Ceren Ercan: Bana benzeyen ve tamamen bana çok yakın olan insanlarla uğraşmaya başladım. Aslında kendimi parçalayarak o insanları yarattım ve kurdum
29 Kasım 2018 13:25
Bugünü bugünden bakarak anlamak yeterince zorlu bir uğraşken, bir de bunu incelikli detaylar eşliğinde toplumsal belleğin zayıflamasına ironik bir yaklaşımla anlatmak büyük bir ustalık gerektiriyor. Tiyatronun performatif büyüsünü kullanarak bedenden, sesten ve kelimelerden akan anlatılar eşliğinde oyunlar yazan Ceren Ercan’ın son dönemde kaleme aldığı üçlemeden iki oyun, Seni Seviyorum Türkiye ve Berlin Zamanı, hâlihazırda sahnelenmeye devam ederken metinleri kitaplaşarak okurlara da ulaşır oldu.
Ceren Ercan’la Habitus Yayınları tarafından yayımlanan, Seni Seviyorum Türkiye ile Berlin Zamanı oyunlarının metinlerinden oluşan kitabı vesilesiyle bugünde olmak, yakın dönemde yaşananların yazım sürecindeki etkileri, aidiyetin neresinde durduğumuz ve sokakta oluş ile sokağın bugünkü hâli üzerine konuştuk.
Kitap fikrinden başlayalım, nasıl ortaya çıktı? Metinlerin kitaplaştırılmasıyla ilgili sen neler düşünüyorsun, nasıl hissediyorsun?
Teklif Habitus’tan geldi. Benim için metinlerin basılması çok soru işareti olan bir şeydi. Türkiye’de tiyatro yayıncılığıyla ilgili çok da fazla seçenek yok ne yazık ki. Bir de şöyle bir şey var, oyun kitapları satmıyor diye hep böyle bir söylenti var. Küçük küçük denemeler oluyor ama bir süre sonra oyun kitabı okunmuyor denerek aslında yayınevleri de yayın politikası olarak çekiliyorlar tiyatro alanından. Özellikle oyun metinlerinden.
Habitus, kuramla ilgili bastığı kitaplarla benim bir süredir takip ettiğim bir yayıneviydi. Teklif onlardan, yani beğendiğim bir yayınevinden gelince hoşuma gitti fakat o zaman yeni bir soru başladı benim için. O da, acaba ben oyunların basılmasını istiyor muyum sorusuydu. Orada da ben birazcık yayınevini oyalamış oldum. Aslında bana mart civarı bu teklifte bulundular ama benim soru işaretlerim oldu o süreçte. Birincisi; bu bir üçlemeydi ve üçüncü oyun henüz sahnelenmediği için acaba üçleme birlikte mi basılmalı sorusu vardı bende. Diğer soru ise; bu metinler çok fazla bugünü anlatan metinler ve bugün ekseninde gelişip bugün üzerinden ilerleyen metinler. Tiyatroda bugün bugünü anlatmak benim aslında çok önemsediğim bir şey olmasına rağmen yine de bir süre basılması için beklemem gerektiğini düşündüğüm bir süreç vardı. Acaba üç yıl sonra, beş yıl sonra geri dönsem bu metinlere ve onları başka bir noktadan ele alıp başka bir yerden bakıp tekrar kendim için yeniden yazıma girip basılmasını mı tercih ederim soru işaretim vardı. O dönem bu konuyu arkadaşlarıma açtım ve aslında insanların söyledikleri genelde beni çok ikna edecek şeylerdi. Bugünün gerçekliği ile ilgili bir şeyin bu kadar olduğu hâliyle aktarılmış olması, bugün için kalması gereken bir şey diye konuştuk. En son Seni Seviyorum Türkiye'yi beraber yaptığım arkadaşlarımla yazın bir yemek yerken onların hepsi beni tüm gece boyunca bununla ilgili ikna ettiler. Haziranda onların ikna edişiyle ben eve gittim ve tekrar düşündüm, tekrar bilemedim ama sezon geldiğinde dedim ki OHAL süreci de biraz değişti ama benim için iki oyun da hâlâ aynı sıcaklığını koruyor. Bu riski almak ve bu hâliyle oyunları şimdi bastırmak ve oldukları hâliyle bırakmak benim için bir sürü noktadan süzüp evet dediğim bir yere dönüştü. Benim biraz çekinik durduğum, emin olamadığım bir noktadan ilerledi süreç.
