"Akıp Giden Günlerimiz’deki birkaç öyküde yinelenen motifler var. Bunlardan biri hikâye anlatmakla ilgili. Öykü kişileri karşısındakiyle iletişim kurmakta zorlandıklarında hikâye anlatmakta bir çare umuyorlar, ne var ki farklı nedenlerle hikâye anlatmak da iletişimi sağlamıyor ya da kolaylaştırmıyor, en azından ilk seferde."
20 Ağustos 2020 23:30
Özcan Yılmaz’ın geçtiğimiz günlerde yayımlanan ilk kitabı Akıp Giden Günlerimiz’deki öykü anlatıcıları soğuk, mesafeli bir dil yeğliyorlar. Cümleler, aktarılmak istenen bilginin ötesinde bir şeyler ifade etmekten kaçınan bir anlatıcının ağzından çıkmış gibi gelebiliyor ilk anda. Oysa bu dilin de sezdirdikleri var. İlk olarak kendisinden hoşnut bir öykü kişisiyle karşı karşıya olmadığımızı fark etmemizi sağlıyor. Yapıp ettiklerini ya da içinden geçenleri allayıp pullayan, bunları yapar ya da hissederken iç dünyasında oluşan ışıklı ya da karanlık halleri bize göstermek ya da anlatmak isteyen birileri yok karşımızda – kendilerinden hoşnut olmadıkları gibi, bizim de onları sevip sevmeyeceğimiz çok umurlarında değil. Hoşnutsuz olmakla birlikte hoşnutsuzluklarını kanırtarak dikkat çekmeye de çalışmıyorlar. Kanıksamışlıktan ya da usançtan söz etmek daha uygun. Büsbütün buz kesmiş değiller, ama öykücü bizi onlarla iç yangınlarının yaşandığı anlarda değil, sonrasında sönmeye yüz tutmuşken tanıştırmayı ya da en derinde yaşananları değil yüzeyde olan bitenleri (harekete geçtiklerinde ne yaptıklarını ya da bir başkasıyla konuşurken söylediklerini) anlatmayı yeğlemiş çoğunlukla.
Kanıksamışlıktan ya da usançtan söz etmem şundan. Bir kerelik yaşantı, duygulanış ya da hüsranlardan oluşmuyor öykü kişilerinin hikâyeleri; belki başlarına ilk kez geldiğinde, önceki birkaç seferde onlar da heyecanlandılar, söylendiler, çırpındılar, ne yapacaklarını bilememenin telaşıyla sağa sola koşturdular, ama bunların nasıl yaşandığı, hatta yaşanıp yaşanmadığı öykü metnine dâhil edilmiyor – bize bırakılmış, tahmin etmek, sezmeye çalışmak, ahlanıp vahlanmak. Şurası açık ama: anlatılanlar anlatı zamanıyla sınırlı değil, öncesinde yaşanmış, hissedilmiş bir şeyler var. Bu nedenle Yılmaz’ın öykü kişilerinin soğuk dilinin sadece anlatı zamanına dair bir şeyler aktardığı zannedilmemeli. Geçmişten söz ettikleri de oluyor arada, ama geçmişte olanlar handiyse resmi bir evraka derkenar düşercesine anlatılmış (belki de “kayda alınmış” demeli, bu ifade anlatının diline daha uygun!) Bununla birlikte satır aralarında, cümlelerin birbirini takip edişinde kendisini duyuran bir şeyler var, öykülerin atmosferini de bunlar meydana getiriyor. Beri yandan öykülerin nelere odaklandığına dair ipuçları da kimi zaman bu geçerken söylenmiş cümlelerde beliriyor.
“Çok Güzel Olmayan Öyküler”den bir sahne. Anlatıcı ile Derya havadan sudan konuşurlarken Derya kedisinin yavruladığından söz eder. Anlatıcı kedilerden yola çıkarak yanındaki kadının şefkatli olduğuna dair bir tespit yapar. Ne var ki Derya bu kedilerin hepsinden kurtulması gerektiğini söyleyiverir.
