Zamanın ruhuna diklenen matrak kocakarı: Margaret Atwood

Salt feminist, sosyalist veya distopik bir edebiyat yapmıyor, ayakları yere çok sağlam basan edebiyatında transhuman hâllerin, spekülatif ya da bilim kurgunun yeri çok geniş...

03 Ekim 2019 09:00

Zamanın ruhu birçok bileşenden oluşur ve her yazar kendi meşrebince bu bileşenleri anlatır. Bazen yayıncılar, okurlar, edebiyat insanları bu yazarlardan birine özel ilgi göstermeye başlar, son yıllarda sinema-televizyon endüstrisi de yazarlara çok daha yoğun ve çarpıcı ilgi gösteriyor: filmler, dizi-filmler çekiliyor ve her yerde bu yapımların promosyonları yapılırken yazar ve yapıtları her yönden ışık almaya başlıyor. Bu ışıklar bazen gözlerimizi kamaştırırken bazen de yazarı ve yapıtlarını fark etmemize, etraflıca incelememize sebep oluyor.

İşte son yılların en fazla aydınlatılan yazarlarından biri Kanadalı Margaret Atwood. Aslında İncil’den esinlenerek Gilead adı verilmiş alternatif gerçeklikteki bir Kuzey Amerika ülkesinde, feminist akımların toplumu dönüştürmekte olduğu normal bir tarih akışını, siyasî açıdan tam bir karşı-devrim olarak tanımlayabileceğimiz şiddetli bir hamleyle durdurup kendi çıkarları doğrultusunda İncil’e dayanan koyu bir eril düzen kuran muktedirlerin, kadınlar açısından kâbusa dönüşmüş distopyasında hayatta kalmaya ve harekete geçerek tarihin akışını yeniden mutlu yaşanabilir biçime getirmeye çalışanların hikâyesini anlattığı Damızlık Kızın Öyküsü (çev. Sevinç Altınçekiç ve Özcan Kabakçıoğlu) Atwood’un bugünkü popülerliğinin en büyük sebebi: Zamanında filme çekilmiş olmasına rağmen bugünün dijital yayıncılığında dizi olarak yeni versiyonu yapılmakla kalmadı, bu ay itibariyle devam romanı The Testaments (Canan Sılay çevirmekte) yayımlanarak meşum Gilead evrenini genişletti; tüm bu süreçte her türlü mecrada yoğun tanıtım kampanyaları tasarlandı ve bir ölçüde gözümün kamaşması böyle sağlandı. Yine de tüm bu ışıklar dönmeden önce de Atwood’la tanışıklığı olanlar açısından daha sağlıklı bir değerlendirme imkânı mümkün.

Kanada farklı bir diyar: hem Britanya hem Amerika, hem Fransız hem yerli, hem siyah hem beyaz, hem vahşi bir doğası var hem de NATO üyesi de olduğundan sistemli geliştirilmiş pek çok yerleşimde dünyanın her tarafından insanı toplamış... dolayısıyla Margaret Atwood, çok özgün bir bileşimle yazıyor. Kendi derlemesi Survival: A Thematic Guide to Canadian Literature ile edebî atalarını işaret ederken belirttiği gibi “hayatta kalmak” bir Kanadalı açısından en önemli motif olabilir.

Başkaldıran kadın: Penelope’nin çilesi

Atwood’un pek çok romanında kahramanlar, özellikle kadınlar, sadece hayatta kalmak için bile çok fazla badire atlatıyor, birbirlerine tutunmaya ya da birbirlerini harcamaya çalışıyor. Kadınlar Viktorya Britanyası’nın koyu muhafazakâr statülerinden kolay kolay çıkamıyor: Ya evin hanımefendisi olarak buyurgan bir öfkeyle davranıyorlar ya da evin hizmetkârı olarak tepkisel bir öfke içlerini kavuruyor; ya birer seks kölesi veya damızlık kız olarak büyüyor genç kızlar ve etraflarındaki erkekler mütemadiyen onları avlamaya çalışıyor ya da içlerindeki buzları birbirleriyle dayanışarak biraz eritmeye çalışan Emily Dickinson, Virginia Woolf ya da Sylvia Plath türü entelektüel kadınlar hâline geliyorlar. Batı toplumunda feminist dalgalarla kadınlar kendilerine yer açarken kapatıldıkları malikânelerden çıkıp önce sosyal ortamlarda, sonra fabrikalarda ve işliklerde, nihayetinde de eğitim kurumlarıyla ofislerde boy göstermişken Atwood’un pek çok romanında evsel sınırları aşmaları hiç de kolay olmuyor: Nam-ı Diğer Grace’de (çev. Özden Arıkan) çocukluğundan beri çalışmasına rağmen Grace sadece ev hizmetkârı olabiliyor. Kör Suikastçı’nın (çev. Canan Sılay) başkarakterleri zengin aile çocukları olmalarına rağmen evde eğitiliyor, çalışmaktan uzak tutuluyor. Damızlık Kızın Öyküsü’ndeyse feminist dönemin sonrasında muazzam bir karşı-devrimle kadınların çağdaş çalışma ve sosyal hakları ellerinden silah zoruyla alınıyor.