Bir de, mesela bu metinler daha performatif metinler mi diye düşündüm. Acaba performansla karşılığını bulacak metinler mi dedim (özellikle Seni Seviyorum Türkiye için). Basıldığında ne ifade edecek ve sahneleme dinamiği hissedilebilecek mi, ironi anlaşılır olacak mı yoksa birebir okunursa performansta taşıdığı ironi metinde anlaşılacak mı gibi noktalardan da geçtim bir taraftan. Sonra bu metnin kendi doğasının performatif olduğunu ve aslında bu performatif olma hâliyle de basılmasının başka bir anlam taşıdığını düşündüm.
Ben Seni Seviyorum Türkiye'yi izledim ama Berlin Zamanı'nı henüz izlemedim. Fakat metni okurken bahsettiğin performatif yanı hissedebildim ve oradaki ironiyi alabildim ama biraz da bunu bekleyen bir yerden okuduğumdandı muhtemelen. Ayrıca üçleme olduğu için zaten başka bir yere kaymayacak, burada bir ironi var diyerek okuduğumdan belki de. Nihayetinde okurla izleyici arasında ister istemez bir fark var tabii. Oyunları izlememiş bir okurdan bahsedersek ki kitap olduğu için artık kalıcılığı var yani 10 sene sonra da kitabı ilk defa eline alıp okuyacak birisi olabilir ve o sırada oyunlar sahnelenmiyor olabilir. Dolayısıyla metinleri okura ulaştırırken tekrar gözden geçirdiğinde değişiklikler yaptın mı? Zaten okurla nasıl ilişkilenirim üzerinden bir soru işaretim vardı demiştin, o esnada bir şeyler değişti mi bu süreçte?
Kitabın editörü olan Emrah Yaralı’ya hiçbir şey söylemedim bu konuda. Onun bir editör olarak metinleri nasıl gözden geçireceğini merak ettim ve nasıl bir gözle filtreleyeceğini düşündüm önce. O alanı ona hiçbir şey söylemeden açık bıraktım ve onun bana geldiği nokta da açıkçası çok cesurdu. Editör olarak "bu acaba şöyle okunur mu ve şöyle okunursa daha mı etkili olur" kaygısına düşmemişti. Daha mı etkili olur derken, kendi okur profilini düşünerek bir editör perspektifinden aslında metinleri yeniden ele almadığını gördüm. Onun bir-iki düzeltme için redakte ettiği hâlini aldıktan sonra, onun gösterdiği bir iki yerde yaptığım düzeltide "Ceren bence bunlara da gerek yok, bırak okur istediği gibi algılasın, o boşluğu bence fark edecektir" dediği mesela özellikle Seni Seviyorum Türkiye'deki şarkıların olduğu bölümlere hiç dokunmadığını gördüğümde bunları böyle bırakmak konusunda bana açıkçası cesaret verdi. Çünkü benim de temeldeki duygum onların oldukları hâliyle kalmasıydı. Şunu da düşünmek önemli; bunun başkaları tarafından sahnelenme ihtimalini de düşünerek metne otoriter bir yerden yaklaşan ve yönlendiren bir yazar noktasında durmamak da benim için iyi oldu. Birileri sahnelemek isterse ve herhangi bir açıklama olmadan kendi bakış açısıyla ve yorumlama biçimiyle ele alacakları bir kod, yine kendileri sadece metnin olduğu hâline bakarak işletebilecekleri bir yöntem olursa olur. Ama ben, birileri ya sahnelemek de isterse diye tekrar bir açıklamaya dönüştürmeyeceğim dediğim şeyin bir tercih olduğunu fark ettim. Kitapta metinleri yönetmenlerin eline verdiğim hâliyle tuttum bir taraftan da. Ama şöyle de bir şey var; iki metin de sahnelenirken ben dramaturg ve açıklayan bir yazar olarak iki prova sürecinde de oradaydım. Yine de kitapta bir dramaturg perspektifiyle bir açıklama koymayı tercih etmedim açıkçası. Çünkü ben öyle oyun metinleri okumaktan zevk almıyorum ve yazarın fazla açıklayıcı olduğu oyun metinleri okumaktan ben zevk almadığım için, editörün de böyle bir yönlendirmesi yoksa, o zaman durduğum yerde durmalıyım dedim. Bazen şu da bir tercih oluyor; insanlar oyun metinlerini bastırırken bir taraftan bunun sahnelenmesini de hayal ederek bastırıyorlar. Ben öyle bir yerde durmuyorum. Ben zaten sahnelenmek üzere yazıyorum metinleri ve biraz bunun da etkisi var diye düşünüyorum.