“Hayatımdan hepsini çıkarmam lazım aslında ama kıyamıyorum, dedi biraz yorgun bir sesle. Benden uzaklaşmasına izin verdiğim kadın aklıma geldi, sen istesen de istemesen de demişti, ben kararımı verdim.” (s. 37)
Anlatıcının geçmişi ya da “gitmesine izin verdiği kadın” hakkında daha önce bize hiçbir şey söylenmemiştir. Hoş, anlatıcı ve Derya’nın öykünün şimdiki zamanındaki halleri hakkında da bölük pörçük bilgilerimiz vardır henüz. Bu kısacık sahne bize bir-iki noktayı duyuruyor. Anlatıcının Derya’ya şefkatli olduğunu söylemesi bir yakınlaşma girişimi olsa gerektir, gelgelelim kadın kedilerden kurtulması gerektiğini söyleyerek onun sözünü, girişimini boşa düşürür. Ne tam bir ilgi ne büsbütün ilgisizlik sezilir her ikisinde de. Bu düşük voltajlı gerilimi ikilinin bir araya geldikleri her anda hissederiz. Bu sahneye değinmemin esas nedeni, anlatıcının “Benden uzaklaşmasına izin verdiğim kadın aklıma geldi,” sözü. Birdenbire geçmişten bir sızı anlatı zamanına kafasını uzatıyor, ama öykünün sonlarına kadar bu sızı bir daha kendisini duyurmayacak. Gelgelelim, bu sızıdan haberdar olduğumuz anda bazı flu alanlar netleşir gibi olur.
Öykünün giriş cümleleri yeni bir boyut kazanır mesela. Şöyledir: “Akide renkli gözlük taktığım, öyle kokmadığım zamanlar. İnsanlar önümden geçip gidiyor, son seçenek olana dek yanıma oturmuyorlar.” İkinci cümle anlatıcının bir şeyleri bize yaşandığı anda naklettiğini duyuruyor, ama öncesindeki “zamanlar” kelimesi bize hatırlanan bir şeylerin anlatıldığını söylüyor. Anlatıcının öyküyü anlatı zamanının sonrasından ama anlatı zamanındaymış hissi yaratacak bir kiple anlattığını anlıyoruz böylece. Nitekim öykü de anlatı zamanıyla anlatılma zamanının neredeyse bitiştiğini hissettirerek ilerliyor. Geçmişteki kadının hatırlandığı anda öyküye üçüncü bir zaman ekleniyor. Buna “anlatılmayan zaman” demek çok yanıltıcı olmayacaktır.
Öykü kişilerinin anlatma tarzlarına dönersek, işin içinde usanç olmasa belki bu öykü kişileri için “havalı” demek mümkün olabilirdi, dağlar gibi serin, hiçbir şeyden tınmayan, görmüş geçirmiş. Az değildir böyleleri, telaşa kapıldığımız, yanıp tutuştuğumuz zamanlar pek imreniriz böylelerine. Ne ki Özcan Yılmaz bizi imreneceğimiz kişilerle tanıştırmaktan yana değil. Duygulu ya da duygusuz, birbirinin karşıtı bu iki kişilik özelliğindeki insanlara hayranlıkla yaklaşılması çok olağandır – edebiyatçılar da pek heveslidir onları anlatmaya. İlki duygu dünyalarını bize açmaya pek heveslidir, üstüne üstlük çoğu zaman duygulu bir tonla bize anlatır bunları. Okurken, dinlerken hayranlık duyar, ona benzemeyi arzularız, onun gibi içli biri olduğumuzu düşünüyor olsak bile onun kadar farkındalıklı ve belagatimiz onunki kadar kuvvetli olmadığı için kendi içimizde yanıp duruyoruzdur, onun gibi olabilsek dünyaların ilgisine mazhar olmuş varsayarız kendimizi. Giderek özdeşlik kurarız, onun sözleri yapıp ettikleri bizimmiş gibi ruhumuzu yükseltir. İkinciyeyse artık kül olmaya yüz tuttuğumuzda imreniriz; “Şunun gibi olaydım,” deriz, “olan biten hiçbir şey beni de yıkmayaydı, yakmayaydı, bana bunu yapanların karşısına çıkıp boşa uğraştıklarını hissettireydim.”
