"Türkçe edebiyat önerisine ‘ne yani yılların oturmuş teriminden vaz mı geçeceğiz’ diye ‘bilimsel’ bir tepki vermek bilim adamı lafı yerine cinsiyet açısından nötr olan ‘bilim insanı’ lafını kullananlara ‘ne yani yılların adam lafından vaz mı geçiyoruz’ demek kadar abestir."
30 Kasım 2020 15:39
Yıllar önce Murat Özyaşar’ın öykülerine dair yazdığım “Sarı ve demonik bir kahkaha” adlı yazıyı, yayınevine seslenen şöyle bir itiraz notuyla bitirmiştim:
“Kitabın kapağında ‘Türk Edebiyatı/Öykü’ yazıyor. Tam da tek ulus, tek dil, tek edebiyat meselesini sorunsallaştıran bir kitabın üzerinde, bazı yayınevlerinin daha ‘siyaseten doğru’ bir tavırla yapmaya başladığı gibi Türkçe Edebiyat yazması gerekmez miydi? Kitap tam da bu tek dil, tek edebiyat meselesine bir itiraz cümlesiyle bitiyor.”
Bu yazıyı yazdığımda yıl 2015’ti ve bu “Türk edebiyatı” ısrarından, Özyaşar’ın kitaplarını basan yayınevi gibi birçok yayınevi de vazgeçmiş değil. O yazının sonunda bu notu düşmemin sebebi, yayınevinin bastığı kitabın ‘anlatmak için çırpındığı’ bir şeyi, iki dilli olma ve belki de Özyaşar’ın dediği gibi, ‘kırık bir dille’ yazma, iki dil arasında gidip gelme meselesini kapağına taşımak konusundaki umursamazlığıydı. Bu umursamazlık ve vazgeçmeyiş, Türkiye’deki kültürel politikalar ve dil politikaları düşünüldüğünde, şaşırtıcı değil ve aslında pek masum da değil. Türkçe yazan herkesin ‘Türk’ addedilmesi ve ‘Türklerin yaptığı’ edebiyata dahil edilmesi yerine, Türkçe edebiyat demenin kolaylığı ve güzelliği sanki çok derinlerde bir yerde bir ‘milliyetçi’ (ya da yerine göre, ‘ulusalcı’) muhafazakârlığa çarpıyor gibi. Milliyetçilik semptomlarının nerede nasıl karşımıza çıkacağı belli olmaz: Her kültürel üründe, her sözde, şarkıda, romanda, yayınevi politikasında, müfredatta, okulda, hastanede, kışlada ve hatta barlarda ve meyhanelerde birden karşınıza dikilevirir. Bugünlerde Kıraathane bünyesinde bir ‘Milliyetçilik Tartışmaları’ dizisi devam ederken, milliyetçilik denilen şeyin nasıl mikro düzeylerde işlediğini ve her gün ne acayip şekillerde ve kendini gizleyerek karşımıza çıktığını görürken (evet, kendini gizler zira Althusser’in dediği gibi, ideoloji asla ben ‘ideolojiyim’ demez, başka biçimlerde kendini doğallaştırır ve kendini şeylerin doğal hali gibi sunar) bu Türk edebiyatı / Türkçe edebiyat tartışmasının da tekrar başlaması hayırlı oldu: Dil ve adlandırma konusu ve edebiyatın ta kendisi milliyetçi fikirlerin yuvalandığı en mühim alanlardan biri.
