Her şeyden evvel, kuvvetler hiçbir zaman tam olarak ayrı olamamışlardır. İyi işleyen bir diyalektik, yargının hükmünün ikna ediciliğini de arttıracaktır...
02 Şubat 2017 14:02
İsis, Osiris, Horus... Baba, oğul, kutsal ruh… Dimitri, İvan, Aleksey Fyodoroviç Karamazovlar... Athos, Porthos, Aramis... Lat, Menat, Uzza... Allah, Muhammed, Ali...
Yüzüklerin Efendisi üçlemesi, Yerdeniz Üçlemesi, Berger’in Onların Emeklerine üçlemesi, Platon’un Socrates’in yargılanması (Socrates’in Savunması, Euthyphron, Kriton) üçlemesi, Marx’ın Fransız Üçlemesi ve elbette üç ciltlik Kapital’i...
Üçleme fikrinin teolojik bir yanı var. Doğum, yaşam, ölüm gibi... Toprak, hava, su gibi... Siyahla beyaza griyle tanrısal bir denge kazandırmak gibi... Dünya ilk tanrılardan olan Kronos’un üç oğlu arasında paylaşılmıştı: Zeus, Poseidon, Hades... Yalnızca kombinasyonları değişen üç renkli Avrupa bayrakları... Kırmızı, mavi, beyaz... Fransız Devrimi’nin modern siyasal toplumu kuran sloganı: Liberté, égalité, fraternité... Bir kez daha: Özgürlük, eşitlik, kardeşlik... Osmanlı mutlakiyetine karşı da aynı slogan: Hürriyet, müsavat, uhuvvet...
Kutsal üçlemenin en önemli özelliği aslında bir’lik olmasıdır. Yani üç birdir, bütündür. Üçlemenin parçaları birbirinden ayrı değildir. Doğum, yaşam ve ölüm birlikte bir insan hayatını oluştururlar. Doğum ölümden, ölüm yaşamdan ayrı değildir. Toprak, hava ve su dünyamızdır. Herhangi biri olmadan dünyamız var olamaz. Peki ya özgürlük, eşitlik, kardeşlik? Neyin birliğidir söz konusu olan? Burada söz konusu olan modern siyasî toplumun birliğidir. Biri olmadan kurulamayacak olan toplumun siyasî örgütlenişidir.
Özgür, eşit ve kardeşçe kurulduğu varsayılan bu siyasî toplum; özgürlüğün, eşitliğin ve kardeşliğin olmadığı başka bir siyasetin, mutlakiyetin karşıtıdır. “Mutlak”ta içkin olan “Bir”lik algısı, “Teslis”te içkin olan “Vahdet” ile karşı karşıyadır tarih sahnesinde. Bu tarihsel ân’a "Aydınlanma" diyoruz: Mutlak Bir’in, Üç’ün oluşturduğu Bir’le karşılaşması...
Bu siyasî toplumun iktidar yapısı da yatay eksende üçlü bir mekanizma içerecektir: Norm koyucu mekanizma, normları uygulayan mekanizma, normların doğru uygulanmasını denetleyen mekanizma. Yasama, yürütme, yargı... “Yatay eksende”, çünkü teorik olarak her üç mekanizmanın da birbirine denk oldukları kabul edilmektedir. Bu, her üçünün birbirine karşıt değil, birlikte ve denge içerisinde var oldukları bir iktidar yapısı yani devlettir. Bir’in “mutlak”lığı, İki’nin “karşıt”lığı, Üçlü “denge” ile aşılmıştır. Denge sayesinde Üç, Bir olmuştur. Denge sağlanması için de, mekanizmaların birbirlerine denk olmaları gerekir. Bu mekanizmalara siyaset ve hukuk bilimlerinde “kuvvet” diyoruz. Bu denge durumuna ise “kuvvetler ayrılığı”...
Kuvvetlerin birbirleriyle çatışmak yerine, denge ve uyum içerisinde bütün bir devlet yapısı oluşturduğu düşüncesi liberal demokrasinin çatışmasız toplum tasavvuruna nasıl da tesadüf ediyor değil mi? Nitekim kuvvetler ayrılığı kavramını ortaya koyup savunanlar cumhuriyetçilikle hemhâl olmuş Aydınlanma liberalizminin kurucu isimleridir. Montesquieu veya John Locke gibi... Fransız Devrimi kendi üçlemesini dünyaya yaymaya başlamadan çok çok önce, devrimden yaklaşık yüz yıl kadar evvel, biri Fransız diğeri İngiliz olan bu düşünürler, mutlakiyet ve monarşinin ayırt edici özelliği olan sınırsız “yürütme” gücüne karşı halk egemenliği ve demokrasi havarisi olarak meclisi yani “yasama”yı yüceltmişlerdir. Dolayısıyla kuvvetler ayrımının temelinde yürütmenin gücüne denk ama ondan ayrı bir yasama gücü savunusu bulunur. On sekizinci yüzyılda yasama artık halk egemenliğinin temsilidir. Böylece kuvvetler ayrımı teorisi de, monarşiye karşı eşit yurttaşlık temelli demokrasinin temsili hâline gelir.
