Kimlik ve tuzakları

Hangi nedenlerden kaynaklanırsa kaynaklansın coğrafî, kültürel köklere dayalı kimliği muhafazada ısrar etmek, tüm diğer görüş ayrılıklarını bir tarafa bırakıp bir grubun “safları sıklaştırması”na yol açacaktır ki, bu yolun sonu ister istemez başka bir grubun dışlanmasına varacaktır...

13 Haziran 2019 10:30

Göçün getirdiği avantajlardan biri, insanın doğduğu yere özgü kültürel miras, tarihî geçmiş, dil ve hatta cinsiyet gibi ögelerin oluşturduğu kimliğin dönüşebilmesi. Bu dönüşme, özellikle de Almanya gibi çeşitli etnik grupların yaşadığı bir göçmen ülkesinde neredeyse zenginleşmeyle eş anlamlıdır. Dolayısıyla, dönüşmeyle elde edilen bu yeni kimlik kişi için bir şans oluşturuyor.

Bunu şans ve zenginlik olarak görmeyerek “eski” kimliğine sıkı sıkı yapışıp onu bırakmama çabasında ya da “eski ve yeni” veya “hem o hem de öteki” diye birbirinden tamamen kopuk iki kimliğe sahip olduğunu düşünenlerin sayısı çok. Onun değişken bir nosyon olduğunu yadsıyıp bir kimliğe sıkı sıkı sarılmayı ya da eklektik iki kültürün bir kişilikte barınabileceğini savunmayı özellikle içinde yaşadığımız küreselleşme koşullarında düşünmek zor. Dahası, “köklere dönüş”, sağın, Avrupa’da, özellikle de Almanya’daki radikal unsurların benimseyip yaygınlaştırmaya çalıştığı bir davranış biçimi. Aşırı sağ bunu yaparken, alternatif yaşam biçimlerine, çok kültürlülüğe, kendi deyimiyle Batı’yı tehdit eden bütün bu unsurlara savaş açmış oluyor. Başka bir deyişle, kimliği durağan belleyerek ulusal aidiyeti birinci planda tutmak “kader birliği” topluluklarının oluşmasına yol açarak ötekileştirme tehlikesini, aynı zamanda totaliter ve tekilliği dışlayan bir nüve de taşıyor. Yazar, filozof ve aktivist Franco Berardi, küreselleşmenin doğurduğu sonuçlardan biri olan yersiz yurtsuzlaşmanın (Deterritorialisierung) paradoksal bir biçimde kimliksel bir barınağa ve kendi aidiyetinin takdirine ihtiyaç duymaya yol açtığını ve tam da burada kimliksel tuzağın gizlendiğini söylüyor. Berardi’ye göre, özgüven ve kendi değerini ispatın agresif biçimleri olarak vatan, din ve aile gibi kavramlara dönüş bu tuzağı oluşturuyor.

Almanya özeline dönersek, kimliğin statik olduğu ya da kişinin iki ayrı kimliği bünyesinde barındırdığı görüşü, dolayısıyla akan, dönüşen, kendini sürekli yenileyen kimliklerin güç ve zenginliğine kendini kaptıramama, en önemlisi de “Alman olma” ve “asıl” kimliği kaybetme korkusunun, Almanya’nın uzun yıllar sürdürdüğü göçmen politikasında yattığını söylemek elbette yanlış olmaz. Almanya’nın bir göçmen ülkesi olduğunu çok geç kabul etmesi, göçmenlerin siyasî katılımının ve vatandaşlık hakkının önüne konan engeller, ağır bedellere mal olmuş yanlışlıklar. Kuşkusuz, asimilasyon çabaları ve yıllarca yürütülen ne idüğü belirsiz entegrasyon politikaları, insanların ulusal kimliğe, geldiği toprakların kültürüne daha fazla eğilmesinde, gitgide daha çok tutunmasında belirleyici bir rol oynamıştır.