Bir tek ilk romanı Evlenilecek Kadın’ın (çev. Canan Sılay) başkarakteri Marian anket şirketinde çalışan, üniversite eğitimi görmüş, bir arkadaşıyla ev arkadaşı olarak birlikte yaşayabilen, sevgilisiyle rahatça birlikte olabilen, çok modern bir kadın ama daha 1960’larda muhafazakâr örtüler yeni yırtılmaya başladığından Sylvia Plath’ın Sırça Fanus’undaki Esther’i gibi bu modern kadınlığın sıkıştığı yerde aklı huzursuzlanıyor (Sırça Fanus 1963, Evlenilecek Kadın 1969 tarihli ve aynı temanın çeşitlemeleri olarak görülebilir).

Erkekler tarafından “cadı” olarak damgalanabilecek entelektüel kadınlar

Aslında bir tür “kölelik” düzeni oluşuyor çoğu Atwood romanında. Modern zamanda geçen romanlarında tüm insanlar toplumsal tabakaların, çalışma koşullarının, kaynağı kimi zaman belirsiz dinî ve sosyolojik cemaatlerin baskısını hissediyorlar. Kimi romanlarında karakterlerin akılları normlardan sapmaya başlıyor, norm koyucu ya da koruyucu otoriteler tarafından bu sapmanın önüne geçilmeye çalışılıyor. Medya yayınları, reklamları ve propagandalarıyla yanılsatıcı ve sahte parlaklıklarla resmedilmiş bazı toplumsal koşullar Atwood’un anlatılarında hızla kararmaya, tekinsiz biçimlere bürünmeye başlıyor. Distopik denebilecek boyutlarda tedirgin edici düzen olasılıklarını anlatıyor Atwood, bunların geçmişten mi esinlendiği ya da geleceği mi öngördüğü çok da fark etmiyor. Kültürel olarak Yeni Dünya’daki koyu Hıristiyan cemaatlerden Eski Dünya’daki koyu Müslüman düzenlere, erkek egemen topluluklardan farklı iktidar düzeneklerine çok farklı esinlerle âdeta sosyo-antropolojik toplumsal tahlillere bürünüyor Atwood metinleri.

Bir tür kadın dayanışması, erkekler tarafından “cadı” olarak damgalanabilecek entelektüel kadın karakterler, ahlaken verili doğruyu yapmayı kendi kadınsı zekâlarıyla askıya alabilen ve yalan söylemekten çekinmeyen bilge kadınlar, güçlü gözükmeye çalışan kanıksanmış erkek figürleri yerine kafası karışık ve kaotik erkek karakterlere meyleden kadınlar, Ursula K. Le Guin’in vurguladığı uzaylı kocakarı büyükanneyi bizzat andıran yazar, günümüz feminizmlerinden bazılarının hatlarına yerleştirebilir Margaret Atwood’u. Yapıtlarından hareketle müthiş disiplinli ve başarılı bir kurgucu olarak romanı, öyküyü, şiiri edebiyatın üst düzeyine yakışır biçimde ortaya çıkarttığını ilk avazda söylemek de şart: Salt feminist veya sosyalist veya distopik bir edebiyat yapmıyor Atwood, ayakları yere çok sağlam basan edebiyatında feminizmin, bir nebze sosyalizmin, doğaya duyarlılığın, transhuman hâllerin, spekülatif ya da bilim kurgunun yeri çok geniş.