Bugünü yazan bir yazarım diyorsun. Ne olursa olsun geçmişe dönüp baktığımızda bugünü birazcık daha kaçırmış oluyoruz ve bugün bile bugüne bakarken bir şeyler kaçırabiliyoruz. Dolayısıyla hâlihazırda güncelliğin içinde metinlerin basılmış olması aslında oyunların tabiatına uygunmuş gibi geliyor. Peki bu durumda üçlemenin son oyunu Tahran Rüyası için neler olacak?
Tahran Rüyası, diğer iki oyundan biraz daha farklı bir yerde duruyor. Onun bugünle kurduğu ilişki, bugüne doğrudan atıfta bulunan değil de bugünü ima eden ve aslında bugünü bile değil, benim yakın gelecekle ilgili korkularımı, kaygılarımı ve olası öngörümü içeren bir oyun. Orada bugünün kendisinden çok bugünün örtülü olarak ima ettiği ve ima ederken ürküttüğü bir gelecek tahayyülü var. Fikren zamansal bir bütünlük taşıyor olmasına rağmen bugünü içinde saklayıp biraz olası bir gelecek ihtimali üzerinde duruyor.
Üçlemede kalanlar-gidenler-saklananlar diye bir akış olduğu son sözde de aktarılıyor. Tahran Rüyası, saklananların hikâyesi ve metnin kendisi de saklanıyor zaten şu anda, o da kendi tabiatına uygun bir şekilde duruyor demek ki. Peki kalanlar-gidenler derken, kitaptaki iki oyun metninin hikayelerini düşünerek senin kendi hayatına dönecek olursak sen şu anda Türkiye'de kalan birisin. Kalan biri olarak bu konuları ele almak nasıl bir his senin için?
Berlin Zamanı, 15 Temmuz'un olduğu hafta çıktı. Almanya'da beraber çalıştığım bir yönetmen vardı ve o bana neler oluyor, her şey yolunda mı, iyi misin diye mail attı. Ben de ona uzun bir mail attım ve o maili atarken temel şey şuydu; ben Cumhuriyet Caddesi'ne çok yakın olan yeni bir eve taşınmıştım ve 15 Temmuz'un bütün kalıntıları caddedeydi çünkü orada askeriyenin binası var, orduevi var ve bir taraftan radyo binası var. Aslında o gece orada çok ağır geçmişti ve 15 Temmuz'un sonraları Taksim Meydanı'nda kutlamaya dönüştüğü hâlini de çok birebir yaşadım çünkü yeni taşınmıştım, evi yerleştirmeye çalışıyordum. Bir yandan da korna sesleri ile büyük bir kitle sürekli Taksim'e doğru akıyordu ve hiç ses durmuyordu evde. O sırada yazarken hissettiğim şey, herkesin o gece yaşadığı kaygı ve güven kaybının yarattığı hâlin bir süre sonra ülkenin neresi olduğunu algılayamadığım, nereye gideceğini göremediğim noktada benim için bir gitme duygusuyla, bendeki gitme duygusuyla çıktı aslında. Zaman ilerledikçe bu bir kalma ısrarcılığına dönüştü bende. Fakat etrafımdaki çok fazla insan terk etti ve benim için gerçekten hayatımda çok önemli yeri olan insanlar gitmeye başladı. Benim için bir sürü şeyi temsil eden, İstanbul'daki yaşam