayfa başına ortalama bir hesapla 20 Euro kazanmaktadır; dolayısıyla verdiğimiz örnekte çevirmenin toplam geliri 6000 Euro, yani 18.000 TL civarındadır, bu da Türkiye’de çalışan bir çevirmenin aldığı ücretin tam 15 katına tekabül eder. Elbette böyle bir karşılaştırma yaparken Fransa ve Türkiye arasındaki tüm farkları göz ardı etmek niyetinde değiliz. Karşılaştırmayı daha sağlam bir zemine oturtmak açısından, Fransa örneğinde çevirmenin kazandığı paranın ülkedeki asgari ücretten biraz fazla olduğunu, Türkiye’de ise asgari ücretin yarısını bile bulmadığını belirtelim.
Buradan hareketle, meselenin kimi boyutlarını daha iyi anlayabiliyoruz. Öncelikle, haksızlık yapmamak adına, Türkiye’de son yıllarda görülen canlanma halinin Fransa çeviri piyasasında pek rastlanmayan bir durum olduğunu söyleyelim. Maliyetleri kısma derdindeki Fransız yayınevleri, mümkün olduğunca az çeviri eser yayınlıyor ve uluslararası düzlemde tartışmalara yön veren birçok kitap, özellikle de İngilizce kitaplar, Fransız entelektüel hayatına gözle görülür bir gecikmeyle dâhil oluyor. Öte yandan, verdiğimiz örnekteki hesaptan da anlaşıldığı üzere, Türkiye’de yaşanan canlanma hali ile ucuz işgücü arasında kopmaz bir bağ var. Başka bir deyişle, sürümden gelen bu canlanma, bir tür sömürü düzeninin devam etmesini engellemiyor.
Bu durumun en önemli sebeplerinden biri, çevirmenlik mesleğinin muğlak statüsü. Fakat burada bir tür kısırdöngüyle karşı karşıya olduğumuzu da unutmayalım. Türkiye’de çevirmenliğin -başka birçok meslek gibi- oldukça güvencesiz bir meslek olması, yukarıda bahsettiğimiz sorunu doğurmaya katkıda bulunduğu gibi, bu sorunun doğal bir sonucu olarak da ortaya çıkıyor. Çok genel bir çerçeveye sadık kalmak suretiyle, her yayınevine ve hatta her kitaba göre keyfi olarak değişebilen çeviri sözleşmeleri, çevirmenlik mesleğini bu güvencesiz duruma hapsediyor. Dolayısıyla Türkiye’de çeviri, esasen ek iş olarak yapılan bir faaliyet gibi görünüyor. Akademik kriterler bakımından çevirinin değersizleştirilmesi, çeviri puanının harcanan çabaya değmeyecek kadar az (hatta bazı aşamalarda sıfır) olması da bu güvencesizlik durumunu güçlendiriyor ve çeviride uzmanlaşma ihtimalini azaltıyor. Bu karanlık tabloda bize ümit veren nadir unsurlardan biri, Çevirmenler Birliği (ÇEVBİR) gibi, çalışanların kendi örgütlenme güçleriyle ayakta kalan meslek kuruluşları.
Bu maddi imkânsızlık koşullarında, belirli bir (veya birkaç) alanda uzmanlaşmış ve yaptığı işten hayatını kazanabilen profesyonel çevirmen sayısı, Türkiye’de yok denecek kadar az. Bu durumda uzmanlık konusunda ısrarlı yayınevlerinin önündeki ilk seçenek akademisyenlere yönelmek. Oysa akademik dünyada felsefe ve sosyal bilim uzmanları –yukarıda belirttiğimiz ve şüphesiz haklı olan sebeplerle- çeviri yapmaktan genellikle uzak duruyor. Kimi durumlarda bu çeviriler uzmanlaşmamış genç çevirmenlere –özellikle öğrencilere- cüzi ücretler karşılığında yaptırılıyor. Kimi durumlarda ise, hangi alanda uzmanlaştığı belli olmayan “çekirdek “ bir çevirmen kadrosuna her türden çeviri teslim edilebiliyor. Bu seçenekte, çevirinin sorunlu olacağı aslında baştan biliniyor ve yine çoğunluğu genç veya öğrenci olan, üstelik çevirmenlerden de düşük ücrete çalıştırılan “redaksiyon emekçilerine” bu sorunlu çeviriler havale ediliyor. Dolayısıyla, görece büyük yayınevlerinin yayınladığı, farklı zamanlarda çalışmış dört farklı stajyerin çevirdiği ve iki farklı redaktörün düzelttiği çevirilere rastlamak, Türkiye piyasasında hiç de zor değil!