K24'teki bu tartışmayı Mesut Varlık “Tartışılmayacak bir Tartışma” adlı yazısıyla başlattı. Varlık bu ‘tartışma’ya dair genel bir manzara çiziyor ve yazıya adını veren gizli ‘tartışma’ yasağına gönderme yaparak, aslında son derece ‘nesnel’ bir konu olarak tartışılması gereken bu ‘adlandırma’ meselesinin bazı yazarları nasıl ve niye rahatsız ettiğini çok iyi gösteriyor. Bu ‘rahatsızlık’ meselesi de zaten milliyetçiliğin en sevdiği şeylerden biridir: Bazı konular vardır ki ‘hassas’tır ve siz o konuya ancak o ‘hassasiyetler’in izin verdiği ölçüde girebilirsiniz yoksa işin ucu birçok yazar çizerin başına bela olan o meşhur ve meşum ‘madde 301’e kadar gidebilir. Bu konu üzerine çok şey yazılabilir, şimdilik Varlık’ın yazısında bahsettiği ama çok da kurcalamadığı bazı ‘tartışmayınız’ itirazlarına bakmak istiyorum. Bir konu tartışmaya açıldığında o tartışmanın ne kadar elzem ve gerekli olduğunu, tartışmayı engellemek isteyen ‘hassasiyet’ sahibi arkadaşların feveranına bakarak anlayabilirsiniz. Ben biraz bu anakronik ve muhafazakâr feveranın sebebini anlamaya ve Varlık’ın söylediği şeyleri bir başka açıdan desteklemeye çalışacağım.
Varlık, tartışmasını 25 yıl önce Mehmet Yaşın’ın Türkçe Şiir önerisini ortaya attığında ‘başına gelenler’ üzerinden ilerleyerek kuruyor ama bu tartışmanın (çoktan kapanmış olması gereken bir tartışma)[1] bugün de bazı ‘hassas’ kalemler tarafından baştan engellenmeye çalışıldığını belirtiyor. Yazıda dipnotta bahsi geçen günümüz ‘hassas’ kalemlerinden biri Özdemir İnce. Olay şöyle: İnce, Cumhuriyet’te yayınlanan yazısında Şükrü Erbaş’ın müthiş bir ‘ince’likle yazdığı bir itiraz metnine ‘kalın’ bir sopa gösteriyor. Aslında yazısı pek de yazı sayılmaz, yazının çoğu Erbaş’ın metninden alıntı. –Sağolsun, böylece Erbaş’ın kitabındaki metni de bir güzel okumuş oluyoruz. Erbaş şöyle diyor:
“İnsanlar tarih boyunca göçler, savaşlar, doğal afetler, daha başka pek çok nedenlerle bir başka dilin içinde yaşamak zorunda kalmışlardır. Ya da kendi coğrafyalarında egemen halkın dilini öğrenmek zorunda kalmışlardır. Bu yeni hayat, onları usul usul anadillerinden uzaklaştırmıştır… İnsanlar ister istemez bir süre sonra içinde yaşadıkları dille konuşmaya, yazmaya başlamışlardır. Böyle bir gerçeklik içinde yazmak durumunda olan insanların ikilemi tam da burada yatmaktadır. Türk değil ama Türk edebiyatının, İngiliz değil ama İngiliz edebiyatının, Alman değil ama Alman edebiyatının başarılı örneklerini vermişlerdir… Biliyoruz ki etnik kökenimiz ne olursa olsun, hangi dilde edebiyat yapıyorsak, yaptığımız edebiyat o dile aittir. Ancak bu, o dille edebiyat yapan kişiyi, o dilin milliyetine ait kılmıyor... İşte bu edebiyatı adlandırmak, bizi getirip, bir yüzü edebiyat, bir yüzü etnisite olan bir bıçak ağzında bırakmaktadır… sanırım ‘Türkçe edebiyat’ adlandırması bizi yukarıda andığım örnekler karşısında zor durumda bırakmayacak doğru adlandırma olacaktır.”
Erbaş’ın bir ‘minör’ edebiyat damarı üzerinden zarif bir tereddüt ve incelikle ‘sanırım’ diyerek Türkçe edebiyat lafını tercih etmeyi önermesi karşısında İnce’nin hakaretamiz ifadelere başvurması gerçekten hayret verici:
“Şükrü Erbaş, Türklüğün bir ırkı değil, bir vatandaşlığı... temsil ettiğini bilmeyen cahil ve ırkçı bir yazar sanki.”