biçimini, Beyoğlu'nu temsil eden, benim için çok özel olan insanlar gitmeye başladı. Onlar giderken onların gitme sürecini, orada kalırken nasıl zorlandıklarını gördüm ve o bir sene içinde de o kalmadaki ısrarcılıkla Seni Seviyorum Türkiye oluştu. İkisinin yazım süreci aslında iç içe ilerledi ve yaklaşık dört ay kimseyle görüşmedim. Bu benim için şu yüzden önemliydi; Berlin'e çok gitmiştim ama o süreçte gitmedim ve çok yakın bir arkadaşım bana sürekli Berlin'e gitmem gerektiğini söylüyordu. Ama mesela bana her gün Berlin'den arkadaşlarımın yolladıkları ses kayıtları geliyordu. Ben bir süre o ses kayıtlarıyla, yanımda Berlin haritasıyla sürekli Berlin'i ve sokaklarını gözetlediğim ve de bu gözle gözetleyip sesini dinlediğim bir yerden yazdım. O noktada da kendimi sokaktan çok fazla izole ederek bir şekilde kendime bir Berlin illüzyonu kurdum. Manyakça bir şekilde Berlin'de yaşadığımı ve etrafımda kimsenin olmadığı bir yerde, kendimi yeni bir şehre adapte olmaya çalışıyormuş gibi hissederek yazdım. O süreçte tamamen Berlin'e kapandım. Sonrasında kendimi Berlin'de gibi hissettiğim ve gidenlerin psikolojisini anlamaya çalıştığım, orada izole olmuş ve kendimi yalnız bulduğum yerden dönüp, kaldığımı fark ettiğim noktaya evrilmem yani o geçiş biraz zor oldu benim için. Bununla uğraştım ama bunu yapma nedenim de bir yazarlık tribi gibi bir şey değil aslında. Sadece benim bu olan şeyle kurduğum ilişkiyi duygusal olarak doğru kavrayabilmem için bağlarımı tekrar gözden geçirdiğim, şehirle kurduğum ilişkiyi olabildiğince kısıtlı tuttuğum bir yerden oldu. Şunu fark ettim; burada somut olarak kapandığımı fark ettiğimde yazabilir oldum ki zaten "uzun zamandır evden çıkmıyorum" ile başlıyor Seni Seviyorum Türkiye. O "uzun zamandır evden çıkmıyorum" noktasının benim hayatımın gerçekliğine dönüştüğünü ve sosyal ilişkilerimi ben azalttığımda aslında onların ne kadar azalmış olduğunu fark ettim. Daha önce çok daha geniş bir yere yayılan sosyal bağlarımı ne kadar kapattığımı fark ettim ve bu kapanmanın içindeki şeyin, benim uzun süredir kendimde aradığım yerin, ülkenin geldiği noktayla ne kadar ilişkili olduğu daha somut olarak gördüğüm bir şeye dönüştü. Benim sosyal bağlarımın zayıflamasının aslında etrafımdaki herkesin kendini güçsüz, bağlarını zayıflamış hissettiği yerden olduğunu gördüm. Beyoğlu'na yakın yaşamamla, Beyoğlu'nun benim için temsil ettiği şeyin ve yüklendiği anlamın değişmeye başlamasıyla da çok ilişkili olduğunu fark ettim. O süreçte bir kere Kadıköy'e geçtim, o geçişimde de zaten Berlin Zamanı'ndaki kedili kız hikâyesini yazdım.
