“Cevizin Şarkısı, buralara dair, hani elle tutulmayan miras denen şeylerle ilgili bir masal. Ama karşı-masal.Ve tüm usta işi anlatılarda olduğu gibi, hiç öyle yapmaya çalışmadan evrensel anlatılara da parmak ucundan değiyor. Ucuz egzotizme kaçmadan hem de.”
15 Aralık 2022 18:39
“Soluk gülkurusu, sırayla bir turuncu bir açık taba renkte geometrik desenin etrafını kenar süsü gibi çevirdiği, püskülleri döküle döküle tükenmiş el halısını çifte mezarın üstüne sererken, tam ortasındaki kök desenin cenazelerin kalplerinin üzerine gelmesine dikkat ettiler.”
Ölüleri bir yana bırakalım şimdilik. Soluk gül kurusu püskülleri tükenmiş halıyı getirelim gözümüzün önüne. Siz olsanız altına boylu boyunca uzanıp onca ağırlığıyla kendisi de yorgun zamanı üzerinizde hissedip onu koklamak istemez misiniz? Kim istemez!
Bir de ölüler var. İntikam cadıları ya da melek katiller, Ayşegül, Cemile ve Elif’in ve üçünün elebaşı Sezen’in katlettikleri, anne-baba-nine-dede-teyze-hemşire ve tüm her şeyleri, bir günahkâr kalabalık, ama hepi topu iki ceset. Dörtlü çete az mı didinir onların gözlerinin kapalı olduğundan emin olmak için. Hugo’nun o “Vicdan” şiirindeki gibi: “Mezardaydı göz ve Kabil’e bakıyordu.” O göz ki en yumulu olduğu zamanda bile katilin içindedir.
Aslı Tohumcu’nun Cevizin Şarkısı, 59 kitap sayfasına sığmış (üstelik her bölümden önce birer boş sayfa bırakılmış), İletişim Yayınları’nın 13x20 cm cepte de taşınabilir boyuttaki o incecik ve hafif duruşuyla sarsıcı ve bir o kadar iç açıcı bir metin. Edebiyat tarihçileri ve Tohumcu yazıları üzerine çalışanlar kitabı yazarın külliyatı içinde değerlendirerek hak ettiği konumu belirleyeceklerdir. Ben bir okur olarak kitabın bir tümülüs, boş ve bucaksız arazinin ortasında tek başına duran bir tepe ve kazıldığında altından kim bilir ne sürprizler çıkacak bir tepe olduğunu söylemekle yetinebilirim.
Aranızda kitabı okumuş, sevmiş olanlar ya da belki bu yazıdan sonra okuyacak olanlar vardır. O halde olay örgüsünü çözmeye ya da özetlemeye değer mi? Ya da oradan (o da varsa) yazarın niyetini çıkarmaya çalışmak nasıl bir maharet ister? İşte o isimsiz ve tarihi müphem kasabada kamyon kalabalığa daldığında kaç can almış, ne kadar hasar olmuş falan ya da yangın çıktığında ve sonra söndüğünde ne olmuş, geriye ne kalmış filan, bütün bunları tekrar anlatmaya değer mi? Tohumcu’nun Cevizin Şarkısı özetlenemez, anlatılamaz. Bu nedenle dahi olsa kalkışmamak ehven.
Kim kimin dede-babası, kim kimin öz-üveyi, kimin karnında büyüyen kimin yazarın ifadesiyle “kıçından akar”? Ayrıntılara takılan (da) olacaktır muhakkak. Takıldığıyla kalacaktır ancak. Ensestlerin ve aile denen o dolaşık şeyin bir haritasını çıkarmak isteyen çıkabilir tabii. Ben daha ziyade geyiğin boynuzlarından cevize bulaşan o kanlı ve serinletici havaya kulağımı yaklaştırmak isterim, ama beceremem.