Böyle bir cümle, eğer şahsa hakaretin Türklüğe hakaret kadar önemli sayıldığı bir ülkede yaşıyor olsaydık, İnce aleyhine bir davayı gerektirecek kadar talihsiz ve kötü niyetli bir cümle sayılmalıydı. İnce, başka bir yazara, sırf Türk değil Türkçe edebiyat önermesi getirdiği için ‘cahil ve ırkçı’ diyebiliyor. Bu da aslında milliyetçilik (ya da İnce gibilerin durumunda ‘ulusalcılık’) denilen şeyin nasıl da saldırgan ve ötekini silmeye çalışan bir savaşkan-ideoloji olduğunu açıkça gösteriyor: Milliyetçilik ya da ‘sol görünümlü ulusalcılık’ incelemeleri için paha biçilmez marazlar içeren bir yazı bu. İnce bu yazıyla hızını alamamış ve bir yazı daha yazıp Türkçe lafını kullananlara bir ‘ayar’ daha vermek istemiş:
“Türkçe Edebiyat” densizliğini kullanan şair Şükrü Erbaş’ı eleştirdim. Yazılarıma kimse cevap veremedi, herkes pıstı. Ama sinsi kullanım devam ediyor.”
Ayrıca bununla da yetinmeyip, Orhan Kâhyaoğlu’nun hazırladığı ‘Türkçe Şiir Antolojisi’nden kendi şiirini çıkarmış. Anlaşılan o ki İnce’ye ‘Türkçe’ yazmak yetmiyor: Türk şiiri olsun istiyor, bakın bu şiir “Türk” demek istiyor.
İnce kendisine cevap verilmediğinden yakınmış, buradan küçük bir cevap vermiş olalım: Bir kere, kimseye bir tartışma açtığı için ‘densiz’ diyemezsiniz. Entelektüel etik diye bir şey var ve şahsa saldırı (ad hominem) asla bu ‘etik’e sığmaz. İkincisi, ‘sinsi’ lafı, bir ‘hain’ arama faaliyetini gösteriyor: kültürel-dilsel bir tıkanıklığı çözmeye çalışan bir öneriye ‘sinsi’ demek, sizi ancak anakronik-paranoyak bir milliyetçi yapar. Türk edebiyatı lafı yerine, Türkçe yazan ama Ermeni, Kürt, Rum, Arap, Arnavut ya da başka kökenli olduğu ‘bilincine’ de sahip kişilerin ‘Türkçe edebiyat’ lafını dolaşıma sokmak istemesi ise dile sirayet etmiş bir ‘şiddet’in biraz hafiflemesine yönelik bir çabadır. Dilin ve cümlelerin şiddetini bir başka örnek üzerinden düşünelim mesela: Ne Mutlu Türküm Diyene lafı bir Ermeni ya da ‘Türk’ olmayan herhangi biri için ne ifade eder? Burada gizli bir tehdit vardır: Türküm diyen ne mutludur ama ‘Ermeniyim’ diyenin ne olacağı kesin değildir. “Türküm” de kurtul yoksa durumun ve mutluluğun sallantıda. Yıllar önce Extramücadele “Bütün Azınlıklar için Afiş” adlı bir iş üretmişti. Bu afişteki mantık ve müdahale çok basitti: bu ifadede mutlu kelimesinin yerine üç nokta (…) konularak, bu mutlak ve kapalı ifade açık uçlu hale getirilmişti. Mesela ‘Ne ……. Ermeniyim diyene.’ Ne…. Kürdüm diyene.” “Ne….. Rum’un diyene.” 2007 yılında, Bienal’de sergilenen bu afişlerdeki o üç noktayı ziyaretçiler istedikleri ifadeyle doldurabiliyor, böylece o üç noktaya Türkiye’nin kültürel, dilsel ve fiziksel şiddet tarihçesi sığabiliyordu.
Türkiye’de milliyetçiliğin ne kadar yaygın ve cezadan muaf olduğunu anlamak için halen en büyük gazetelerden birinin logosunun altında ‘Türkiye Türklerindir’ yazdığını anımsamak yeter sanırım. Bu ifadeyi okuyan ve kendini ‘Türkiye’ye ait hisseden bir Ermeni, Kürt ya da Rum nasıl hisseder acaba? Özdemir İnce bu konuda da bir yazı yazabilir belki
Özdemir İnce’nin yazısına benzer bir paranoyakça ve telaşlı ‘Türk edebiyatı diyeceksiniz’ savunusu daha yayınlandı, Varlık’ın metnine cevap olarak. Ahmed Nuri adlı bu yazara göre sırf bazı yazarlar istiyor diye Türk lafı yerine Türkçe denemezmiş. Kendisi yazıda Varlık’ın ‘edebiyat-tarihi-yazımı’ konusundaki görüşlerini ‘politik’ ve bilimsellikten uzak bulduğunu söylüyor ama bir yöntem de önermiyor. Yazının dönüp dolaşıp (fena halde sıkıcı bir dönüp dolaşma, yazıyı bitirmek ciddi sabır gerektiriyor) geldiği nokta şu:
“Sırf bir yazar ya da entelektüel grup 2000’li yıllarda ve sonrasında etnik olarak ‘Türk’ olmadığını vurgulamak istiyor ya da bu nitelemeden rahatsız oluyor diye bağlamına oturmuş temel bir ifadeyi ve bu ifadenin gerisindeki tüm filolojik ve tarihsel veri ve an´anelerden vazgeçmek mi öneriliyor?”