Benim için de aslında gitmek, kalmak ve saklanmak, hepsini aynı anda duygusal olarak taşıdığım bir yerden çıktı metinler. Daha önceki oyunlar Köpeklerin İsyan Günü ve İstenmeyen'de toplumsal olarak çeşitliliği olan karakterler kurmaya ve başka bir noktaya düşmüş insanları da anlamaya çalışıyordum. Bu sefer o kadar bıkmıştım ki, sadece benim çevremde olan insanlara yalnız olmadıklarını hissettirmek istiyorum ve o yüzden sadece çevremdeki insanlar için bir şey yazacağım dedim. Çünkü benim etrafımdaki bir sürü insan temsil değeri çok düşük insanlar ki temsil değeri düşük derken şunu kastediyorum, bizim temsiliyet olarak bu ülkede durduğumuz yer (tanımlanabilir bir biziz bence) ve biz dediğimiz bu şeyin tanımlanabilir oluşunun da ne kadar sorunlu olduğunu bilerek “biz” diyen bir azınlıktan bahsediyorum aslında. O insanların bugün sahne üzerinde konuşulabiliyor olmasını, hiçbir yerde temsiliyet olarak kendilerini kamusal alana açamadıkları bir yerde ben aslında tiyatro yoluyla onların görünür olmasını sağlamalıyım, çünkü benim bugün sorumluluğum buymuş gibi hissettim. Bana benzeyen ve tamamen bana çok yakın olan insanlarla uğraşmaya başladım. Aslında kendimi parçalayarak o insanları yarattım ve kurdum. Etrafımdaki insanlar benim için çok belirleyici oldu ve bir taraftan da ilk defa bu kadar belirleyici oldu.
İki oyunda da bahsettiğin gibi karakter çeşitliliği üzerinden değil aslında çeşitlilik olarak görünen o insanların hikâyeleri üzerinden bir anlatı var. Dışarıdan bakınca bir nevi gökkuşağının renkleri denilen ama asla ana renklerden değilmiş gibi varsayılan insanların hayatlarını tema olarak alman bence çok vurucu bir yaklaşım. Yazım ve kurgu sürecinin buraya doğru nasıl evirildiğini anlattın, peki böyle bir yaklaşımdan dolayı oyunlara gelen tepkiler nasıldı?
Yazın Sabancı'da bir söyleşiye katıldım ve o süreçte çok değer verdiğim bir hocam, daha kucaklayıcı olmalıyız ve toplumun diğer kesimlerini de anlamaya çalışmalıyız, onların da aslında sesini duymalıyız dedi bana. Ama tam da ben oradan çıkmıştım çünkü onların sesine o kadar çok maruz kalıyordum ki o dış ses ve hayatı kesintiye uğratan politik söylem yüzünden artık ben kim olduğumu tanımlayamayacağım bir noktaya geliyordum. Ona tepki vermek için konuştuğun, ürettiğin her şeyin bir süre sonra senin kimliğini onun üzerinden tanımladığın bir yere mahkum ettiği bir şeydi. O yüzden çatışmayı onun daha görünür olmadığı bir yerden kurmayı ve o görünmez olan şeyi sahnenin ortasına koymadan yapmaya çalıştım. Eleştirel bakıştaki mesele de temel olarak neden onların sesi burada yok şeklinde oldu aslında ve başımın üstünde yeri var bu eleştirinin ama bu benim bu sefer tercih ettiğim bir şeydi.
Senin için sokaktan yazan bir yazar, sokaktaki yazar deniyor. Mesela Berlin Zamanı'nın yazım sürecindeki o kapanma hâli ama bir yandan kendi sokağını oluşturman, kendi şehrini kurman yine o sokakta varoluşundan belki de. Buna bağlı olarak metinlerde çok incelikli kurulmuş detaylar var, âdeta sokağı kamerayla her anında çekmişsin ve tüm konuşmaları eleyerek, süzerek ortaya çıkardığın işler oluşmuş. Çok tanıdık ama bir yandan da toplumsal bellekte unutulmaya yakın şeyler var metinlerde ve belleğin ne kadar yok olduğuna dair de bir ironisi var oyunların. Dolayısıyla hem bugünkü durum, hem de yakın dönemin anlatısı var. Sokağı anlatmak nasıl bir süreç senin için?
