Ceren Lordoğlu: Karşılaştığım en belirgin zorluk bazı bölgelerde bekâr kadınlarla görüşmek istediğimi ifade ettiğimde, karşı tarafın bekârlığı o bölgeye yakıştırılamayacak bir kategori olarak ele alması ve “bizim buralarda bekâr yaşayan yok" demesiydi
02 Ağustos 2018 14:50
"Akşam eve döneceğimiz saate göre rota belirlemek, evden çıkarken şehrin nerelerinden geçeceğimize göre kıyafet seçmek gibi gündelik hayatımıza dair ayrıntılar yanında bir de pek görünür olmayan konular var: Ekonomik imkânlarımız dolayısıyla seçme imkânımız varsa, şehrin neresinde oturmak daha güvenli ve rahat? Mahalle hayatı, çocuğu olan bekâr bir kadın için siteye göre daha mı güvenli? Yaşadığımız yerde çevremizle kuracağımız ilişkilerin sınırları olmalı mı? Erkek arkadaşlarımızın eve girip çıkması sorun olur mu? Ailemizin ya da arkadaşlarımızın oturduğu mahallede yaşamak, kolaylaştırıcı olabilir mi?"
Ceren Lordoğlu’nun İstanbul’da Bekâr Kadın Olmak kitabı, tüm bu soruların kadınlar için erkeklerden ne denli farklı yanıtları olduğunu inceliyor. İletişim Yayınları tarafından yayımlanan kitap Didem isminde bir kadının akşam, Taksim’den evine tek başına dönüş hikâyesiyle açılıyor. Didem’in evi ve indiği durak arasında neredeyse hiçbir sokak lambası yok. O karanlık yolu korkudan nefesi kesilse de geçmek zorunda. Didem’in yaşadıklarını okurken göğüs kafesinizin sıkışmaması imkânsız. Çoğumuzun her gün, her gece yeniden deneyimlemek zorunda kaldığı bir durum çünkü bu...
Ceren Lordoğlu, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nden doktora derecelerini aldı. 2000-2002 yılları arasında ODTÜ Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Anabilim Dalı’nda araştırma görevlisi olarak çalıştı. 2012 yılından beri Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde uzman olarak görev yapıyor. İstanbul’da Bekâr Kadın Olmak çalışması ise Türkiye’de bekâr kadınların mekânla bağlantılı deneyimlerini aktarma açısından bir ilk. Mekâna feminist açıdan bakan ve kadınların cinsiyetli mekânla baş etme yöntemlerini aktaran çalışması için Ceren Lordoğlu’yla bir söyleşi gerçekleştirdik.
Kitapta da belirttiğiniz gibi, Türkiye’de daha önce bekâr kadınların mekânla olan deneyimlerini aktaran bir çalışma yok. Öncelikle mekânı nasıl tarif ediyorsunuz ve mekânın takibini neye göre belirliyorsunuz? Toplumsal cinsiyet ilişkileri ve mekân arasında nasıl bir ilişki var?
Çalışmada, toplumsal olanın aynı zamanda mekânsal da olduğu, birbirlerini tek yönlü değil, karşılıklı olarak inşa ettiklerini savunan ilişkisel mekân yaklaşımını takip ettim. Toplumsal cinsiyet ilişkileri ve mekânın birbirlerini karşılıklı nasıl etkileyip şekillendirdiğini, mekânda toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini görünür kılmanın imkânlarını, feminist coğrafyacıların çalışmaları ve kavramları ile keşfettim. Araştırma sırasında peşine düştüğüm sorularla bu kavramlar arasında ilişki kurma çabasına girdiğimi söyleyebilirim.
Mekânla toplumsal cinsiyet arasındaki karşılıklı ilişkinin takibini, yaşanan sınırlılıklar üzerinden yaparak farklı bakış açıları yakalayabiliriz diye düşündüm. Bu noktada mekânı kadınları bütün bütün sınırlandırmasından ziyade çelişkileri barındıran, direnme ve sınırları zorlama imkânı yaratıp, güçlendiren bir süreç olarak ele aldım.
Sizin çalışmanız bekâr kadınlara odaklanması açısından belki de ilk. Sizi özellikle bu alana odaklanmaya yönelten neydi?
Toplumsal cinsiyet ve mekânsal ayrışma arasındaki ilişki ilgimi çekiyordu. Kadınların mekânla, yerle kurdukları ilişkinin, erkeklerinkinden farklı ve eşitsiz koşullarda olduğunu görünür kılacak bir çalışma olmasına çabaladım. Bu grupla çalışma tercihinin kişisel bir yanı olduğunu söyleyebilirim. Çocukluğumdan beri ailemde farklı kuşaklardan bekâr kadınları gözlemleme imkânını buldum: Boşanmış, dul, hiç evlenmemiş… Daha sonra hayatımın farklı dönemlerinde ben de bekâr bir kadın olarak yaşadım.
Saha çalışmanız sırasında karşılaştığınız güçlükler nelerdi? Çünkü mahallelerde “bekâr” kategorisindeki kadınlarla görüşmek istediğinizde “Bizim buralarda bekâr olmaz, buralar hep aile yeri,” gibi tepkilerle karşılaştığınızı söylüyorsunuz.
