Şans kapıyı çalarsa

"Ev, hem zamanı hem kişisel tarihimizi yoğurur duvarlarında. Hangi halının altında neyle karşılaşacağımız belli değildir çoğu zaman. Ama bu hal, daha çok, bizim evle ilişkimizde saklıdır."

30 Nisan 2020 16:24

‘’Fakat anlatısının tam burasında Şehrazad, günün belirdiğini görmüş ve yavaşça öykü anlatmayı bırakmış.

Fakat otuz üçüncü gece gelince, sözünü sürdürmüş:
......
‘’Bir gün talih kapının önünden geçerse, onu yakala ve korkmadan keyfince ondan yararlan! Ve de tüm dostlarının yararlanmasını sağla! Çünkü ellerinden kayıp gidebilir.

Ama evinde mesken tutmayı yeğlerse, ondan en geniş şekilde yararlan! Çünkü senin cömertliğin asla onu tüketmez; ve bırakıp gitmeyi kararlaştırırsa, onu alıkoymak için asla hasislik sökmez!’’

Binbir Gece Masalları, Enisü’l Celis ile Ali-Nur’un Öyküsü[1] 

Stoklarımız tükenmeye başladı yavaş yavaş. Mercimek, makarna stoğu değil kastettiğim. Ömrümüz boyunca geliştirmeye çalıştığımız veya çokça ihmal ettiğimiz ’iyi hal’ stoğumuz. Sosyal medya ve film batağından kurtulabildiğimiz anlarda karşımızda kalakalan bir benliğimiz var birlikte yaşadığımız, köşelerini fark ettiğimiz. Karşı koltukta –varsa– aile üyeleriyle beraber, ağzıyla yüzüyle, tüm cesametiyle ‘kendimiz’ oturuyor şimdi. Kendi sesimizin yankısını duyuyoruz her sesle, ara sıra göz göze geliyoruz. Bakışlarımızı kaçırıyor muyuz o an, yoksa gülümsüyor muyuz o surete?

Tükenen şey, ‘kısılıp kaldığımız’ dört duvar arasında kendimize ve diğerlerine tahammül halimiz, sınırlarımızı koruma gücümüz, ’hayır’ diyebilme cesaretimiz; başkalarını olduğu kadar, yalnızlığı da kabul edebilme genişliğimiz, her sabah bizi yataktan kaldıracak yaşam sevincimiz... Sahi, kaç oda kaç salon içimiz?

Dişçi randevularını ihmal edip ağzımda bir çürükle bu günlere yakalandığım için kendime yüklenirken, ruhumu beslemek için yaptıklarıma ‘iyi ki’ diyorum şimdi. İyi ki arkadaşımla Karaköy’de bir kahvaltı yapmışım; İyi ki , şimdi bomboş olan o dünyanın en güzel meydanlarında dolanmışım. İyi ki sabah erken vakitte Belgrad ormanında yaprakları çıtırdatarak yürümüşüm. İyi ki o konserde herkesle birlikte şarkı söylemiş, hücrelerime notaları doldurmuşum. İyi ki gün doğarken soluğu deniz kıyısında almışım. Dişimdeki dursa da, iyi ki içimdeki çürükleri çektirmişim. ‘Her şey zamanında’ lafı ne de doğruymuş meğer...

‘Gelen gün cennet olsa, geçen gün aranırmış’ cümlesinden daha öte bir özlem var maziye içimizde. Hatırlamaktan mutlu olacağımız anıları hatırlamak için belleğimize başvuruyoruz sık sık. Jose Saramago’nun 1998 Nobel Edebiyat ödüllü Körlük kitabında, gözü bantlı adamın getirdiği radyoya bir hazine muamelesi yaparken, yalnızca ‘müziği unutmamak için’ bir şarkı dinlemek isteyen gözlüklü kıza adamın cevabı şudur:

“Müzik dinlemek isteyen, kendi kafasının içini dinlesin, belleğimizden iyi bir şeyler için faydalanabiliriz sonuçta.”[2]

Doğru ya, belleğin tek vazifesi kötü şeyleri hatırlamak olmamalıdır. Bu günlerde, yaşadığımız güzellikleri bize altın tepside sunmalıdır.

