Hepimiz suçluyuz. Cinayet mahallinde hepimizin parmak izi, hepimizin DNA’sı var. Jean Baudrillard’ın yirmi yıl önce sözünü ettiği kusursuz cinayet bu. Mükemmel suç...
08 Mart 2016 13:00
Farklı gerçeklik katmanları arasında dolaşıyorum. Hangisi sahici belli değil. Hepsi birbirinde yansıyor. Belki hepsi yarı sahte.
Bir fizik deneyinde kobay oldum sanki.
Bu sefer çok derinde bir yerde, sahiden gerçekliği zedeledik. Öyle hissediyorum.
Fransız düşünür Jean Baudrillard’ın Kusursuz Cinayet kitabını düşünüyorum. (“Mükemmel Suç,” bir başka deyişle.)
Gerçekliği öldürme metaforu bile artık yetersiz sanki. Gene de bu metaforun peşindeyim. Çok sayıda gerçeklik görüntüsü var, gerçekliği içinden çıkılamaz parçalara ayırarak yok ettik bu sefer.
Cinayet elbette kusursuz değil, çünkü kusursuz cinayette suçlu hiçbir iz bırakmaz, delil yoktur, ipucu bulunmaz. Şimdiki cinayet tam tersi, her yer delil dolu ama hepsi farklı yönü gösteriyor. Ortalık ipucundan geçilmiyor, ama hiçbiri işe yaramaz.
Bozulmuş bir cinayet mahalli bu, giren çıkan belli değil. Çok sayıda parmak izi, fazla miktarda ayak izi var. DNA’lar birbirine karışmış.
Evet, bu seferki cinayet kusursuz değil, ama tam da bu nedenle daha çözümsüz. Çünkü kolektif. Hepimiz sorumluyuz.
Böylece bir metaforun peşine düşüyorum. Metafor bir yere kadar götürür insanı, sonra parçalanır, anlamı taşıyamaz, sadece bir yön belirler. Şimdi metaforun kendisi bile gereksiz sanki, gerçekliği ilk defa gerçekten zedeledik galiba, içinden çıkılmaz bir sarmala dönüştü.
En metafizik düzeyde bakarsak, Baudrillard haklı tabii. Evrenin, dünyanın nasıl var olabildiği, çözülemez bir cinayet gibi, asla anlaşılamayacak bir muamma.
Ama Baudrillard’ın asıl dert ettiği gündelik yaşam düzeyinde bakmaktı herhalde. Dünyanın gerçekliği mutlaka bazı izler bırakır, diyordu. Biz asıl sosyal ve teknolojik gelişmelerimizle gerçekliği başka bir şekilde öldürdük, diyordu. Bununla kast ettiği, sanal gerçekliğin ortaya çıkışıydı elbette, ama söylemeye çalıştığı şey, şimdi, şu anda bizim yaşadığımız durum için de geçerli.
Gerçekliği temsil edilebilir olmaktan, anlaşılabilir ve ölçülebilir olmaktan çıkarttık; hatta üzerine hayal kurulabilir bir şey olmaktan çıkarttık, gerçeklik iyice elimizden kaçtı, diyordu. İnsan yaşamının makul ölçülerine uyan bir şey olmaktan çıktı gerçeklik, her şey bir başka şeyin kopyası yahut gölgesi oldu. Bilim-kurgu gibi adeta.
İşte, o ucundan yakalarsam metaforu, şimdi, şu anda, her şeyin bir başka şeyin kopyası, gölgesi, şüphesi olduğu bir girdap içindeyiz sahiden.
Uygarlık çöküşü böyle bir şey olsa gerek.
Gerçeklik artık belki de tek tek her birimizin davranışıyla, vicdanıyla, iyiliğiyle, kötülüğüyle, zaafıyla, gücüyle belirlenecek, adım adım.
Atomlarına ayrılmış gibi, her an yeniden inşa edilecek gerçeklik, tek bir günü bile yaşamak için.
Düşünün. Hangi gerçekliğe inanıyorsanız ona göre şekillenecek gün. Zaten hep öyle değil miydi, diyeceksiniz. Metafizik düzeyde belki. Ama ya gündelik yaşam?
Ben iskemlenin her an yok olabileceğine inanıyorsam, siz iskemlenin kuşkusuz varlığından eminseniz, bir başkası iskemlenin her an zaten yok olduğunu ve sonra mucize gibi geri döndüğünü düşünüyorsa, diğer birisi masanın başka bir iradenin sürekli isteğiyle masa olarak kaldığından ve o irade istemediği an masanın yok olacağından eminse, dördümüz dört iskemlede ve bir masa etrafında nasıl oturacağız?
Bildiğim şeylerin peşinden gideyim öyleyse, emin olduklarımın, diyorum. Ama artık emin değilim hiçbir şeyden.
Alışkanlık sayesinde hareket etmeyi sürdürüyor her şey. Paralel evrenler oluştu, sadece tek bir tane değil, çok sayıda.