Ben sokağa çıkayım ve insanları gözlemleyeyim, sokakta var olayım, gözlemlemek için kafelere, barlara gideyim gibi bir şeyi iş edinmiş biri değilim. Ama insanlar oyunlara dair sokakla ilgili hissettikleri şeyleri söylediler ve bu beni çok mutlu etti. Kendimle ilgili düşündüğümde şunu buldum, bir süre sonra sanatla uğraşmaya başladığında ya da kapalı bir cemaate dahil olduğunda, o kapalı cemaatin kendi içinde bir gerçekliği oluşmaya başlıyor ve o gerçekliği sanki bütün toplumsal gerçeklik oymuş gibi sana dayatmaya başlıyor. Şu da bir yol; orada her zaman toplumun kendi dinamikleri tekrar örülüyor tabii ki yani o toplumdan kendini koparamıyor. Fakat o örüntüyü oradan deşifre etmek ve oradan bir mesafe alıp oraya bakman gerekiyor. Ama ben hiçbir zaman böyle bir cemaate dahil olmadığım için, bu arada bu bir tercih değil yani daha olamadığım, hayatım boyunca istikrarla bir cemaatin parçası olamadığım için ve bunu yapamayacağımı bildiğim için buna çabalamadım. Bu kısmı benim için biraz üzücüdür aslında ama buna LGBTİ+ tayfası da dahil. Hep bakıp “ay ne kadar eğleniyorlar bir yandan da” dediğim ama benim hiçbir zaman, hiçbir toplumsal cemaatin parçası olamayacağımı bildiğim için dışında kaldığım bir durum söz konusu. Mesela Boysan'ın Evi'nin çok yakınında yaşıyorum ama ben oyunu yazarken ve kendimi çok yalnız hissederken bir taraftan Boysan'ın Evi'nde bir şeyler oluyor ve o ev yaşıyor, birileri girip çıkıyordu.[1] Ben mesela evdeyken arka tarafa çıkıyorum, balkonunu görüyorum ve birileri orada çiçek ekiyor ya da Pride zamanı konserler oluyor. Benim terörize olduğum mahallede onlar bas bas bağırarak şarkı söylüyorlardı ve bu bana güç verdi. Ama "ben onların da bir parçası olamazdım zaten" dediğim bir yerden tekrar dönüp yazmaya devam ettiğim bir zamandı. Bir taraftan da bir parçasıyım, bir şekilde de bağlıyım. O dahil olmadığım toplumsal gruplar, benim farklı yerlerden ve farklı kesimlerden insanlarla yıllardır kurduğum bağı sürekli devam ettirmemi ve de onlarla kesiştiğim anlarda karşı karşıya gelip onları dinleyerek kurduğum bağ üzerinden bugünü anlamakla ilgili baktığım yeri ve kullandığım dili bence canlı tuttu. Bir yandan, hiçbir zaman kimliğimizi tam olarak biz biçimlendirmiyoruz, olduğumuz şey de kimliğimizi getiriyor. Buradaki esnekliğim, benim her yere girip çıkabilmemi sağladı. Bunun için de her yerdeki sesi duyabilir oldum. Bir başka avantaj da, hiçbir zaman tam olarak bir şeyle ilişkilenip bir bağ kuramadığım için ister istemez olduğum yere hep dışarıdan baktım. O dışarıdan bakış da gözlemlemek gibi değil, bağlanamadığım için bir dışarıdan bakış. Baktığım şey de bende ister istemez bir gözlem verisine dönüştü ve şunu fark ettim ki, tam olarak ait hissetmesem de hâlâ kendimi iyi hissedebildiğim yerler var. O zaman kendimi iyi hissettiğim yerlerin seslerini duymalıyım diye düşündüm. Ama ben kim olduğumu kaybetmedim hiçbir zaman. Tam tersine, olduğum yeri yani kendi özgürlük alanımı biraz fazla muhafaza ettiğim bir yerde durdum. İnsanlardan, yıllar içinde arkadaşlarımın geçirdiği değişimden beslendim diyebilirim. Bütün eylemlere giden, sürekli sokakta olan, tam bir sokak insanı gibi biri değilim. Ama muradım hep sokak insanı olmaktı.
Yakın dönemde her şey değişirken sokak ve sokaktaki var olma hâli de çok değişti. Türkiye'de sokakta bir arada var olabilme hâli yaşandı beş sene önce ama sokakla ilişkimiz sonraki süreçte çok farklılaşmaya başladı diyebiliriz. Sen sokağı yazan, sokaktan yazan biri olarak adlandırıldığın için, ki bunu bir etiket olarak üstüne yapıştırmak istemem, bahsettiğin konulara da istinaden sokak anlatısı illa muhalif mi olmalı? Muhalif anlatı ne sence ve neye dönüşüyor?