Cevizin Şarkısı, buralara dair, hani elle tutulmayan miras denen şeylerle ilgili bir masal. Ama karşı-masal. Kitaptan bir hisse çıkarmaya kalkanlar da olacaktır. Örneğin bu dünyaya ait hesapların bu dünyada görüleceği gibi, işte “men dakka dukka”, sıra sana gelir gibisinden. Ama bu da kitaptaki dilin doyulmazlığı yanında silik kalacaktır kuşkusuz. “Bir istinat duvarı çökmüş, çökerken de üstüne kırmızı boyayla ‘Ya sev ya terk et’ yazan iki genci altına almıştı. Bir dernekte Das Kapital’i okurken çıkan tartışmanın alevlenmesiyle patlak veren kavgada iki kişi beşinci kat penceresinden düşerek, bir kişi de ağır cildi kafasına defalarca yiyerek öbür dünyaya intikal etmişti.” İsmiyle müsemma kız-ana ve kurban Meryem zatürre ile boğuşurken kasabada olanlar ve ölenler ancak bu kadar “leziz” yazılabilir. Ve hemen arkasından gelen tek cümlelik paragraf: “Meryem yataktan çıkacak gücü toplayıp abdestini alınca belalar bıçakla kesilir gibi kesilmiş, kasabalı rahat nefes almıştı.”
Cevizin Şarkısı tüm usta işi anlatılarda olduğu gibi, hiç öyle yapmaya çalışmadan evrensel anlatılara da parmak ucundan değiyor. Ucuz egzotizme kaçmadan hem de. Romanın kurucu babalarından Flaubert’in “Konuksever Aziz Jülyen’in Efsanesi” hikâyesi çağrışımı örneğin. Mesut, müreffeh ve fütursuz avcı Jülyen bir vadide tek çocuklu geyik ailesiyle (sahi dilimizde köpeğin, keçinin filan olduğu gibi geyiğin dişisi, erkeği ve yavrusu ile ilgili kelimelerimiz neden yok? Olsa ne çok yakışırmış romana) karşılaşır. Kapkara erkek geyiğin devasa olduğunu ve onaltı dallı bir boynuzla bir de ak sakalı olduğunu yazar Flaubert. Otları geveleyen dişi geyik ölü yapraklar gibi ala, annesini emen yavru ise beneklidir. Jülyen ilk okla ana ile yavruyu, ikinci okla ise babayı alnından vuracaktır. Yavaşça ailesinin üzerine kapanırken şunları haykırır geyik: “Lanet! Lanet! Lanet! Hunhar yürek, sen günün birinde anneni ve babanı katledeceksin!” Bilmeden annesini ve babasını katleden Jülyen’i nadim olup azizlik yoluna gitmek kurtaracak mıdır? Ya taammüden ve intikam almak amacıyla anne ve babalarını/dedelerini katleden bizim dörtlü çete? Onlar da ebedi bir kötülüğün intikamını aldıklarına göre tersten azize sayılmamalı mı?
Kötüyle iyinin hep var olacağını ama kötünün daima galebe çalacağını bilgiççe söyleyen moralistler de çıkacaktır eminim. Oysa hiç öyle bir niyet atfedilemez bu şarkıya adanmış kitaba. “Kökleri acıyordu cevizlerin, üç kız kardeşin kalplerinin kendi kökleri gibi derinden ve kuvvetle bağlı olmadığının bilgisiyle cayır cayır yanıyordu… Geyik, gözlerini Sezen’in kalbine dikmiş, kime bağlanacağına karar vermesini bekliyordu… Geyiğin gözlerinde gülümseyen Suzan’a katılmak için fazla düşünmedi Sezen.” O geyik taşımış olamaz mıydı peki yazarın zihninden parmak uçlarına kelimeleri, “Lanet! Lanet! Lanet!” diye haykırarak?
Koklayarak, dinleyerek ve tadarak duyularla bir solukta okunacak bir roman Cevizin Şarkısı. Ve sonra bir daha ve bu defa usul usul. Ve tabii, “rabbine dargın olanın şeytanı ile âdemoğlunun sebep olduğu şeytan farkı tıynette midir?”
•