Özcan Yılmaz, okuyanlarda özdeşlik kurma isteği yaratacak öykü kişilerinin başlarından geçenleri anlatmıyor. Duygulu kişiler olmadıklarından söz ettim, ama duygusuzlukları için de “havalı” demek pek mümkün değil. Kaldı ki bazı öykü kişileri düpedüz sevimsiz bile bulunabilir. Anlatıcılar da öykü kişisine uyuyorlar; onun çok yakınından anlatıyorlar (serbest dolaylı anlatım dolaylarından); olup bitenleri öykü kişisinin iç dünyasına ya da hayatının seyrine hâkim olan mesafeli tona saygı duyarcasına soğuk bir dille aktarıyorlar. Öykü kişisini bize sevimli göstermeye çabalamıyor, nahoş yanlarının kaydını düşmekten geri durmuyorlar.
“Adam çocuklarının ikisini de sevmedi. Sevmek istedi, bunun için gerçekten çaba gösterdi ama olmadı. Acaba gerçek babaları değil miyim diye sorar kendine. Ne fark eder ki, der sonra, benden ya da değil, bu onları sevmemi sağlayacak mı?” (s. 114)
“Beni Burada Bekle”deki bu adamın geçmişi de büyük ölçüde meçhul bizim için. İki çocuğunun henüz çok küçük olduğu yıllarda, yürümeyen bir evliliğin içinde tanışırız onunla. Çocuklarını sevememiştir, aile birliğine bağı da güçlü değildir, bu arada şunu da öğreniriz: güçlü denebilecek tek bir bağı, onu hayata bağlayan tek bir tutkusu vardır. Şimdisini gelecekte yeterli parayı biriktirdiğinde almayı düşündüğü bir şey uğruna rehin vermişe benzer. Ne ki bu hesabın, kendince kotardığını zannettiği uzlaşmanın yürümeyeceği bir an gelir çatar.
“Söyleyecek şey kalmadı. Tonla mesele var birbirlerine açıklamak istedikleri ama artık konuşmak boşuna, nefes kaybı.” (s. 119-120)
Hazır değildir, hiçbir zaman hazır olmamıştır. Edilgenliğiyle idare etmiştir hep.
“Sanki hep kararsız kalarak olayların buraya gelmesini o istedi. İşte şimdi o an geldi ama ne istediğinden o kadar emin değil.” (s. 121)
Öyküde adamın harekete geçme ve az önce sözünü ettiğim gelecek hayali dışında başka bir şeylere arzu duyma yetisini nerede, nasıl yitirdiğine dair bir bilgi verilmez. Ona acımalı mı, kızmalı mıyız? Bu da yanıtı zor bir soru; ama onunla özdeşleşmeyeceğimiz kesin. Yukarıdaki alıntının ona sempati duymamızın hayli uzak ihtimal olduğunu gösterdiğini zannediyorum. Bununla birlikte bu adamı sayfalar ilerledikçe az çok tanırız, derdini sezeriz, kendimizi hemdert hissetmesek de. Fakat öykü sadece bundan ibaret değil – tatsız, tuzsuz bir adamın hikâyesi değil yalnızca. Özcan Yılmaz bu adamın hikâyesini büyük sözler, altı çizilecek cümleler kurmadan seçimlerimiz ve yazgı bahsine bağlıyor. Dile gelmeden aklımıza düşürdüğü birçok soru var: Neye ne kadar muktedir olabiliriz, seçimlerimizin kelebek etkisi nerelere varabilir, yazgımızı bilebilir, kestirebilir miyiz, onun karşısında çok mu güçsüzüz? Var ise gücümüz yazgımıza karşı kendimizi teselli edebilmemizde mi, yoksa tersi mi doğru? Ne ölçüde ve nereye kadar avutabiliriz kendimizi, yoksa bütün varoluşun avunmaktan ibaret olduğunun farkına vardığımız için mi tadı tuzu yok bir şeylerin? Bunu bilmek ayrı bir avuntu mu? Bu tatsız oyuna çare, Özcan Yılmaz’ın öykü kişisi gibi, can havliyle katılmamakta mı? Nefes alıp verirken, başkaları varken, bir şeyler arzular, bir şeyler hissederken, ne kadar mümkündür? Bunca sorunun kafamızda dönüp durmasının metnin kurgusuyla da yakın bir bağı var bence. Bittiği anda öykünün başına dönme ihtiyacı duyuyoruz.