Koltès’in Ormanlardan Hemen Önceki Gece’si de sokakla kurduğu muhaliflik, tamamen bağlantısızlık, yersiz yurtsuzluk, sokakta kaybolmak üzerine ve mesela ben buna bayılıyorum. Bu bende müthiş bir hayranlık ve arzu uyandırıyor. Oradaki sınıfsızlığa da müthiş bir hayranlık duyuyorum. Bence burada sokakla kurulan ilişkideki kilit noktalardan biri de sınıfla kurulan ilişki ve sınıfsızlık bilgisi diye düşünüyorum. O sınıfsızlık bilgisinin yarattığı odalara, kapılara, her yere bakabilme hâli diye düşünüyorum. Ben meraklıyım. Çıkıyorsam, çıktığım yerde her yere bakabilmek istiyorum. Hiçbir yere dahil olmadan kafamı uzatıp tekrar çıkarabilmek istiyorum. “Sokak ne” dediğin noktada şunu söyleyebilirim ki; bende öyle bir arzu alanı var. Sokağı yaşayan insana duyduğum bir arzu alanı var ama ben o sokağı yaşayan insan değilim. Sokağa romantik bir anlam yükleyen, sokağı bir şekilde evine dönüştürmüş, evini sırtında taşıyan insan bende hep hayranlık uyandırıyor. İstenmeyen'de mesela New York'ta odasız kalan bir çocuk ve onun New York'taki evsizliği ile sokakla kurduğu ilişki var. Köpeklerin İsyan Günü'nde bir köpek gezdiricisi var ve odasız yaşıyor. Seni Seviyorum Türkiye'de Emre karakteri var ve onun bir evi, işi yok. Diğer taraftan Berlin Zamanı'ndaki Eren var ve onun da aslında bir odası yok, her gün geçici bir oda arıyor. Benim bir leitmotif olarak bütün oyunlarda kullanacağım şey o olacak galiba. Çünkü benim hayatta en arzu ettiğim şey onun bir parçası olmak. Bu nerede oldu, niye bu başıma geldi bilmiyorum ama bu benim engelleyemediğim ve yücelttiğim bir şey.
Evsiz olmanın kendisi bizzat oyunlarda var ama gitsen de, kalsan da Türkiye'de yaşamanın kendisinin bir yandan sokakta yaşamak, bir yandan yersiz yurtsuz olmak hissiyatını taşıyan oyunlar diye düşünüyorum. Bir yandan evet, o senin sokağın ve sokakta var olabiliyorsun ama aslında yurtsuzsun gibi hissettiren oyunlar. Böyle mi düşünüyorsun?
Edebî dünyanın kodlarıyla söylediklerin üzerinden düşündüğümde evet, aslında sorun ilk olarak bir aidiyet sorunu. İkincisi, gerçekten Türkiye'de sokağa atıfta bulunan yani sokağı kapatmış ve abluka altına alan bir siyaset biçiminde bile aslında sokağın kendisinden ürktüğü için hep sokağın kendisini işaret eden bir dil var. Sokağa salarımla, sokağı kapatırımla, sokağa çıkarsın-çıkamazsınla sokağın varlığını yokluğunda bile hep var kılan bir siyaset dili var bir taraftan. Sokakta görünür olan şey, dediğin gibi Gezi'den sonra değişmeye başladığında bir şekilde siyasetteki travmatik etkisini kaybetmediği için aslında gündem oluşunu da kaybetmedi. Kendi dünyamdan değil ama sorduğun yerden tanımlamaya çalışıyorum; sokağın sahibi kim mesela? Sokakta oluşun romantizmini yaşamaya çalışan mı? Yoksa Taksim'de bir mahalleye yerleştirilen kitle mi sokağın sahibi? Sokağın sahibinin kim olduğunun bir tartışma alanı olduğu bir dönemi yaşıyoruz. Tam da siz sokak değilsiniz, siz hiçbir zaman sokağı temsil etmediniz, sokak biziz denen bir siyaset dilinde aslında sokağa çıkıp kendini ifade