Diğer yandan, 90’lı yıllarda Türkiye’de yükselen milliyetçiliğin Almanya’ya sıçramasıyla göçmenlerin de bundan yoğun biçimde nasibini almış olması, entegrasyon ve kimlik konuları gündeme geldiğinde, ne yazık ki sık sık gözden kaçırılan diğer bir etken. Ne var ki, göçmen örgütlerinin uzun yıllar ağırlıklı olarak Türkiye’ye yönelik çalışmaların, kimliğin evrilmesi konusunda bugün duyulan sıkıntı ve arazlardaki rolünün de yabana atılmaması gerekir. Yıllar önce Türkiye’deki siyasî gelişmeler yerine göçmenlere yönelik çalışmalar ön planda olsaydı, birtakım haklar muhtemelen daha erken kazanılmış, yerel bazda seçme ve seçilme gibi siyasal katılıma ilişkin hâlâ sürüncemede olan haklar çoktan elde edilmiş, vatandaşlıkla ilgili hallolmamış sorunlar daha önce çözüme kavuşmuş olacaktı. Bunun da doğal olarak yerleşik toplumla göçmenler arasındaki ilişkilere yansıması olacak, bu olumlu yansıma büyük olasılıkla yeni kimliğin oluşmasında da kendini gösterecekti.

Uzmanlar, dönüşen, değişen “eski” kimliğin bir daha eski hâline gelmeyeceğinden, gelemeyeceğinden yola çıkıyorlar. Ancak –hangi nedenlerden kaynaklanırsa kaynaklansın–coğrafî, kültürel köklere dayalı kimliği muhafazada ısrar etmek, tüm diğer görüş ayrılıklarını bir tarafa bırakıp bir grubun “safları sıklaştırması”na yol açacaktır ki, bu yolun sonu ister istemez başka bir grubun dışlanmasına varacaktır. Ötekileştirmenin ne kadar çabuk düşmanlığa dönüşeceğini günümüzde yükselen aşırı sağ hareket gayet berrak bir şekilde gösteriyor. Şunu da ilave etmek gerekir ki, bir kimliğe sıkı sıkı sarılmak, kavramı ne kadar fetiş yaparsa, bir o kadar da tutucu bir davranış biçimine işaret ediyor. Bunun ne ölçüde milliyetçilikten kaynaklandığını veya ne ölçüde milliyetçiliğe kaymayı kolaylaştırdığını –çünkü aradaki sınır çok ince– sosyologların takdirine bırakmak durumundayız. Berardi, kimlik etrafında tüm farklılıklara rağmen gerçekleşen bu “kenetlenmenin”, ancak “eski” kimliği kaybetmenin önüne geçilemezliğini kabullenememekle mümkün olabileceğine dikkat çekiyor.

Durağan ya da birbirinden kopuk iki kimliği savunmak ile mağduriyet politikasının pragmatizmi arasındaki ilişkiyi incelemek günün birinde yine sosyologlara düşecek. Ancak şimdilik şu kadarını söyleyebiliriz ki, iki kimliğin, bir bünyede sürekli birbiriyle çatışan iki kişilik örneği sağlıksız olmasının yanında, birini diğerinin önüne geçirmek, durum ve koşullara göre “silahlardan birini çekmek” suretiyle bundan çıkar da sağlanabilir, sağlanabiliyor. Kültür teorisyeni Martin Burckhardt herhangi bir kimliğin icabında kostüm değiştirilir gibi değiştirilebileceğinden, böyle bir kimliğin “gerektiğinde kolayca istimal edilebilecek stratejik bir maske” olmaktan başka bir şey olmayacağından söz ediyor ve bunun da sonuçta kimlikten toptan feragat etmeye mal olacağını savunuyor.

Kimlik, subjektiflik özelliği gereği elbette devletten talep edilebilecek “politik bir hak” değil. Evrilmesini bir şans, bir kazanç olarak görüp kişinin kendisinin buna hazır olması gerekir. Ancak kimlik, eklektik parçalara bölmeden, çeşitli ulus ve etnik gruplarla birlikte yaşamaktan, kültürlerarası alışverişten elde edilen unsurlarla “eski” kimliğin harmanlanarak evrilmesi ve sürekli kendini yenilemesi durumunda siyasî bir boyut kazanacaktır. Çünkü bu, sağın işine gelmeyecektir. Ulusal, coğrafî ve kültürel geçmişe dayalı “eski” kültürden vazgeçmek, “Alman olmak” anlamına gelmediği gibi kimliksiz, kişiliksiz bir varlık olmak anlamına da gelmiyor. Bunlar, aşırı sağın, mültecilerin ve göçmenlerin “Batı”nın kültürünü tehdit ettiğini iddia ederken kullandığı argümanlar. İsteyerek ya da istemeyerek aynı tuzağa düşüldüğü durumda, söz konusu siyasî boyut daha da büyük bir önem kazanacağa benziyor.