Bir öykü metnin içine alacaklarımız kadar almayacaklarımızın da ölçülüp biçilmesiyle kurgulanır. Yepyeni bir saptama değil bu, çok sık duyuyor, okuyoruz. Bana öyle geliyor ki ustalık, ölçerken kullandığımız mezurayla biçerken kullandığımız makasın izini bırakmamakta. Öykücünün harcadığı emeğinin sezilmemesinde hüner. “Beni Burada Bekle”nin bazı soruların kafamızda dönüp durmasına neden olduğunu belirttim, ama bu sonraki iş, öykü bittikten sonra ya da biteyazdığında sorular beliriyor, oraya varana kadar öyküdeki tatsız tuzsuz adamın yıllarını kat ediyoruz. Bazı kritik anları yakından (ağır çekim) okuyoruz, beri yandan öykünün bölümleri arasında seneler hızla geçiveriyor. Sabit bir ritimle akmıyor öykü. Belirsiz kalan kimi noktalar da var, öykü akıp giderken aklımızın bir köşesine takılıp kalan. Öykü gibi dilin iktisatlı kullanıldığı bir türdeki metinleri okurken bize ilk anda ne söylemeye çalışıldığının açık edilmediği bu gibi cümle ya da kelimelerin boşuna yazılmadığını akılda tutmamak olmaz. Bunları öykünün devamına ya da sonuna atılmış kancalar olarak değerlendirmek mümkün. (Belki de bu kancalardan tutup çekince hızlanıyor öykünün ritmi!)
“Tatil bitene dek oğluyla birlikte her gün denize gitti. Bir keresinde, dalgaların sahile karıştığı yerde denizin içinde oturdular. Baba ayaklarını uzattı, suyun göbeğini dövmesini seyretti. Oğlan da beceriksizce onu taklit etti. Okula başlamak hakkında konuşmayı denediler, sohbet uzamayınca sustular. Çok uzaklarında, ufka yakın, denize paralel durmaya çalışan yelkenlileri izlediler, aynı hayali paylaştıklarını bilmeden. Baba çocuğun denize hep mesafeli olacağını sanıyor, oğlansa adamın düş kurmak için yaşlandığını düşünüyordu.” (s. 116)
Hep yapılanla bir kereliğine yapılanın birlikte anlatıldığı bu satırlar, bize tatilin genel havasıyla günlerin orada nasıl geçtiğinin yanı sıra, babayla oğul arasındaki iletişimin ne halde olduğunu da adlı adınca duyuruyor. Bu birkaç cümleyi ikilinin aynı hayali paylaştıkları “kanca”sı takip ediyor. Anlatıcı bize her ikisinin de bilmediği bir sır veriyor. Sadece öykünün sonuna değil, başına da atılmış bir kanca aslında bu. Öykücünün makas izi ya da teyelden arta kalmış iplik parçaları bırakmaksızın kurgulama hüneri derken kastettiğim böyle bir şey. Özcan Yılmaz’ın öykülerinde her şey aktarılmıyor bize, belirsiz kalan yerler hiç az değil, metni baştan sona okuduktan sonra kendimizden emin bir biçimde öyküleri özetlememiz zor, çünkü belirsizlikler büsbütün giderilmiyor. Beri yandan öyküdeki belirsizlik alanları genişleyip daha genel, varoluşa dair yanıtı belirsiz sorulara varabiliyor. Daha ilginci, bu büyük ve küçük (“genel” ve “tekil” olarak da okunabilir) belirsizliklerin iç içe geçtiği yerde sanki bu soruların hepsinin bir yanıtı olabilirmiş hissine kapılıyoruz. Belki de belirsizliklerin çokluğunun farkına varmakta bizde çok şey belirliymiş hissi yaratan bir şeyler var. Bu öykünün bir aydınlanma ânı var, ne ki bu anda bildiğimiz aydınlanma anlarının çoğunda olduğu gibi karanlık noktalara ışık düşmüyor, aksine karanlığın heybeti beliriyor. Denizle içli dışlı bu öyküde karanlığın heybetinin belirdiği ânı, öykü üzerine yazılmış metinlerin klasikleşmiş bir başka terimiyle birlikte anmak mümkün, burası öykünün zirve noktası – şöyle de diyebiliriz dalganın kıyıya vurduğu an bu. Gelgelelim Özcan Yılmaz bu zirve noktasında bitirmiyor öyküyü, kıyıya şiddetle çarpan dalganın sönerek geri çekilişiyle sona eriyor metin.
