“Külhanlarda, sarnıçlarda yatanlar!”

Necatigil’de “ev”, birçok şiirinde değil, ilk şiirlerinden başlayarak neredeyse tüm yazma serüveninde yer alır. Ev’in geçtiği açık, kapalı, örtülü, göndermeli son derece çok şiiri vardır.

23 Mayıs 2019 08:30

Kalemin Ucu- LI

 Modern şiirimizde ev teması, konusu dediğimizde kuşkusuz aklımıza ilk gelen Behçet Necatigil oluyor. Yanılıyor muyum? Yalnız konu, diyerek geçebilir miyiz? Duygu, Necatigil olunca his, motif, figür, hatta karakter, “psikoloji”,  vb. Aslında tüm edebiyat tarihimizde desem, sanırım yanlış olmaz! Tanıklıkları, kendisinin ev ile kurduğu ilişki, evin içindeki başkaları ve onların kurduğu ilişki; komşu evler, mahallenin evleri, onların içinde yaşayanlar, acılarıyla, sevinçleriyle dönüşerek şiirinlerindedir hep...

Birkaç ay önce, dolayısıyla birkaç dosya önce K24, o ayın dosya konusunu “ev”e ayırmıştı. Birbirinden güzel, bilgilendirici yazılar vardı. Ancak –yanılmıyorsam, yanılıyorsam daha iyi– Behçet Necatigil’in adı o yazıların hiçbirinde geçmiyordu. Şaşırtıcıydı! Gözlerim, dosyanın yayınlandığı gün, saat, ilk önce onun adını aramıştı. Aslında adının geçmesi de değil, bence başlı başına bir “Ev ile Necatigil” olmalıydı.

Dosya yazarlarına özenerek, Necatigil’in “Evler”[1] şiiri üzerine bir deneme kursam (yazsam), hani yakın okuma değil de belki yaklaşarak bir okuma yapsam dedim becerebildiğim kadarıyla. Ne var ki zaman ile başa çıkamıyorsunuz!

“Ev’in şâiri”

Necatigil’de “ev”, birçok şiirinde değil, ilk şiirlerinden başlayarak neredeyse tüm yazma serüveninde yer alır. Ev’in geçtiği açık, kapalı, örtülü, göndermeli son derece çok şiiri vardır. Bu konu, çeşitli biçimlerde yazılmış, irdelenmiş, hakkında yazılan kitaplarda yer almıştır vb[2]; başlı başına bir inceleme konusu, oylumlu bir kitap’tır.

“Evler” şiiri ilk önce Varlık dergisinin Aralık 1947 sayısında yayınlanmış, sonrasında da şâirin ikinci kitabı olan Çevre’de (1951) yer almış. Aslında “Çevre” de bizi bir şekliyle ev’e götürür ya... Üçüncü şiir kitabı da Evler. Başlı başına ev sorunsalı; evin “hâlleriyle” dolup taşıyor. Evin içindekinin hâlleriyle de. Bazen evden nefret ediliyor, olabilir, niye olmasın. Ev, bazen bir korunak, bazen karakter ile bütünleşmiş. Ev varsa, kuşkusuz dışarı’sı da var. Dolayısıyla onun da hâlleri bazen eve dâhil. Yine ev’siz kalma da, ev’siz olma da bu ev hâllerine eklenebilir. Ev deyince mahalle de geliyor peşi sıra, ardından semt, şehir. Bunların da hâlleri, yaşama biçimleri. Beşiktaş, İstanbul...

Ev “mekân”, dolayısıyla “zaman”ı da içeriyor, onunla birlikte var oluyor; zaman gibi... Zaman da derinlikli bir konu, tema, sorunsal Necatigil’de. Onun şiiri çok katmanlı, kazdıkça altından yine/yeni anlamlar çıkıyor. Geçmişe (şiir/şâir) göndermelerle dolu; dahası “mitologya”ya kadar kazıyabilirsiniz. Bilmediğim, bulamadığım daha ne çok anlam!

Şöyle bir baksak evler’e

Yetmiş iki yıl önce yazılmış şiir. O evler kalmamış, o evlerde yaşayanlar da kalmamış; duygusu, ilişkisi, yardımlaşması, evet çekişmesi de kalmamış. Böyle olsa da günümüzde de bize ne çok söylediği var. Kalemim döndüğünce, denemenin özgürlüğünde ve denememin öznelliğinde yol alsam; yukarıdakini bir kez daha belirteyim, yakın değil ama yaklaşarak okumayı becerebilsem:

İnsanlar yüzyıllar yılı evler yaptılar.