Cinayet o kadar kusurlu ki kusursuz olandan farkı kalmadı. Hatta onu aştı. Fargo filmindeki şiddet karmaşasını andırıyor, o kadar kirli, amatörce, öylesine grotesk ki algılaması zorlaşıyor.
Kâbus görüyorum, iyisi mi uyanayım demekle de bitmiyor iş, çünkü bu kâbusu uyanıkken görüyoruz. Gene de, benim bir zamanlar tekrar eden bir rüyama çok benziyor.
Mezun olduğum üniversitenin civarında dolaşıyorum bu rüyada. Sanki oradan kovulmuşum, aslında mezun olmamışım, şimdi geri dönüp arayı kapatabilirim, kayıplarım telafi edilebilir gibi cılız bir umut var.
Umut bile değil, çünkü istediğimden de emin değilim, sadece eksiklik duygusu, tamamlanmamışlık içimi kemiriyor. Dışlanmışım. Ama dışlandığım yer ideal değil, kirli. Çok kirli bir sözleşmeyi imzalamamışlık, suç ortaklığına girmemişlik söz konusu. Buna karşı, benim masumiyetimde teselli yok, çünkü anlamı yok, geçer akçe değil, işe yaramıyor.
Hayatın dışına atılmışım. İçeriye dönmekten başka yaşama şansı yok, aksi takdirde hep yabanda kalacağım, asla bir şeyin parçası olmadan, tıpkı büyümeyen bir çocuk gibi.
Geri gitmek, bir şekilde mezun olmak zorundayım. Bu da yapılabilir gözüküyor, ders açıklarımı kapatabilirsem. Fakat nasıl? Öğrendiğim her şeyi unutmuşum, silinmiş. Neresinden tutacağım?
Ayrıca, izin verecekler mi? Kime başvuracağım, nasıl başlayacağım, ne şekilde resmîleşecek, o da belli değil, çünkü artık bir öğrenci işleri ofisi, bir otoritesi, bir merkezi yahut bir başkanı yok üniversitenin, zamanlar değişmiş, bunların ötesine geçilmiş, sistem tamamen farklı ve ben çaresizce zamanın gerisinde kalmışım.
Yatakhaneleri dolaşıyorum hayalet gibi, eski odamı arıyorum, her şey farklı, başka insanların yaşam izleri var orada, şu anda boş gibi dursa da, yaz tatili olduğu için. Eşyanın bir parçası haline gelmeye çalışıyorum, tekrar oraya ait olmaya çabalıyorum ama nafile.
Öylece bitiyordu rüya, uyanıyordum, eski üniversitemde bir hırsız gibi dolaşırken. Uyandığımda emindim, her seferinde, mezun olamadığımdan.
Şimdiki halimizi biraz buna benzetiyorum, sanki mezun olamamışız hiçbirimiz. Aramızda hiç kimse mezun değil.
Giderek, yurttaş bile değiliz sanki. Uyruğunda olduğumuz bir ülke yok. Kimlik kartımızı gören her sınır görevlisi esefle başını sallıyor, cevap hep aynı, maalesef giremezsiniz.
Şimdiki göçmenlere benzetiyorum halimizi, ortada kalmışız, göç edeceğiz ama nereye belli değil, herhangi bir anlaşma yok, ülkesiz insanlar olmuşuz, geri dönecek bir yer de kalmamış artık.
Lastiği patlamış bir Zodiac teknede, denizin ortasında, sönmekte olan can yeleklerine, yüzen tahta parçalarına tutunmaya çalışıyoruz.
Tutunacak bir gerçeklik yok, sahne dekoru gibi sürekli bir başka gerçeklik çıkıyor karşımıza, paralel gerçeklikler arasındayız.
Demokrasi hem var hem yok. Hukuk işliyor ve işlemiyor. Sanki işlemek üzere, ama hayır, işlemeyecek. Tesadüfen işlese de sonuçlanmıyor.
Alışkanlıklara sarılıyoruz tekrar. Orada da her şey tekinsiz.
Musluktan su akacak mı? Cereyan her an kesilebilir mi? Otobüsler mi durdu? Markette aradığımız şeylerin çoğu kalmamış. Kalorifer yanar gibi olurken sönüyor. Vapur ve uçak seferleri iptal. Telefonlar sürekli kesiliyor, hatlar karışıyor, internet bağlantısı bir var bir yok.
Şikâyet edecek yer bulamıyoruz, sorumlular gitmiş. Gösteri yapalım, toplanalım diyoruz, o da yasaklanmış. Yapılamaz diyorlar. Zaten kime gösteri yapacağız? Kendimize mi? Öyle bir gerçeklik kalmamış.
Benim rüyam tersine dönüyor. Adamlar dolaşıyor açık arazide. İsterseniz karaborsadan sahte mezuniyet belgesi verebiliriz diyorlar. Peki, param var mı? Bankalar hâlâ çalışıyor mu? Sahte diplomayı alsam bile, bu saatten sonra ne işime yarayacak? İş bulur muyum?