1950’lerde Fortune dergisinin sanat direktörlüğünü yapan illüstratör Leo Lionelli, çocuk kitabı olmanın sınırlarını aşan kitabı Frederick’ le 1967 New York Times Yılın En İyi Resimli Kitabı ödülünü alır. Lionelli, çizimlerini de yaptığı kitabında akıllı tarla faresi Frederick’in ‘işçi’ farelerin arasından kendi varlığını ‘şair’ olarak kuran hikayesini anlatır. Kendisine neden diğerleri gibi mısır, fındık, buğday toplamadığı sorulduğunda şöyle cevap verir;

'Soğuk, karanlık kış günleri için güneş ışını topluyorum

‘Renk topluyorum çünkü kış külrengi olur.’

‘’Sözcük topluyorum. Kış günleri uzun olur; bitmek bilmez, o yüzden söyleyeceklerimiz tükenecektir.’ [3]

Başta fareler çok umursamaz ama, uzun kış gecelerinden sıkılıp kendi stokları tükendiğinde, Frederick’in kapısını çalarlar.

‘Frederick, senin topladıkların nerede?’   
‘Yumun gözlerinizi’ der Frederick.
‘Şimdi güneş ışınları gönderiyorum size
Işınların altın parıltısını hissediyor musunuz?’

‘Ya renkler; Frederick?’ diye sorarlar heyecanla.
‘Bir daha yumun gözlerinizi’ der Frederick.

Ve onlara sarı buğdayların arasında uzanan mavi menekşeleri ve kırmızı gelincikleri anlatır.

"Bir de böğürtlen çalılarındaki yeşil yaprakları...
O sırada zihinleri sanki bu renklerle boyanmıştı.’[4]

‘Ya sözcükler?’ diye sorduklarında ise onlara bir şiir okur.  Buğday, mısır taneleri kadar ruhlarını doyurmuştur Frederick’ in sözleri..

Mevsim kış değil ama, bizim de sözcüklerimiz tükeniyor içine düştüğümüz uzay boşluğunun içinde... Hem kendimize hem dört duvarı paylaştıklarımıza söyleyecek sözümüz kalmıyor. Doğru sözleri belleğimizdeki güzel anıları aradığımız gibi köşe bucak arıyoruz.

"tıpkı yatağa yatmayı düşünen bir bedenin içine yerleşeceği, kendisi için hazırlanmış çukurluğu araması gibi aramıştı kelimeleri"[5]

 Uzayıp giden zamanın ve çoğalan an’ın içinde, ve kim bilir muhataptan kesilen ümitle, konuşma teşebbüssünden vazgeçeli çok oldu belki de..

"Anladık sonu yok yalnızlığın," [6] ama zamanın da biten ve başlayan bir şey olmadığını kavradık.

"Her zaman böyle miydi, bilmiyorum." [7] Ama zaman mefhumunun niteliğinin değiştiğini hissediyorum en çok. Hem müthiş bir hızın içinde savruluyor, hem de biraz daha yavaşlarsak duracakmış gibi bir sonsuzluğun içinde yüzüyoruz. ‘Pazartesi ya da Salı’ kıvamında birbirinin replikası olan günler, her günün akşamı, ‘Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’ çünkü ‘Gün Boyu Gece Yarısı’...

“Demek istediğim, bu karantina kırk gün de sürebilir, kırk hafta, kırk ay, hatta kırk yıl da, önemli olan, bu kişilerin kapatıldıkları yerden dışarı çıkmamaları.”[8]

Körlük kitabında salgından sonra yapılan ilk resmi açıklama, karantina süresinin ucu açık olduğu göz önünde bulundurularak yapılır. Bir de isimlendirme çabası telaşına düşer resmi makamlar. Toplumsal etkilerini önemseyerek, kulağa hoş gelmeyen ‘körlük’ yerine ‘beyaz felaket’/ (white illness) olarak tanımlanır nasıl bulaştığı belli olmayan bu salgını.. Ve körlerin gördüğü şey, ‘kısır beyazlık’tır.