Evet, tam da öyle öneriliyor: Türkçe edebiyat lafının etnik kimliklere uygulanan şiddeti dilsel düzeyde azaltabileceği öneriliyor. Ve önerilmelidir de. Türkçe edebiyat önerisine ‘ne yani yılların oturmuş teriminden vaz mı geçeceğiz’ diye ‘bilimsel’ bir tepki vermek bilim adamı lafı yerine cinsiyet açısından nötr olan ‘bilim insanı’ lafını kullananlara ‘ne yani yılların adam lafından vaz mı geçiyoruz’ demek kadar abestir. Bütün bu feverana rağmen İletişim, Ayrıntı ve Metis gibi Türkiye’nin entelektüel hayatına ciddi katkılarda bulunmuş yayınevleri “Türkçe edebiyat” lafını tercih ediyor. Nuri’nin asıl derdinin üzüm yemek değil bağcıyı dövmek olduğunu, konuyla alakası hiç alakası yokken Butler, Althusser, Foucault ya da hatta Freud’a ‘laf atmasından’ anlıyoruz, dayanamayıp alıntılıyorum:
“Freud kuramsallaştırdı diye tüm erkekler Oidipus komplekslerinin farkına varıp evlerine gidip babalarını öldürmeyecekleri gibi Judith Butler’ın Cinsiyet Belası’na dayanarak herkes toplumsallaşma sürecinde üretilen cinsel kimliğini bırakıp kendini yeniden gerçekleştirmeye çalışmayacaktır.”
Bu ‘çıkış’ ne demek ve bu yazıda ne işi var diye düşününce, ben burada semptomatik bir Batı-karşıtlığı ve bir yerli-millicilik görüyorum. Yazısını Yunus Emre’den bir alıntıyla bitirmesi de aslında derdinin ‘terminoloji’ ya da ‘edebiyat tarihi yazımı’ değil, bir ‘öz-kaynaklara dönme fantezisi olduğunu gösteriyor: “Bilmeyen ne bilsin bizi? Bilenlere selâm olsun.”
Siz kimsiniz, neyin bilinmesi gerekiyor gibi laflar havada kalıyor. Althusser’e karşı Yunus Emre niye, onu hiç anlamıyoruz: Bunları beraber okuyamıyor muyuz? Bir şey daha. Bu beyfendi yazısının bir yerinde terminolojiyi zorlayarak Türkçe edebiyat önerisini ‘aşırı-anti-miliyetçi’ diye tanımlamış. Bir kere terminolojik açıdan yanlış. Anti olan bir şeyin derecesi yoktur, ya karşıdır ya da değildir. Aşırı olmayın, ‘ılımlı’ anti-milliyetçi olun gibi oksimoronik bir önerme tarihte görülmüş müdür, ondan da emin değilim. Dahası anti-miliyetçiliği de bir özcülük olarak tanımlamış Nuri.
“Bu da ‘milliyetçi’ olmayan ancak bunun karşıtı ve bir başka özcü yaklaşım olan anti-milliyetçilik söyleminin edebiyat ve edebiyat tarihi değerlendirilirken üretilmesidir.”
