"Kurmaca bir metin yazarken yaptığınız şey esasen fiili dünyanın dışında yer alan, kendisi gerçek olmasa da içerdiği imkânların gücüyle sizi etkileyen bir dünya inşa etmek. Böyle bir dünyayı kurarken de kendi kişisel dünyanızda nelere inandığınız nispeten ikincil önemde kalıyor..."
05 Mayıs 2022 16:42
***
Kitabın adı Ölümden Uzak Bir Yer. Böyle bir yerin olması sizin düşünü kurduğunuz bir hayal mi?
Böyle bir hayalim var diyemem. Malum, ölümsüzlüğün de başlı başına bir kâbus olabileceğine dair bir görüş vardır, zaman zaman edebiyatta da konu edilir. Ben de bu görüşe yakınım. Öte yandan ölümsüzlüğün insana cazip ya da mümkün görünmüyor olması, ölüm meselesinin de bir çırpıda çözülüvermesine yol açmıyor. Mesela ben, bir maddeci ve hazcı olan Epikuros’un o meşhur tesellisiyle (“Biz varken ölüm yok, ölüm varken de biz yokuz”) ne yapacağımı pek bilemiyorum. Sonuçta benim için mesele bir “olay” ya da “durum” olarak ölümün kendisinden (mesela dişçiye gitmekten korkar gibi) korkmak değil. Mesele daha çok, bildiğimiz ve yapabildiğimiz tek şey yaşamakken bunun içinde kaçınılmaz olarak ölüme yer açabilmek, onu biraz olsun kavrayabilmek, bir anlamla kuşatabilmek. Bizler için asıl zor ve kafa karıştırıcı olan, bu nedenle bütün o kültürel ve dinî geleneklere, ritüellere, vb. vesile olan şey de bu. Bu açıdan ölüm –sadece benim gelecekteki ölümüm değil, başka insanların ve hayvanların ölümü de– benim için göz ardı edilemeyecek büyüklükte, baş edilmesi zor ve karmaşık bir konu. Ölümsüzlük fikri, bu karmaşık konuyla baş etmeye çalışırken çıkagelen, birçok zengin çağrışıma açık kurgusal bir öğe benim için. Edebi açıdan verimli olduğunu hissettiğim için de bu fikrin peşinden giderken buldum kendimi. Bunun ötesinde, kendi dünyamda özel bir ölümsüzlük ya da “ölümden uzak olma” arayışı yok.
Babalar ve oğullar arasındaki ilişkiye değinme nedeniniz neydi?
Baba-oğul ilişkisinin edebiyatta ne kadar çok işlendiği malum. Öte yandan genellikle bu tema oğulun gözünden, bir ‘oğul’ olmanın beraberinde getirdiği yükten, zorluklardan, hatta travmalardan hareketle ele alınır. Yani oğulun gözünden babaya bakılır, babanın oğulun yaşamındaki izleri sürülür, yarattığı alışkanlıklar, tahribatlar, hastalıklar ele alınır. (Aklıma ister istemez şu aralar okuduğum Karl Ove Knausgaard’ın meşhur Kavgam serisinin ilk kitabı geldi.)
Ben de ilk romanım Buradayız’da ucundan da olsa bu sularda dolaştım aslında. Tabii orada söz konusu olan, edebi açıdan çarpıcı bulunabilecek travmatik bir ilişkiden ziyade, sıradanlığı ve önemsizliği nedeniyle karakteri biraz dertlendiren bir ilişkiydi. Bunun ötesinde, özel olarak baba-oğul ilişkisini oğulun gözünden ele almak gibi bir fikir ya da ihtiyaç belirmemişti bende. Kısacası “oğulluk” benim için çok hâkim bir tema değildi.
Fakat “babalık” için durum farklı. Daha doğrusu, kendim de bir oğulun babası olduğumda benim açımdan işler biraz değişti. Kendimi babalık konumunda bulmam, bir insanı dünyaya getirme sorumluluğunu paylaşmış olmam, bir çocuğa doğumundan itibaren iyi bir hayat kazandırma çabasına girişmem, kısacası bir insanın yazgısında böyle belirleyici bir rol oynamam… Bütün bunlar farkında olmadan kendimi başka türden hayati meselelerin içinde bulmama yol açtı. Tabii önce meselenin adını koyup sonra da bu konuda bir roman yazmaya başlamadım. Bütün bu temalarla yavaş yavaş, bu romanın dünyası üzerine düşünürken haşır neşir oldum. Bir anlamda romandaki karakterler ve olay örgüsü üzerine düşünmek gitgide bendeki “babalık” temasının boyutlanıp genişlemesine ve derinleşmesine yol açtı diyebilirim.