Evde kırkımızın çıkacağı şu günlerde, en çok zamana karşı kör olduk biz. Zaman’ın göbeği mekâna bitişiktir oldum olası. O mekânın ev olması daha olası:

“Böylece ev yalnızca günü gününe, bir tarihsel çizgi boyunca, kendi yaşantımızın anlatısında yaşanır olmaktan çıkar. Düşler aracılığıyla yaşamımızda yer alan farklı yuvalar birbirinin içine girer ve geçmiş günlerin hazinelerini korur. Yeni evimizde aklımızda eski evimizin anıları geldiğinde, devinimsiz çocukluğumuzun ülkesine, çok çok eski olan gibi devinimsiz o ülkeye gideriz. Saptamaları yaşarız, mutluluk saptamalarını. Saklanmış anıları yeniden yaşayarak kendimizi avuturuz. Kapalı bir mekânın anıları saklaması, koruması, bu arada bu anıların imge değerlerinin de teslim edilmesi gerekir. Dış dünyaya özgü olanlarla aynı tınıya sahip olmayacaktır. Tabii, ev sayesinde anılarımızın büyük bölümü barındırılmış olur ve ev biraz karmaşıksa, mahzeni ve tavanarası, köşe bucağı ve koridorları varsa, anılarımızın da giderek daha netlikle belirlenen sığınma yerleri vardır. Yaşamımız boyunca düş kurmalarımızda dönüp dönüp geliriz buralara. Dolayısıyla ruhçözümcünün anıların yerlerinin bu basit belirlenmesine dikkat etmesi gerekir. Ruh çözümleme bir anlamda mekân çözümlemedir. Mekân, peteklerinin binlerce gözünde, zamanı sıkıştırılmış olarak tutar. Mekân, bu işe yarar.”[9]

Ev, hem zamanı, hem kişisel tarihimizi yoğurur duvarlarında. Hangi halının altında neyle karşılaşacağımız belli değildir çoğu zaman. Ama bu hal, daha çok, bizim evle ilişkimizde saklıdır.

Sevim Burak, ‘ evin içini koca bir leke gibi kaplıyorum’ derken, Oğuz Atay için korkuyu da beklesen, evde kalmak, en akıllıca yoldur.  

“Artık ne sevgi kalmıştı, ne ülkü, ne de itici gizli mezhep. Eve kapanmalıydı insan, bir daha hiç çıkmamalıydı, gerçekten çıkmamalıydı.”[10]

‘Bir salgında suçlu aranmaz, herkes kurbandır’[11] ve herkes içinden geçtiğimiz ve ‘ev’de ‘ev’le geçirdiğimiz şu zamandan hissesine düşeni alacaktır. Şans kapıyı çalınca yakalama ihtimalimiz daha yüksek belli ki, ‘Geldik, evde yoktunuz’ yazamayacak şans getiren kargo yetkilileri. Biz hep evdeyiz artık. İçimizin gürültüsünden zili duymama ihtimalimiz hep mevcut olsa da, bizi evde arayan her ihtimale daha açığız şimdi.

Soruyorum sana Frederick,

Senin topladıkların nerede?


[1] Binbir Gece Masalları, YKY, 2017;  Cilt 1/1 , s. 412.

[2] Jose Saramago, Körlük, Kırmızı Kedi Yayınları, s. 154.

[3] Leo Lionni, Frederick,  Elma Çocuk, 2. Basım.

[4] Frederick.

[5] Körlük, s. 160.

[6] Yalnızlık Senfonisi, Sertab Erener.

[7] Yalnızlık Senfonisi, Sertab Erener.

[8]  Körlük,  s. 46

[9] Bachelard, Gaston. Mekânın Poetikası, Kesit Yayıncılık, 1999. s. 34

[10] Oğuz Atay, Korkuyu Beklerken, İletişim yay. 2019, s. 92.

[11] a.g.e. s. 54