Akıp Giden Günlerimiz’deki birkaç öyküde yinelenen motifler var. Bunlardan biri hikâye anlatmakla ilgili. Öykü kişileri karşısındakiyle iletişim kurmakta zorlandıklarında hikâye anlatmakta bir çare umuyorlar, ne var ki farklı nedenlerle hikâye anlatmak da iletişimi sağlamıyor ya da kolaylaştırmıyor, en azından ilk seferde. “Yatak Odamızdaki Yuva” öyküsünde Enver, anlatmakta olduğu “hikâye devam ettikçe oturdu[kları] yerin altı[nın] boşmuş gibi gel[diğini]” hisseder, “yavaş yavaş gömülüyor[lardır,]” yine de sürdürür anlatmayı. Oysa bir şeylere açıklık getirmek için başlamıştır anlatmaya, tersi bir etkiyle karşılaşmıştır devam ederken. Bu hikâyeyi ortada bir neden yokken başladığını söylese de, (“Bilmiyorum neden, o an aklıma bir hikâye geldi.”) anlattıklarının Nesrin’le aralarında yaşananlar olduğu ya da olabileceği ortadadır – bu çiftin geçmişlerindeki çocuk yapma/yapmama kararının alındığı dönemde belirsiz kalmış bir şeyler vardır, Enver’in anlattığı hikâye de tam bununla ilgilidir. Olan biteni kendi cephesinden bir kez de hikâye gibi anlatmaya kalkıştığını düşünebiliriz, ne var ki çoktan geç kalmıştır Enver. Önce, “Hikâyem çoktan öldü, onu bitirsem de, bitirmesem de,” der. Daha sonra da, “Elimden gelen tek şey, hikâyeme son vermek.” Anlarız ki ölen anlattığı hikâye değildir, o olsaydı son vermekten söz edilmezdi. Birkaç saatlik ya da birkaç günlük bir gecikme olmadığını da sezeriz, yaşanırken anlatılmadığında ölmüştür – çoktan.
“Çok Güzel Olmayan Öyküler”deyse hikâye anlatmak daha merkezi bir motif. Öncelikle anlatıcının yakınlık kurmaya çalıştığı Derya sahnede hikâye anlatan biri. Bunun yanı sıra Derya ve Rene’yle bir masanın etrafında oturdukları sırada, “muhabbet tıkalı, ilerlemiyor” diye düşündüğü sırada hikâyeler uydurmayı önerir anlatıcı. Üçünün de anlattığı hikâyeler var öyküde, ne ki tıkalı muhabbeti açmak için anlatılmış değiller, farklı saiklerle dile getirildikleri söylenebilir: kendini ifade, hava atma, karşıdakine mesaj verme… (“Adamın Köpeği” öyküsünde bir yerde de hikâye anlatmak “grubun kontrolünü ele geçirme[nin]” bir yolu yöntemi olarak ifade edilir.) Bu öyküden anlatılan ve anlatılmayan zaman bahsinde yazının başlarında söz etmiştim. Öyküde anlatılan hikâyeler bir yerden sonra Derya’yla anlatıcının iletişimine bir kapı açacaktır – Enver’inki gibi çoktan ölmüş değildir hikâyeleri (belki de hikâyeleri ölmüştür ama hikâye anlatmak hâlâ mümkün ve anlamlıdır.) İkisi için de daha önce belirsiz olan kimi noktalara bu hikâyelerin anlatılmasıyla ışık düşer. Şunu da belirtmeliyim, ışığı düşüren hikâyeler değil, anlatılanların içlerinden kişisel hisseler çıkarılacak kıssalar olduğu zannedilmemeli, öykü kişileri bunu murat ederek anlatmış olsalar da. Karanlıkta kalmış noktalara ışık hikâyelerle değil, Derya’yla anlatıcının muhabbet edebilmeleri sayesinde düşer. Başta sözünü ettiğim “anlatılmayan zaman” var bir de. O esas itibariyle anlatılmadan kalıyor. “Esas itibariyle” diyorum çünkü öykünün içinde anlatılan hikâyelerde bu konuda takibi bize bırakılmış izler de var. Ne ki bunların takibi anlatılmayan zaman diye kodladığım konuda bizi dört başı mamur biçimde tatmin etmeyecektir, ama zaten öykü de böyle bir tür, en azından Özcan Yılmaz’ın öyküleri böyle. Her şeyin anlatılmadığı, okurun sezgisiyle, belki kendi hikâyesinin de içinden geçerek tamamlanabilecek öyküler.