Spekülatif kurgudan düpedüz distopik zamanın betimlemesine

Bu açıdan 21. yüzyılda yazdığı “DelliÂddem” üçlemesinin çok iyi bir örnek olduğu söylenebilir. Bir zamanlar ürkerek yaklaştığı, öncüllerinden Nobel ödüllü Doris Lessing ve çağdaşı Ursula K. Le Guin’in başlattığı feminist bilim kurgunun kendisini yanlış konumlandıracağından endişelendiği için spekülatif kurgu yaptığı iddiasını attığı bu alanda, artık korkusuzca ve çok detaylı yazabilmesinin sebeplerinden biri belki dünyanın artık bir zamanlar bilim kurgu yapıtlarında tahayyül edilen koşulların ötesine geçmiş olmasıdır: Hayır, üçlemenin ilk romanı Antilop ve Flurya’da (çev. Dost Körpe) yıldızlarda fink atmıyoruz ama toplumsal koşullarımız, yaşam alanlarımız irili ufaklı pek çok teknolojik ve kültürel değişmeyle bambaşka hâle gelmiş. Kanada doğasının ortasında bir zamanlar öncülerin kurup zar zor yaşayabildikleri yerleşimler şimdi özel şirketlerin kendi kurallarını koydukları ve seçtikleri özel insanları her şeye kadir koşullarda yaşattıkları kapalı yerleşkelere dönüşmüş; cihazlarla kurulan iletişimlerde bu özel şirket insanlarının çocukları kendi zihinsel boyutlarını olabildiğine yansıtarak oyunlar oynuyorlar ve en nihayetinde bu oyunların masumiyeti içinde olsa bile bildiğimiz dünyanın sonunu getiren biyokimyasal kıyamet tasarımı kurabiliyorlar. Kendileri tarafından tasarlanmış genetik özelliklere sahip yaratıkların doğaya salındığı, insanların soyunun hedeflenmiş bakteriyel mekanizmalarla tüketildiği, ama bir ergen zihninin tasavvuruyla cinselliğin hem cihazlardaki pornografiden esinlenen hem de mitolojik diyebileceğimiz biçimlere bürünerek üremeden çok zevke odaklandığı bir kıyamet sonrasında, zamanında özel yerleşkede değil de varoşa dönüşmüş kentsel bölgede yaşayan ama hem ekolojik endişeler hem de kutsal kitaplardan esinlenmiş etik endişelerle kıyamete uzun zamandan beri hazırlık yapan insanların yeniden yaşamı kurmaya çalışmasını okuyoruz ikinci halka Tufan Zamanı’nda (çev. Dilek Şendil). Son halka DelliÂddem’deyse (çev. Dilek Şendil) bu dünyanın kuruluş mitolojisinin kadınların öykü anlatım yeteneğiyle birleşerek bizzat nasıl oluşturulduğunu, sadece hayatta kalmak değil yeniden uygarlık yaratmak gerektiğinde yapılanların bir de anlatıldığında neye dönüştüğünü çok daha iyi görebiliyoruz.

Dünyayı ekonomik buhranların sarsmaya başladığı son yıllarda yayımladığı çağdaş bilim kurgunun İngiliz ustası J. G. Ballard’ın yapıtlarını anımsatan bir başka romanı Kalp Gidince’deyse (çev. Sıla Okur) hayata karşı merakı ve hevesi yüksek genç bir çifti pek de akıl kârı gözükmese de ekonomik buhranın etkisiyle vahşileşen koşullarda bir tür Benthamcı gözetim toplumu deneyine sokar Atwood: Tam teşekküllü bir cennet sitesinde bir ay boyunca özgürce ve her türlü masrafı karşılanarak yaşayabilmenin karşılığında bir ay boyunca tutsak-işçi statüsünde projenin üretim tesislerinde kendilerine verilen tüm görevleri yapmakla yükümlüdür romanın genç çifti. Kapitalist kültürün yarattığı hırsların ve tüketim alışkanlıklarının neredeyse tüm psikososyal altyapısını oluşturduğu zamane insanlarının potansiyel olarak düşebilecekleri bu saadet zincirinde bir de gençliğin getirdiği cinsel enerjinin potansiyelleri açığa çıktığında, buhranın yarattığı tedirginliklerin kat be katını ışıl ışıl reklamların yarattığı parıltıların altında yaşamanın ne kadar mümkün olduğunu görebilmek mümkün olur. Ballard’ın Süper Kent, Gökdelen ya da Öteki Dünya gibi yapıtlarının yanına yerleşen bu yapıt, Marshall McLuhan ve şürekasıyla NATO sisteminin (Batı Bloğunun) geliştirdiği görünüşte güvenceli düzenin suistimal edildiğinde insanları nasıl bir distopyada köleler hâline geleceğini açığa vurabilir.