etmek isteyen birilerinin eve sıkıştırıldığı bir yerde yaşıyoruz. O yüzden hiçbirimiz için sokak gündem olmaktan çıkmadı ve çıkamıyor da. Sokak derken tabii bir taraftan meydan diye bir şey var. Belli bir muhalefet alanı Kadıköy'e sıkıştı ama Kadıköy'ün aslında kendi içinde bir meydanı yok. Kent politikası ile siyaset ilişkisi açısından baktığımda mesela meydan ne anlama geliyor biliyoruz. Taksim'de meydan dümdüz edildi ki bir sürü ara sokağa açılan bir meydandan bahsediyoruz. Sokak denilen şeyin siyasetle kurduğu ilişki çok belirleyici. Ben Türkiye'de kendimi hiçbir zaman tam olarak evimde hissetmedim. Babam alevi, solcu bir geçmişi var ve ben bunu şimdi şimdi dillendirebiliyorum çünkü uzun süre bunu dillendirmek "ne gerek var" gibi bir şeydi benim için. Şimdi artık kendimi tanımlayabilmek için dillendirmeye çalışıyorum ki ben zaten hiçbir zaman o aidiyet ilişkisini kurmuş biri değilim. O yüzden sanırım o evsizlik benim hissetmediğim aidiyete atıfta bulunuyor, bir taraftan da o aidiyetsizliğin doğurduğu, evsizlik hissinin getirdiği de bendekini çok karşılıyor.
Ben artık Türkiye'de sokakta olmanın güvensizlik olarak yaşandığını görüyorum ve oyunların da biraz bunun etrafında dönüyor zaten. Sokakta güvensizlik hissine maruzken ve sokağa çıkamazken de evinde evsiz hisseden, arada kalmış bir takım insanlar var ve bu insanların hikayesi bugün, bizzat şu anda yaşanıyor aslında. Belki de hikayesini anlattıklarını muhalif, öteki, vs demek yerine tam da bu sokaktan mahrum ama evsiz insanlar diyebileceğimiz kitle olarak düşünebilir miyiz?
Evet, bu çok sancılı. Sokaktan mahrum ama evsiz de... Nereye kaçarsak kaçalım çok güvensiz hissediyoruz diyorsun hani, ben o güvensizliği kendime bir türlü konduramadığım için hiçbir zaman tam olarak onun adını koyamıyorum. Çünkü "ben bir kadın olarak belli bir saatten sonra sokağa çıktığımda" gibi cümleye başlamak istemiyorum. Ama...
Ama...
Ama bir taraftan da öyle bir gerçek var. Bir taraftan da gözler bende başka kodlara dönüşüyor artık. Beni tanımlamaya çalışan ve tanımlayamadığı yerde beni yaralayan gözlere dönüşüyor. Türkiye'de yaşayan bir eşcinsel için her zaman öyle aslında tabii… Ama bu sefer artık gördüğün şeye karşı güvensizlik çok belirleyici.
Parmağında yüzük olmaması mesela. Berlin Zamanı'nda bunlar geçtiği için çok mutluyum. Parmağımda olmayan yüzük yüzünden yaşadığım şeyler... Bu çok bu ülkeye ait bir şey. Toplumsal olarak ayrıştırmak istemem ama sen bir kafede arkadaşınla otururken parmağında yüzük olup olmaması hiç problem olmayabilir ama o kafeden kalkıp evine giderken bir tekelden iki tane bira almaya çalıştığın anda parmağındaki yüzüğün yokluğunu esnafla fark edebiliyorsun. Bu da esnafı ayrıştırdığım için değil, esnafın siyaseten mahallenin bekçisi olarak konumlandırıldığı bir politikadan bahsediyoruz. Onlar da sağ olsunlar mahallelerde o görevlerini sonuna kadar yerine getiriyorlar ve sana var güçleriyle hissettiriyorlar. Üstelik ben bunu dünyanın en illegal yerlerinden birinde, Harbiye'de yaşıyorum…