Sait, Ömür ile oğlu Yusuf arasındaki bağı kıskanıyor gibi geldi bana. Bu kitaptaki baba ve oğul arasındaki gerilimli ilişki de Oidipus kompleksini çağrıştırdı. Yanılıyor muyum?
Oidipus kompleksi ve onun etrafındaki Freud’cu teori o kadar etkili ki, böyle bir baba-oğul hikâyesi anlatırken ya da okurken aklımızın bir köşesinde er geç beliriyor tabii. Öte yandan, ben genel olarak böyle bir psikanalitik yaklaşıma çok yakın bulmadım kendimi hiçbir zaman. Böyle bir hikâyenin anlatıcısı olarak da böyle bilinçli bir anlamlandırma çabam olmadı. O nedenle bu yorumu okurlara, okurların kendi çağrışım dünyalarına bırakmayı tercih ederim.
Kitapta yoğun olarak ölüm ve ölüm korkusu işleniyor. Bir meydan okuma olarak mı düşünmeliyiz bunu?
Buna bir meydan okuma diyemem. Ölüm bir yana, yazdığım bir romanla herhangi bir şeye meydan okumayı hedeflediğimi söyleyemem. En fazla bir şeylerle baş etmeye çalışıyor olabilirim. İlk cevabımda da anlatmaya çalıştığım gibi, yaşamımızda ölüme yer açmak hiçbirimizin kaçamadığı bir zorunluluk. İster sevdiğiniz birinin kaybında olsun, ister haberlerde gördüğünüz kahredici bir cinayette ya da bir tarih kitabının kanlı sayfalarında olsun, ölüm günbegün gelip bizi buluyor ve hep bulacak. Hepimiz o sert karşılaşma anları için kendi stratejimizi geliştirmeye çalışıyoruz. Böyle durumlarda çoğunlukla geleneklerden süzülüp gelen birtakım dilsel kalıplara, jestlere, ritüellere başvuruyoruz, bazen farkında olmadan yeni gelenekler yaratıyor ya da mevcutları dönüştürüyoruz. Bazense bütün o ölümleri görmezden gelmeye çalışıyoruz, belki hayatı ancak böyle sürdürebileceğimizi hissettiğimizden, belki yeterince dürüst ve cesur olmadığımızdan. Bazen de edebiyata başvuruyoruz: Kendi somut hayat ve düşünce pratiklerimizin dışına çıkıp kendi başımıza ölümü hayatımızın bir yerinde konumlandırmaya, ona sağından solundan yaklaşmaya çalışıyoruz. Bir yazar olarak benim için böyle oldu. Okur için de bu metnin böyle bir anlamı olacağını umdum.
Yusuf gibi doğaüstü yetenekleri olan karakterlere inanıyor musunuz? Çok inandırıcı yazdığınız için soruyorum.
Teşekkür ederim, inandırıcı bulmanıza sevindim. Bana öyle geliyor ki, kurgusal bir metinde gerçeklik duygusunu verebilmek yazarın kendi kişisel hayatındaki fiili kanaat ve inançlarından ziyade, imgeleminde ne türden deneyimlere yer açtığıyla ilgili. En nihayetinde, kurmaca bir metin yazarken yaptığınız şey esasen fiili dünyanın dışında yer alan, kendisi gerçek olmasa da içerdiği imkânların gücüyle sizi etkileyen bir dünya inşa etmek. Böyle bir dünyayı kurarken de kendi kişisel dünyanızda nelere inandığınız nispeten ikincil önemde kalıyor. Öte yandan, bununla bağlantılı şöyle bir sorudan kaçış yok benim için: “Neden kurmaya çalıştığım bu kurgusal dünyada böyle bir doğaüstü olaya yer açtım?” Ya da: “Böyle bir doğaüstü olayın yaşanması ihtimalinde beni cezbeden neydi?” Romanı yazdığım sürede zaman zaman aklıma gelen bir soru oldu bu. Bu tür şeyleri biraz kendi halinde, fazla açıklama getirmeden bırakmak istediğim için, bu soruların üzerine pek gitmedim. Ama şu kesin: Böyle bir doğaüstü boyutun –bizimki gibi dünyeviliğin ağır bastığı bir dönemde dahi– insanların zihninde birtakım dişlileri harekete geçireceğine ve çok zengin çağrışım alanları açacağına dair güçlü bir inancım vardı. Böyle bir fikrin peşinden gitmem, temelde bu inançla ilgili.
•