Bu tarihe geçecek tuhaflıktaki cümleye bir şey demek zor. Anti olan bir şeyin ‘özcü’ olduğunu iddia etmek gerçekten bir oksimorondur. Karşı olan bir şey ‘özcü’ olamaz: mevcut konumuzda bir ‘öz’ fantezisi varsa, bu da milliyetçilere ya da ulusalcılara aittir. Özcülük konusundaki kafa karışıklığının giderilmesi için kendisinin mesela Murat Belge’nin Genesis: Türklerin Kökeni adlı kitabının girişindeki özcülük tartışmasına bakması yeterli olacaktır sanırım. Bu tuhaf yazıya detaylı cevap hakkını Varlık’a bırakıp, ben Türk-Türkçe edebiyata dair birkaç katkıda bulunmak isterim.
Şimdiye kadar bu tartışmalarda anılmayan bir şey var: minör edebiyat kavramı. Deleuze ve Guattari’nin Kafka için kullandıkları bu tanım, Türkçe edebiyat içinde birçok yazara uygulanabilir. Önce tanımına bakalım: “Minör edebiyat, minör bir dilin edebiyatı değil, daha ziyade, bir azınlığın majör bir dilde yaptığı edebiyattır.”[2] Bu tanım tam da Türk edebiyat-Türkçe edebiyat tartışmalarının temelinde yatan şeyi açıklıyor: Majör ya da resmi dile ‘etnik olarak’ ait olmayan ama yine de o dilde yazanların edebiyatı. Bu tanıma ‘anadili’ yani evde konuşulan ‘saklı’ dili Türkçe olmayıp Türkçe yazan Ermeni, Kürt, Arap, Rum vesaire ‘kökenli’ bütün yazarları sokabilirsiniz. Mesela Selahattin Demirtaş, Murat Özyaşar, Cemal Süreya, Sevim Burak ve diğerleri. Bunlara şimdi kalkıp Türk edebiyatı mı diyeceğiz? Bir parantez açmak istiyor ‘bazı’ yazarlar: o parantezi de kaldırıp, herkesi aynı ipe mi dizelim? Minör-majör hiç yokmuş gibi mi davranalım?
Varlık yazısında belirtmiş. ‘uygar’ dünya böyle tanım değişimlerine açık: mesela Cornell üniversitesi English Literature (İngiliz Edebiyatı) bölümünün adını ‘Literatures in English’ (İngilizce Edebiyat-lar) diye değiştirmeyi önermiş: hatta ta 1988’de yayınlanan bir Cambridge antolojisinin başlığı ‘English Literature’ değil tam da Türkçe edebiyata benzer şekilde ‘Literature in English’ yani ‘İngilizce Edebiyat.’ Tartışmayı başka bir bağlama taşımak da zihin açıcı olabilir. Mesela sinema ya da çağdaş sanatta artık ‘Türk’ tanımı pek itibar görmüyor: Türkiye sineması ya da Türkiye’de çağdaş sanat gibi ifadeler kullanılıyor. Türk sineması lafının bilinçdışı ya da bilinçaltında nasıl bir şiddet doğurduğunu mesela Adile Naşit gibi ‘Türkiye’ye mal olmuş’ birinin ölümüne kadar Ermeni kimliğini gizlemek zorunda kalmasını da düşünebilirsiniz: Adela olan gerçek ismini Adile diye değiştirmek zorunda kalmıştır. Aynı şey, asıl adı Kirkor Cezveciyan olan Kenan Pars için de geçerli mesela. Bir insanı adını saklamaya iten bir ‘adlandırma’ şiddetini kim nasıl yok sayabilir? Çağdaş sanata gelince, Türkiye’de zaten 80’lerin sonunda ortaya çıkan ve 90’larda gelişen çağdaş sanatın ilk örneklerinin asıl eleştiri hedefinde Türk ulusal kimlik inşası vardı: Hale Tenger, Vahap Avşar ve Halil Altındere gibi çağdaş sanatçıların işlerine bir bakın ve sonra içiniz ve entelektüel bütünlüğünüz el veriyorsa hepsinin işlerine Türk çağdaş sanatı deyip geçin.