İrili ufaklı, birbirinden farklı,

Ahşap evler, kâgir evler yaptılar.

Doğup ölenleri oldu, gelip gidenleri oldu,

Evlerin içi devir devir değişti

Evlerin dışı pencere, duvar.

 Genel bir başlangıç, bize bildik gibi gelen ve de görmüş olabileceğimiz. O muhteşem süreci (praksis) de içinde taşıyor ama. Belki şimdinin okuru, genci nedir bu “kâgir” diyecek, üşenmeyip bir yerlere bakacak mı? Troya sarayı kâgir’den değil miydi? Betonarme değil, “kâgir”! Belki bir “ilerleme” betonarme Roma’nın bulduğu (öyle biliyorum!); ama bu betonarme mi, evi, mahalleyi, semti, şehri ve de insanı bozan? Şimdi de olsa geçmişte de olsa evden kapıyla çıkıyoruz doğal olarak. En azından, kapı kavramı ve yapısı (bölümü) olduğundan beri. Ama pencereden bakıyoruz “dışarı”ya. Çoğu zaman evin, mekânın karşıtı, bazen onunla birleşen bu dışarı.

Vurulmuş vurgunların yücelttiği evlerde

Kalbi kara insanlar oturdu.

Gündelik korkuların çökerttiği evlerde

O fıkara insanlar oturdu.

Fıkara insanlar, benim ilk dikkatimi çeken. Aşağıda da göreceğiz bu “sınıf” farkını. Ne var ki Necatigil bir marksist olarak böyle söylemiyor, bir gerçeği duyarlı biçimde dile getiriyor. Gördüğü, izlenimden öte vicdanî bir tanıklık. Bu “toplumsalcı” bir bakış olarak da yorumlanır tabiî; ama sosyalist değil, olması da gerekmiyor. Kalbi kara’da derinleşmenin yanı sarı kederi de duyumsuyoruz.

Evlerin çoğu eskidi gitti tamir edilemedi.

Evlerin çoğu gereği gibi tasvir edilemedi.

Kimi hayata doymuş göründü,

Bâzıları zamana uydular.

Evlerin içi oda oda üzüntü,

Evlerin dışı pencere, duvar.

İlk bakışta tarihe direnen, kuşkusuz yoksuluktan dolayı direnmek zorunda da kalan bir durum var. Aslında, bu bir bakıma da iyi gibi. O evler yıkılmayarak anılarını da saklamış oluyor, nice iyi-kötü yaşanmışlıklar! İçindeki “üzüntü” de kalmış! Sonra –belki de benim için– tersinmeci bir çağrışım sanki: dönüşen bir mahalle, semt, şehir geliyor gözlerimin önüne. İlk öbekteki praksis. Onun çok çok küçük bir dilimi ama insana ait olan. Daha çok, çocukluğumdan başlayarak, yâni aklım erdiğinden beri yıllarca değiştirilen İstanbul! Gerçi “değiştirilme” başka şehirler, kentler için de geçerli olabilir ama buradaki somutlama, duygusuyla İstanbul. Şâir de bir İstanbullu, bir İstanbul şâiri. Daha çok zamana ilişkin bir mesele var; önce birim zamanla ilgili. Bir kez daha tekrarlanacak olan son dize: pencereden açılma. Yeri gelmişken, bu şiirdeki biçim özellikleri de başlı başına bir irdeleme/inceleme. Öbekler, özgür koşuktaki ölçü (hece’ler), kâfiye durumu vb. Öte yandan ahenk var. Hangi şarkının nâğmeleri?                                                                                   

Evlerde saadetler sabunlar gibi köpürdü:

Dışardan geldi bir tane, nar gibi,

Arttı, eksilmedi.

Yine ilk aklıma gelen, tek sözcükle çocuk! Nar gibi, artması; öyle anlıyorum. Bu, kuşkusuz mutluluk. Köpük, bunun yüzeysel olduğuna mı işâret ediyor; belki, ancak sabunlar gibi köpürmesi bir olumla da. Köpük değil, isim hâli değil; eylem hâli, köpürmek sanki olumlu bir anlama ulaştırıyor. Öte yandan bir geçiciliği, zamanın akışını da imliyor.

 Evleri felâketler taunlar gibi süpürdü:

Kaderden eski fırtınalar gibi,

Ardı kesilmedi.