Mezun olmak için gereken her tür kirli sözleşmeyi imzalayabilirim gibi hissediyorum birden, yeter ki bir yerim olsun, bir şeye ait olayım, her şeye razıyım gibi bir duygu.
Sonra, yok, diyorum, gurur yapıyorum, istemem, kalsın.
Gene uyanıyorum. Bu sefer başka bir gerçeklik başlıyor. Gerçekliği öldürmüş olduğumuz gerçeklik başlıyor.
Hepimiz suçluyuz. Cinayet mahallinde hepimizin parmak izi, hepimizin DNA’sı var.
Baudrillard’ın yirmi yıl önce sözünü ettiği kusursuz cinayet bu. Mükemmel suç.
Elbette, Baudrillard “Gerçekliğin yok oluşu modern tarihin en önemli olayıdır” derken teknolojiyle ortaya çıkan sanal alemden, tüketim toplumundan, görsel kültürden, tek boyutlu gibi kalışımızdan söz ediyordu, ama onun söylediğinden benim söylediğime atılacak adım artık çok büyük değil sanki. Bir sonraki aşamaya ulaştık. Bunu o da öngörememişti. Hele Türkiye’de gerçekleşeceğini hiç tahmin edemezdi. Metafor gerçeğe dönüşmüş sanki.
Gerçekliği nasıl öldürdük? Bu hale nasıl geldik? Artık gerçeklik kalmadığına göre bunu uzun süre tartışabiliriz, tartışacağız da, sonsuza kadar, zaman çok.
Asıl cinayeti, cinayet ânını hiçbir zaman göremeyeceğiz, bilmeyeceğiz, diyordu Baudrillard, ama cinayetin sürekliliğini, sürüncemesini her an deneyimlemeye devam edeceğiz ve kefaretini ödeyeceğiz, diyordu. Bunun sonu yok ve sonuçları hesaplanamaz, sonuçları akıl alır gibi değil, diyordu.
Baudrillard’ın sözlerini tam doğru çevirmeye çalışıyorum zihnimde, hata yapmayayım diye; fakat sonra vazgeçiyorum, o da bir felsefeciydi sonuçta, her söylediğine inanmak zorunda değilim diyorum kendime.
Ama şu mükemmel olmayan, mükemmele yakın kusurlu cinayet fikri de bir türlü çıkmıyor aklımdan.
Belki, diyorum kendime, cinayetin sürüncemesinin hangi aşamasında olduğumuzu bulabilirsek, bir düzelme, normalleşme söz konusu olabilir. Gerçi, normal gerçeklik diye bir şey olamaz ki artık, gerçekliği öldürdük, dolayısıyla bu cinayet asla çözülmeyecek, aydınlanmayacak.
Nasıl sonuçlanacak, onu da bilmiyoruz. Yapabileceğimiz tek şey, cinayet olmamış gibi yapmak. Yani hâlâ bir gerçeklik varmış gibi davranmaktan başka çare gelmiyor aklıma şimdilik.
Gerçekliğin öldürüldüğünü herkes farklı zamanlarda fark edeceği için, hatta cinayet işlendi mi işlenmedi mi gibi tartışmalar bile çıkacağı için, gerçeklik de ölmemiş gibi yapabilir, şanslıysak. Buna da inanmak isteyenler çıkabilir. İnsan buna inanmak isteyebilir. Hepimiz mezunmuşuz gibi yapabiliriz, sahte belgelerimizle.
Gene başa dönüyoruz böylece. Gerçeklik katmanları arasında dolaşıyorum sanki, hangisinin sahici gerçeklik olduğunu bilmeden.
Bir teslimiyet gibi düşünmüyorum bunu. Hâlâ hayal kurabiliriz diye düşünmek istiyorum. Yeniden hayal kurmaya cesaret edebilecek miyiz? Ama işin içinde bir sindirilmişlik de var. Yoksa her birimiz tek başımıza birer terör örgütüyüz de kimsenin haberi mi yok? Gerçekliği bölmek üzere yola çıkmışız. Adeta bir peri masalı.
Daha doğrusu, Binbir Gece Masalları takılmış, hiç bitmiyor. Gerçeklik Şehrazat’mış, öldürülmemek için hikâye anlatıyor hiç durmadan. Ama herkes yorgun artık, uykusuz, bitkin düşmüşüz.
Dünya Kadınlar Günü kutlama yürüyüşlerinin yasaklanması, kapatılan gazeteler, karartılan kanallar, Avrupa Birliği’nin göçmenler konusunda tamamen sınıfta kalışı, ortada dönen kirli anlaşmalar, savaş ve göç, bunların hepsi sanki öldürdüğümüz gerçekliğe ait.
Asıl soru, yeni bir gerçeklik icat edebilecek miyiz?