Yargının yeri ve konumu her zaman bir nebze farklı olagelmiştir. Uyuşmazlıkların çözülmesi anlamında yargı, her toplumda mutlaka görülen işlevlerden biridir elbette. Dahası, en mutlak rejimlerde bile kendi doğasından kaynaklı belli oranda bir serbestliği de vardır. İngiliz case law’unun gezici yargıçlarını düşünelim. Veya bu coğrafyadan bir örnek; kadıları düşünelim. En azından teorik olarak, imparatorluğun diğer taşra görevlilerinden farklı, biraz da zorlayarak söyleyecek olursak, bağımsız bir özelliği yok mudur? Aynı zamanda din görevlisi olmanın da getirdiği bir niteliktir bu ve egemenliğin kaynağının da ilahî olduğu bir toplumda, egemenlik dağıtan kaynakla doğrudan ilişki içerisinde olma ayrıcalığı mümkün olduğu kadar kullanılır. Aslında yargı açısından kritik olan “halk egemenliği” iddiası karşısında bağımsızlığını sağlamak ve korumaktır. Yani lâik bir liberal demokratik toplumda yargı gücünün bağımsızlığının teorik temelini kurmak, ilahî nitelikli bir mutlakiyete oranla daha güçtür. Yargıç artık din görevlisi değildir. Öte yandan yeni rejimin demokratik meşruiyetinden de yararlanamaz; çünkü halk tarafından seçilmemiştir. Hatta aksine, zaman zaman (anayasa yargısı örneğinde görüldüğü üzere) halk egemenliğinin en büyük timsali olan yasamanın gücünü sınırlar. Bu nedenle, bir işlev olarak yargının tarihi çok eskilere dayansa da, bir kuvvet olarak yargı, modern hukuk ve siyaset teorisinin çabalarının sonucudur. Bağımsızlığı güvence altına alma çabalarının hâlâ sürdüğünü hatırlatmaya bilmem gerek var mı?
Yasamanın yürütmeden, yargının her ikisinden ayrılması tarihsel ve sosyal gelişmelerin sonucudur. Özellikle yasamanın ayrılığı aşamasına liberal düşünce ile burjuva devrimleri damgasını vurmuştur. Bu nedenle kuvvetler ayrılığı teorisinin eleştirisi de, liberal burjuva demokrasi eleştirisinden payına düşeni alacaktır.
Her şeyden evvel, kuvvetler hiçbir zaman tam olarak ayrı olamamışlardır. Parlamenter demokrasilerde yürütme, yasamanın içerisinden çıkmaktadır. Başkanlık sisteminde –ki, sert kuvvetler ayrılığı olarak da bilinir- durum farklı olmakla birlikte, bu sistemin “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sağladığı neredeyse hiçbir demokrasi yoktur. Öte yandan, yürütmenin yasamadan çıkmış olması, Montesquieu ile Locke’un teorik savunuculuğunu yaptıkları yasama meclisinin üstün olduğu anlamına gelmez. Aksine özellikle yirminci yüzyıl kuvvetli yürütmenin galebe çaldığı bir dönemdir. Zira her ne kadar yürütme yasamadan çıkıyorsa da, zaten parlamentoda çoğunluk sağlamayan gücün yürütme olması mümkün olmadığından, yürütmeyi kontrol eden aslında parlamento çoğunluğuna, dolayısıyla parlamento işleyişi üzerinde neredeyse her türlü söz hakkına da sahiptir demektir. “İngiliz parlamentosu kadını erkek erkeği kadın yapmak dışında her türlü yetkiye sahiptir” ama parlamento iktidar partisinin yani yürütmeyi kullanan partinin elindedir. Mesele o dereceye varmıştır ki, kuvvetler ayrılığının teorisyeni Montesquieu’nün ülkesinde, 1962 tarihli beşinci cumhuriyet anayasasında yürütmenin üstünlüğü açıkça kabul edilmektedir.
Yirminci yüzyıldaki tek mesele, yalnızca yürütmenin güçlenmesi değil, bununla birlikte yasamanın da güç kaybetmesidir. Modern yaşam, merkezî parlamentonun tüm detaylarını düzenleyemeyeceği bir çeşitlilik gösterir. Özellikle teknik ve bilimsel gelişmelerle birlikte, yasamanın her alanı düzenleyebileceği fikrinden uzaklaşılır. Yasama meclisi dışında çok sayıda yeni norm koyucu mekanizma ortaya çıkar. Bu mekanizmaların büyük bir kısmı yürütmeye bağlıdır. Bir kısmının ise bağımsız olduğu söylenir. Fakat her hâlükârda “halk egemenliği”nin aşınmasının sonucudurlar ve saklamaya ne hâcet, genelde de sermaye egemenliğinin aracıdırlar. Zira tekelci kapitalizm, yasamanın yani halk egemenliğinin ekonomiye müdahalesini istemez. Bunun yerine ekonominin idaresi daha küçük bir grup olarak yürütmeye ama onun bile tercih edilemeyeceği daha hassas durumlarda “bağımsız idari otoriteler”e bırakılır.