Mutluluk varsa, onun karşıtı da olacak. Hayat işte. Olumsuzluk dolu bu kısa öbek. Üç dize. Taun eski bir sözcük, veba anlamında; dolayısıyla epeyce olumsuz bir anlam katıyor ya da anlamı olumsuzlaştırıyor. Hayat işte.

Evlerin çoğunda dirlik düzen,

Kalan bir hâtıra oldu geçmişte.

Gönül almak, hatır saymak arama.

Evlâtlar aileye âsi işte,

Bir çığ ki kopmuş gider, üzüntüden. 

Anne-baba ile çocuk-evlât çatışması. Olagelen hep. Hayatın diyalektiği bu da. Yakınma yok mu burada? “Âsi” ile “çığ” enfes birer imge; birbirini tamamlayan, bütünleyen, anlam olarak pekiştiren. Ayrıca “kopmuş” ile meselenin altı iyice çiziliyor. Yine üzüntü! 

Evlerde nice nice cinayetler işlendi,

Ruhu bile duymadı insanların.

Dört duvar arasında aile sırları,

Dört duvar arasında dünyanın kahırları.

Bunca çocuk, bunca erkek, bunca kadın

Gözyaşlarıyla beslendi. 

İlk öbekten sonra neredeyse “hep” evin içindeyiz. Evin içindeki hâller, olumlu olumsuz, mutlu mutsuz, acılı, üzüntülü, sitemli falan. Burada içerideki en olumsuz durum: cinâyet! Üstelik son derece, nedeni ne olursa olsun insanlık dışı bir eylem ama ne yazık ki insan’ın eylemi! Dört duvarın sırlarının içinde bu cinâyet, birçok başka sırlarla birlikte. Evin ne çok sırları var! Evin içindeyiz ama bazen içeriden bir söyleyiş var bazen de dışarıdan. Bu öbekte de “söyleyiş” böyle.

Küçükler, büyük adam yerine evlerin kiminde:

Çocukları işe koştu kalabalık aileler.

Okul çağlarının kadersiz yavruları,

Ufacık avuçlardan akşamları akan ter

Tuz yerine geçti evlerin yemeğinde.

Çoğunlukla o fıkara insanlar, onların okulsuz kalmış çocukları, çalışmak zorunda olan o küçük çocuklar. Yetimler de. Hayatın çarkı içinde ayakta durmak için üç kuruşa iş arayanlar, boğaz tokluğuna çalışanlar. Necatigil’in içine akıttığı gözyaşları, şiiri söyleyenden aşıp dizelere sinmiş gibi geliyor. Selim İleri, “sessiz çığlıklarla örülü şiirler yazmıştır” diyor. Gözyaşı bir önceki öbekte sözcük olarak geçmişti. Alınterinde tuz var, gözyaşında yok mu?

İnsanların kaderi besbelli evlere bağlı:

Zengin evler fakirlere çok yüksekten baktılar,

Kendi seviyesine evler kız verdi, kız aldı

Bâzıları özlediler daha yüksek hayatı,

Çırpındılar daha üste çıkmaya

Evler bırakmadılar.

Yine genel bir bakış. Acı gerçekler, desek. Eşitsizliğin artık insanlık tarihini bile aşmış bitmez tükenmez olagelişi, öte yandan incelikle belirtilmiş sınıf atlama, hani gözü yukarıda olma. Evler de bu çatışmaya katılıyor. Daha önce de söyledim, Necatigil sınıf farkına, eşitsizliğine, onun doğurduğu özellikle günlük yaşamdaki dengesizliğe marksist açıdan bakmıyor. Durumu saptıyor, üzülüyor, onlar için kederleniyor. Çâresizlik de bir yandan...

Yeni yeni tüterken ocakların dumanı

–Kadın en büyük kuvvet erkeğinin işinde–

Erkekleri kaçtı, kadınları kaçtı

Evler dilsiz şikâyet, kaçmışların peşinde.

Ne güzel bir imge kuruluşu yine; yalın bir söyleyiş ama anlamı derin. Kaçmışların peşinde olmak! Belki klasik hatta bugünkü söylemle “eril” bir bakış var kadının en büyük kuvvet oluşunda; dönemi ve şâiri için tam da öyle olmasa gerek! Her şeyden önce son derece yumuşak bir dile getiriliş. Bu dile getiriliş biçimi, eril’in sınırlarını belirsizleştiriyor sanki.