Edebiyata geri dönüp, ulus kimlik inşasıyla ve ısrarcı ‘Türk’ vurgusuyla derdi olan Ece Ayhan’ı da analım ve Ayhan’ın yazılarında sık sık “Cumhuriyetten yaralı kuşak”tan bahsettiğini unutmayalım. Bu yara, tabii ki yekpâre bir ulus yaratma harekâtında yaralanan, yerinden ve dilinden ve hatta hayatından edilen bir kuşağı ifade ediyor. Bir kuruluş yarası ya da kurucu yara. Sizin Türk vurgunuz birileri için şiddet ve yaralanmak demek olabilir. Bunu kabul etmemeniz de şiddete maruz kalanların uğradığı şiddet konusunda sizi dolaylı olarak suç ortağı yapar. Butler’ın daha önce başka bir yazıda da alıntıladığım bir ifadesi geliyor aklıma: Normatif kabullere uymayanlar “şiddetin kendisine değilse bile olasılığına maruz bırakılırlar.”[3] Bu olasılığı azaltmaktır entelektüel görev, statükonun kapısında ‘yok efendim, böyle reform olmaz’ demek değil.
Bu tartışma bir dilsel şiddet tarihini de hatırlamayı gerektiriyor: 30’lu yılların ‘vatandaş Türkçe konuş’ bildirilerini bilirsiniz, o zamanlar çok dilli olan İstanbul’da dağıtılan bu bildiri (ya da emir) cümlesi, daha sonra 80 darbesi döneminde hapishanelerde işkenceler devam ederken bir tehdit-sloganı olarak kullanıldı. Türkçe konuş, çok konuş…. Yıllarca Türkçe dışında başka bir dille yazdığı ya da şarkı söylediği (hatta ‘ıslık çaldığı’) için resmi ve gayriresmi şiddete uğramış kişilerden özür bile dilenmemişken, artık ‘Türkçe’ konuşup yazanlar “Türkçe konuşuyor ve yazıyorum ama Türk değilim” diyebilmek, bir yok edilen dilsel ya da etnik aidiyete işaret edebilmek için ‘Türkçe’ edebiyat lafını kullanmaya yeltendiklerinde bu sefer de “hayır Türk diyeceksin” diye hiddetlenmek, ancak ve ancak dilsel bir ‘aşırı-milliyetçiliğin’ (bkz. Nuri’nin ‘aşırı anti-milliyetçi’ tanımlaması) ya da ulusalcılığın yüz kızartıcı ifadesi olabilir.
Bu yazının başlığında geçen “Bak bu asansör Türk” lafına dönerek bitireyim: ironik bir Büyük Ev Ablukada şarkısında geçiyor bu söz: şarkının ortasında müthiş bir ‘saçmalık’ anı olarak parlıyor. Diyelim ki asansör Türk. Peki ya bu roman, bu roman ya da bu şiir de Türk mü? Elinizi vicdanınıza ya da vicdan pek kullanışlı gelmezse, en yakın sözlüğe koyun, öyle cevap verin.
Son bir not: bu yazıyı yazarken üzerimde ‘gerçekten hâlâ bunu mu tartışıyoruz’ gibi bir his vardı ve aklıma şu meşhur pankart geldi – ‘Hala bu saçmalığı protesto ettiğime inanamıyorum.’ (Orijinali daha iyi: ‘I can’t believe I’m still protesting this shit’) Ne yapalım, bu yazıyı yazmak zorunda bırakanlar, birilerinin hassas bir müdahaleyle açmak istediği daha özgür kapıları tutmaya ve hatta kapatmaya çalışanlar utansın.
•
[1] Bu tartışmanın halen nasıl devam edebildiğine haklı olarak şaşıran ve meseleyi müziğe de getiren iyi bir yazı için bkz. Taçlı Yazıcıoğlu, “Ezhel’in İspanyolcası ve edebiyatın Türkçesi”.
[2] Deleuze ve Guattari, Kafka: Minör Bir Edebiyat İçin, Yapı Kredi Yayınları, 2001, s. 25.
[3] Judith Butler, Kırılgan Hayat, Metis Yayınları, 2018, s. 35.
GİRİŞ RESMİ
"Gerçek ve Halk"
Rüyalarım bir bebeğin iştah ve arzusuyla nasıl dolar?
Nasıl daha uzağa gidebilirim ve neler toplayabilirim en azından hafızama?
iki küçük huniden yapılmış gözlük / 5,5x12,5x16cm / 2015 / Memed Erdener