Kuvvetler ayrılığına ilişkin bir başka eleştiri, yasamada temsil olunan halk egemenliğinin, halk egemenliği olmamasıdır. Temsili demokrasi halkın temsil olunabileceği etkin araçlar sunmaz. Seçim sistemi ve siyasî parti modelleri sosyolojik gerçeklerle bir araya geldiğinde, parlamentodaki temsilcilerin kendileri çeşitli halk katmanlarından gelmedikleri gibi, temsil ettikleri de genelde halkın geniş kesimlerinin çıkarları değildir. Temsili demokrasi on dokuzuncu yüzyıl burjuvazisi için etkin bir araçtı belki, ancak yirmi birinci yüzyıl emekçileri için aynı etkinliğe sahip olduğunu söylemek hayli güç. Bunun sonucu olarak, kuvvetler ayrılığının bulunduğu ve yasama organlarının seçimle belirlendiği ülkelerde bile parlamentolara duyulan ilgi ve güven tarihin hiçbir evresinde olmadığı kadar düşüktür. Seçimlere katılımın yüzde ellilerin altına düştüğü örnekler bulunmaktadır. Yani ya halk gönüllü olarak egemenliğinden vazgeçmektedir yahut aslında parlamentoya vekil seçmekle egemen falan olmadığını çok derinlerde bir yerlerde hissetmektedir.
Nihayet, modern teslise ilişkin bir başka temel eleştiri, yargının bağımsız bir güç olamamasıdır. Yukarıda da ifade ettik, modern yargıç artık bir din görevlisi değildir. Ama yargıçtan dinî meşruiyeti ve otoriteyi almak suretiyle yargıyı lâikleştirirken yerine koyabildiğimiz de pek matah değil: Modern yargıç artık bir “devlet görevlisi”dir. Modern yargıç adalet dağıtıcısı değil, kanun uygulayıcısıdır. Dolayısıyla gücünü ve yetkilerini daha sınırlı bir alanda kullanabilecektir. Bunlar özgürlük, eşitlik ve kardeşlik adına ödemeyi zaten kabul ettiğimiz bedeller. Ne var ki, ödemeyi kabul ettiğimiz bu bedellere karşılık elde etmeyi umduğumuz değerlere ne derece kavuştuğumuz da tartışmalı. Yargıcın adalet dağıtmasından vazgeçtik çünkü keyfilik olmasın istiyorduk. Yalnızca kanun uygulayıcı olmasını kabul ettik çünkü kanun koyucunun kendisi de dahil olmak üzere herkesin kanun önünde eşit olmasını istiyorduk. Fiilî olarak ise, yargının keyfilikten uzak, herkese eşit davrandığı modeli hayata geçirebilmiş değiliz.
Teolojiden yeterince bahsettiğimize göre ayaklarımızı yere basıp, diyalektikle bitirebiliriz: Diyalektik; tez, antitez, sentez şeklindeki harekete verilen isim yani aslında o da bir üçleme içeriyor. Heraklitos’la başlayıp Hegel’le bir sistem hâline gelen, ne var ki “kafası üzerinde duran” yaklaşımı Marx “ayakları üzerine” kaldırır. Hegel’de diyalektik, düşüncenin hareketi iken ve buradan maddi evrene teşmil edilirken, Marx tam da maddenin kendisinin diyalektiğin yasalarına tâbi olduğunu ifade eder ve düşüncenin bunu takip ettiğini ileri sürer.
Yasamanın ve yargının da kendi diyalektikleri vardır. Yasamada iktidarla muhalefetin çatışmasından norm ortaya çıkar. Yargıda iddia ve savunmanın çarpışması sonucunda hüküm oluşur. Diyalektiğin teolojik teslisten farkı, sabit bir üçlemeden değil bir hareketten söz ediyor oluşumuzdur. Dolayısıyla üçlemenin unsurları arasında bir öncüllük-sonuç ilişkisi bulunur. Öncüllerin kendi aralarında bir çatışma vardır. Ve nihayet sonuç, aslında bir sonraki aşamada yeni bir ilişkinin öncüllerinden biri olacaktır. Yani, hareket ve gelişme devam etmektedir.
Yasamanın da, yargının da kaybettikleri itibar ve meşruiyeti yeniden kazanmalarının yolu buradan geçiyordur belki de. İyi işleyen bir diyalektik sonucu oluşacak norm, halkın iradesini yansıtabilir. İyi işleyen bir diyalektik yargının hükmünün ikna ediciliğini arttıracaktır. İyi işleyen bir yargı ise, kötü işleyen yasama ve yürütme için dahi bir hoşgörü payı yaratabilecek kadar etkili olabilir. Modern teslis için yeni bir Aydınlanma hâlâ mümkün.