Özcan Yılmaz’ın öykülerindeki ortak motiflerden biri de öykü/şiir yazmakla gündelik hayat/iş hayatı arasındaki çelişki. “Nedim Şair Olmak İstiyor”la “İşe Yaramanın Onca Hali”nde bu mesele ortak. Şu cümle Nedim’in öyküsünden: “Kimsenin okumadığı şiirler yazmak bir işe yaramıyor.” Öbür öyküye başlık olarak ödünç vermiş gibi “işe yaramak” fiilini. Nedim’in öyküsünü üçüncü tekil kişi anlatıcının, “İşe Yaramanın Onca Hali”niyse birinci tekil kişi anlatıcıdan okuyoruz. Anlatıcılardaki bu farka rağmen soğuk, mesafeli dil de ortak bu öykülerde. Bununla beraber temel bir yapı farkı var: “İşe Yaramanın Onca Hali” kronolojik olarak birbirini takip etmekle ve aynı kişinin ağzından anlatılmakla beraber her birinin başlığı olan, kısa denebilecek anlara odaklanmış, yarım ya da bir kitap sayfası uzunluğunda altmıştan fazla bölümden oluşuyor. Bu uzunluktaki öyküde haliyle yıllara yayılan bir hikâye anlatılıyor. Nedim’in hikâyesiyle benzeştiği tema söylem düzeyinde bir yerden sonra gerilerde kalıyor, daha çok anlatıcının iş hayatına odaklanarak sürüyor. Anlatıcıların dillerindeki mesafenin, handiyse donukluğun nedenleri de bu öykülerde belirginlik kazanıyor. Bir coşku yitimi söz konusu. Nedim’in öyküsünde ya da uzun öyküdeki parçalarda anlatılan her şey bir yandan da bunu duyuruyor. Arzuladıkları ama işe yaramadığı düşünülen (sadece başkalarının düşüncesi değil bu, kendilerinin de içselleştirdiği ortada) yoldan yürüyemediklerinde, hatta öncesinde bu yoldan yürüyemeyeceklerini anladıklarında içlerinden bir şeyler sökülüp alınmış her ikisinin de. Bu sadece dillerine yansımıyor genel duruşlarında da etkisi var. “İşe yarar” bir şeyler yaparlarken sıyrılamadıkları bir tutukluk var hareketlerinde, bir tür kendini tam olarak vermeme hali. Dünyayla aralarında bir mesafe girmesinden ötürü dilleri de mesafeli belki de. Bu öykü kişilerine ne sempati duymamızı ne de onları “görkemli kaybedenler” olarak görmemizi istediği açık Özcan Yılmaz’ın. Grinin farklı tonlarında gezinmemiz yanlısı onların dünyalarına daldığımızda. Nedim mesela inisiyatif almak yerine edilgen kalıp beklemeyi yeğliyor, başka türlüsü elinden gelmiyor. Öbürü önüne fırsat geçtiği halde “Bu böyle devam eder mi?” diye sorarak yenilgiyi baştan kabul ettiğini hissettiriyor. Nedim gene de çıkış yolunun farkında gibidir. Bir aydınlanma ânında şunlar geçer aklından.
“Yenilgisini kabullenmek yerine sahiplenebilir. Bunu yapabilirim, diye aklından geçirdi. Ve belki, başından beri tek yapmam gereken.” (s. 70)
Bunun farkına vardığı an da mühim. Çirkin bir hastane binasının hem çok umut hem de çok yenilgi barındırdığını düşündüğü, her şeyin kendisine hasta göründüğü sırada (gene karanlık bir dalga yükseldiğinde), “Ama hiçbiri[nin] iyileşmez” olmadığını (karanlıkla aydınlığın gelgitini) fark ettiğinde.
•