Edebiyatın her alanında üretken

İyi bir kurgucu, anlatıcı ve edebiyatçı olduğu için de ister 2000’lerin başındaki Michel Gondry, Charlie Kaufman gibi yönetmenlerin çektikleri (The Eternal Sunshine of the Spotless Mind ya da La Science des rêves misali) rüyamsı sürreal romantik komedileri anımsatan ilk romanı Evlenilecek Kadın olsun, ister Booker ödülünü alacak genişlikte bir tarzda yazılmış, iki dünya savaşı dönem romanıyla spekülatif fantezi romanının melezi Kör Suikastçı olsun, isterse de düpedüz 19. yüzyılda geçen tarihi bir cinayet ve hapishane romanı olan Nam-ı Diğer Grace olsun, kanıksanmaya başlamış bir hayranlık uyandıran Damızlık Kızın Güncesi ile “distopya” damgalı “Tufandan Sonra” üçlemesi gibi romanlarının dışında yazdıkları da okurda büyük heyecan ve tatmin yaratabiliyor. Yine de benim de dahil olduğum çok geniş bir kesim, sinema-televizyonun ve yayıncılık ödüllerinin daha 1980’lerden itibaren giderek artan ve son yıllarda âdeta bir “tufana” dönüşmüş ilgisine bile gerek kalmadan, Atwood’u Damızlık Kızın Öyküsü ve devamı The Testaments ile “DelliÂddem” apokaliptik üçlemesiyle çoktan büyük bilim kurgucular (bizzat Atwood’a göre spekülatif kurgucular) arasında görüyordu zaten. Bir de Penelopia (çev. Dilek Şendil) ya da Cadı Tohumu (çev. Canan Sılay) gibi mitolojinin ya da İngiliz edebiyatının köklerinden topladığı temaları modern tekniklerle yeniden pişirip bize sunduğu “proje” yapıtlarıyla dilimize pek azı aktarılmış şiir kitapları da göz önünde tutulunca, günümüzdeki edebiyatın her alanında üretken ve karşılığını hayli hayli alıp veren yazarlarından Margaret Atwood’un her yapıtına (tür ayrımı yapmadan) hayran olmamak, benim açımdan, elde değil.

***

Aslında yazımı bitirmiş ve Atwood’un son zamanlardaki yükselişine şapka çıkarmışken Atwood’un 48 yıldan beri hayatını paylaşan sevgilisi yazar Graeme Gibson’ın vefat ettiğini haber aldım. Tam da The Testaments’in yayımlandığı ve Booker adayı olarak finale kaldığı, çok gösterişli törenler ve tanıtım kampanyaları esnasında gerçekleşen bu gelişmeyi üzücü bir nazar olarak algıladım çocukça. Halbuki demans sürecinde olan 85 yaşındaki Graeme Gibson, verilen haberlere göre ömrünün son haftalarını hayat arkadaşı ve sevdiklerinin arasında tatlı bir biçimde geçirmiş, melekelerini üzücü boyutlarda yitirmeden huzur içinde ötedünyaya geçivermiş. Atwood’un uzun uzadıya anlattığı bu kaotik dünyadan huzur içinde ayrılabilmenin bir ayrıcalık olduğunu düşünenlerdenim ama yine de her kaybın verdiği üzüntüyle biz geride kalanlar başa çıkmak zorundayız. Bu açıdan Margaret Atwood’un da hayatında açılan bu kocaman boşlukla başa çıkmakta zorlanmamasını dilerim. (Meraklısı için Atwood’un zamanında bizim dilimizde de Ademden Önceki Yaşam adıyla Suna Güler çevirisiyle yayımlanmış 1979 tarihli romanının Graeme Gibson’la ilişkisinden esinlendiğini belirteyim.)