Şu dünyada oturacak o kadar yer yapıldı:

Kulübeler, evler, hanlar, apartımanlar

Bölüşüldü oda oda, bölüşüldü kapı kapı

Ama size hiçbir hisse ayrılmadı

Duvar dipleri, yangın yerleri halkı,

Külhanlarda, sarnıçlarda yatanlar!

Dışarı çıktık. Aslında zaman zaman da çıkmıştık. Daha çok evin uzantısı gibiydi bu. Ev ama burada ev’siz olma durumu. Evin içindeki acılar, kederler, yoksulluklar, belki daha beteri evin dışında. Şu veya bu nedenlerle onlara ev kalmamış! Bir seçim durumu yok, bir koşul durumu var şiirin evsizlerinde. Zorunluluk. Daha çok da parasızlık, yoksulluk, çâresizlik!

Sarnıç su biriktirilen yer, kuşkusuz günümüzde kullanılmıyor, belki köylerde, gelişmemiş kasabalarda falan. Ona da sarnıç deniyor mudur, o da başka bir mesele. Sarnıcın bendeki ilk çağrışımı Saraçhane oluyor. Gerçi kemerdir, su biriktirmekten çok su getirmektir ama sağa sola doğru uzanan kuytulukları aklıma gelen. Böylece sur diplerine de ulaşıyorum. Eski şehri çevreleyen. Ayrıca “duvar dipleri” vardı. Hâlâ geçerli sanki! Öyleyse günümüze de açılıyor şiir.

Külhan sözcüğünü de, bugün bir mekân belirlemesi olarak kullanıyor muyuz? Çoğumuz anımsamıyor, çoğumuz bilmiyor. Külhan’ın anlamı, hamamın altında bulunan, hamamı ve suyunu ısıtan, kapalı ve geniş ocak. İşte orada yatmak zorunda kalan evsiz; orada şimdi yatılır mı? Belki! Bunun önemi yok, her şeyden önce ses çok güzel oluşuyor, sanırım öncesinden de öyle geliyor, son dizede ses sanki bir başkaldırmayı ama çoğunlukla olduğu gibi Necatigil’in sessiz îtirazını imliyor. Bu îtiraz da vicdanla ilgili.

Yine, öte yandan, biraz derinleşme var mı ya da bir gönderme? Sözcüğün anlamından çıkarak, eski bir “tarikat”a mı uzanıyor? Şu bin yıl önce yaşadığı varsayılan “Layhar” sanıyla anılan meczup’a mı? Belki yalnızca şiirdeki sesin getirdiği, ahengin ulaştığı, belki bile isteye belki bilinçdışının çıkması vb. Dolayısıyla ev varsa, dışarısı da var. Zorunluklardan dışarıda kalan evsizler var. Bunlar da o fıkara insanlardan daha fıkara, belki hayatlarından çok da şikâyet etmiyorlar ama çok güç koşullarda yaşıyorlar. O güç koşullarda ayakta durmak, başka bir beceri, emek.

Ana-kız

Nedense “Evler”i her okuduğumda, şâirin “Barbaros Meydanı” (I-II) şiirini anımsarım. O iki’li şiir de aynı yılda yazılmıştır, aynı kitaptadır; duygu, ses, anlam benzerlikleri vardır tabiî. Semtin hâlleridir, sokaktaki insanın hâlleridir. Beşiktaş’tır. Necatigil’in semtidir, yıllarca yaşamıştır orada ve hâlâ yaşamaktadır. Özellikle de birincisinin şu ilk iki öbeği:

Biliyorum, ayıp ve mânasız

Ama peşlerinden gidiyorum

Gezmeye çıktıkları vakit

Ana kız.

 

Utanır da belki

Anasının sırtındaki

Yeldirmeden,

Kız bir adım önde gider

Sezdirmeden. 

Bu ana-kız’ın evi var, yok değil ama nasıl bir ev! Öte yandan yukarıdaki kederli, tatsız, çâresiz  hâllerin hepsi –belki küçük sevinçlerle/küçük umutlarla birlikte– sırtlarındadır; yaşamın ağırlığıdır taşıdıkları.

Özcesi, Ev’in de büyük şâiridir Behçet Necatigil...


[1] Şiirler-bütün yapıtları, Behçet Necatigil, haz. Ali Tanyeri-Hilmi Yavuz, YKY, Şubat 2002, s. 44/5.

[2] Bkz. Kırık İnceliklerin Şairi: Behçet Necatigil, Selim İleri, Kaf yay. 1999; Kültür, Dil, Kimlik- Behçet Necatigil’in Şiir Dünyası, Rahim Tarım, Özgür yay. 2002, vb.