Sonuçta, çeviri sektörünün yapısal sorunlarının ilki olarak tanımlanması ve tespit edilmesi gereken bir güvencesizlik ve onun getirdiği bir amatörlük haliyle karşı karşıyayız. Bugün Türkiye’de çeviri ve kitap dünyasıyla ilgilenen herkesin fark ettiği canlanma halinin arka planında, böyle olumsuzluklar da mevcut. Bize kalırsa bunu görmezden gelmektense dillendirmek, çeviri dünyasında yakalanan ivmenin olumlu bir yöne doğru çevrilmesi için bir adım olabilir. Çok iyi çevirilerin yanı sıra, kitapların baştan sona yeniden çevrilmesini gerektirecek kadar sorunlu çevirilerin de yayınlanması, okurların çeviriye güvenmemesi gibi bir sonuç doğuruyor. Bu açıdan bakıldığında, özensiz çevirilerin hem Türkçede akademik çalışma yapmayı zorlaştırdığını, hem de yabancı dilden okuma imkânı olmayan kesim için ciddi bir eşitsizlik hali yarattığını unutmayalım.
Çeviri yayıncılığının güncel durumuyla ilgili değerlendirilmesi gereken diğer bir nokta da, bahsedilen canlanma halinin Türkçede eksikliği çokça hissedilen klasik eserlere yeterince yansımıyor olması. Özellikle felsefe ve sosyal bilim alanlarında klasikleşmiş yazarların çevirisi konusunda büyük bir boşluk olduğu herkesin malumu. Yine Avrupa ülkeleriyle bir karşılaştırmaya gidecek olursak, Almanya’da Suhrkamp, Fransa’da Gallimard gibi, maddi imkân konusunda görece az sıkıntı çeken yayınevlerinin bu konuda inisiyatif aldığını ve klasik eserleri –daha önce yayımlanmış dahi olsa- düzeltilmiş çevirilerle yayımladığını hatırlatabiliriz. Özellikle Türkçe edebiyat alanında, kimi durumlarda da yabancı dilden edebiyat çevirileri konusunda yapıldığına şahit olduğumuz bu türden bir girişim, maalesef felsefe ve sosyal bilim alanında henüz gerçekleşmedi. Türkiye’de de en geniş ekonomik imkânlara sahip yayınevlerinin, böyle bir klasik çeviri hamlesiyle canlanma hareketine katkıda bulunması beklenebilir. Ayrıca, bu yayınevlerinin dışında, Türkiye’de çeviri alanında rüştünü ispat etmiş yayınevlerinden de, kendi yayın çizgilerini oluşturmak için gösterdikleri haklı özeni, bu çizgideki kitapların aslında temelini oluşturan kimi klasikleri çevirme konusunda da göstermeleri beklenebilir. Üstelik bu eserlerin büyük çoğunluğu uzun yıllardır telif hakkından muaf durumda. Buna rağmen ikincil kaynak çevirilerindeki bollukla ana kaynaklardaki yoksulluk arasında ciddi bir tezat var. Son zamanlarda Türkçenin felsefe dili olarak kullanımı konusunda yapılan tartışmalara, bu açıdan da bakmak faydalı olabilir. Klasik eserlerin Türkçede yayınlanması, ya sorunlu olduğu çoğunlukla kabul edilen çevirilere ya da dergi yazılarındaki parçalı çevirilere indirgenmiş olduğundan, bu konuda tutarlı ve uzun soluklu bir girişime özellikle ihtiyaç var.
Son olarak çeviri dünyasındaki canlanma halini, okurların ne kadar muhatap alındığı sorusu üzerinden değerlendirmek mümkün. Bu açıdan bakıldığında, özellikle felsefe ve sosyal bilim çevirilerinin, İstanbul ya da Ankara’da olduğu kadar örneğin Diyarbakır’da da ilgi gördüğünü hatırlamak, bu çeviri canlılığının yeni coğrafyasını anlamak açısından önemli. Çevrilen kitaplar etrafında tartışma ortamları oluştururken, bu çeşitliliğin hesaba katılması verimli olabilir. Örneğin kitap fuarları vesilesiyle hâlihazırda gerçekleşen yayıncı- okur buluşmalarına çevirmenlerin de dâhil edilmesi ilginç olacaktır.
Özetle, çeviri dünyasındaki canlanma hali, paradoksal biçimde, çeviri pratiğinin her anlamda değersiz görüldüğü bir ortamda gerçekleşiyor. Bu koşullarda, canlanmanın esas dinamiği olduğunu düşündüğümüz okurlardan gelen ilginin karşılığı olarak, yayın sektöründe de çevirmenlik faaliyetinin somut değerinin teslim edilmesini ümit edebiliriz. Çevirmenliğin daha profesyonel bir karakter kazanması, entelektüel tartışma alanının zenginleşmesi için şüphesiz önemli bir adım olacaktır.