Saha çalışmasında karşılaştığım en belirgin zorluk bazı bölgelerde bekâr kadınlarla görüşmek istediğimi ifade ettiğimde, karşı tarafın bekârlığı o bölgeye yakıştırılamayacak bir kategori olarak ele alması ve “bizim buralarda bekâr yaşayan yok” demesiydi. Bekârlığın namusla birlikte düşünüldüğünü ve kimi yerlerde olumsuz çağrışımları olduğunu gözlemledim. Kişisel bağlantılarımın zayıf olduğu yerlerde ilerlemek, bu nedenle biraz zor oldu.
İkinci olarak da şunu söyleyebilirim: görüşmelerin bir kısmını kadınların evlerinde gerçekleştirdim. Bana cömertçe evlerinin kapılarını açtılar, zaman ayırdılar. Fakat daha önce bulunmadığım semtlerde, bazen hava karardıktan sonra gittiğim bu evlerde, kadın araştırmacı olarak benim de kendimi tedirgin hissettiğim zamanlar oldu. Hem evleri ararken sokaklarda, hem de gittiğim evde kiminle karşılaşacağımı bilmemenin tedirginliği… Bu korku, görüştüğüm kadınların anlatımında ortaklaşan kentin kamusal alanında duydukları fiziksel güvenlikle ilgili korkunun aynısıydı.
Kitapta neden bekâr, hane halkı reisi ve kiracı kadın kategorilerini ortaklaştıran bir araştırma grubu hedeflediniz? Öğrenciler ve ev kadınlarını çalışmanın dışında tutma nedeniniz neydi?
Araştırmayı ortak özellikleri olan bir grupla gerçekleştirmek, kimi karşılaştırmaları yapabilmem açısından bir zorunluluktu. Dolayısıyla görüşeceğim grubu belli kategorilerle tanımlamam ve daraltmam gerekliydi. Bu sebeple bekâr, kiracı ve hane halkı reisi kategorileri ile sınırlandırdım. Hane halkı reisi kategorisi ile evin geçimini sağlayan yani çalışan kadınları seçiyordum. Çalışan kadınların tek başlarına ev kiralama imkânın daha fazla olacağını düşünerek böyle bir seçim yaptım. Dolayısıyla öğrenci ve ev kadınları gruba dahil olmadı. Kiracı kategorisi, kadınların hareketliliklerini, taşınma imkânına sahip olup olmadıklarını ve bu konumun sosyal ilişkileri üzerindeki belirleyiciliğini anlamak açısından önemli bir kategoriydi. Yaşadıkları yerde, ev sahibi konumundan farklı değerlendirildikleri de gözleniyordu.
İstanbul’da yaşayan yüksek eğitim düzeyindeki hane reisi kadınların Bakırköy, Beşiktaş, Kadıköy, Sarıyer, Şişli ve Üsküdar gibi yerlerde yoğunlaşma nedenlerini neye bağlıyorsunuz? Bu durum sadece sınıfsal kodlarla açıklanabilir mi?
Görüştüğüm kadınlar arasında ev seçebilme imkânına sahip olanlar ve olmayanlar vardı. Tercih imkânı olanlar, şöyle diyordu: “Rahat edebileceğim semtlerde oturmak istiyorum.” Ama rahat etmekten ne kast ettiklerini sorduğumda bunu detaylandırmakta zorlanıyorlardı. Çünkü bu, anlatması zor bir hâl. Bu konuda yazan düşünürleri takip ettiğimde ve kadınların anlatımları ile birleştirdiğimde şöyle bir analiz yapabildim: bekâr kadın olarak yaşamak, farklı olmanın hissettirildiği heteronormativiteyle uyumlu görülmediği durumlarda rahat olmayı da imkânsızlaştırıyor. Kadınların anlatımındaki rahat edecekleri yerler, biraz da bu farklılığın en az hissettirildiği yerlerdi. Sorunuza dönecek olursam, sözünü ettiğiniz yerlerde bu farklılığın diğer semtlere göre daha az hissettirilmesinden ötürü de buraların daha fazla tercih edildiğini sanıyorum.
Çalışma grubunuza dahil olan, Kadıköy ve Bağcılar’da yaşayan kadın örneklerini ele alacak olursak orta-üst ve üst sınıfa mensup kadınlarla orta-alt ve alt sınıfa mensup bekâr kadınların mekânla kurdukları ilişki nasıl değişiyor?
Görüşmelerin ne İstanbul’u ne de bu ilçelerde yaşayan kadınları temsil ettiğini söyleyebilirim. Ancak aralarındaki benzerlik ve farklılıkları işaret etmek önemli diye düşündüm. Bağcılar’da daha fazla evin geçimine katkı sağlayan, evlenmeden ayrı eve çıkmanın gündeme getirilmediği, işyerlerinin de ağırlıkla aynı ilçede olduğu kadınlarla görüştüm. Kadıköy’de ise çoğunlukla arkadaşlarına yakın oturan, “rahat bir semt” olduğunu düşünerek burada oturmayı tercih eden, yılın belli dönemlerinde ailelerinin gelip onlarla yaşadığı kadınlar vardı.
Bekâr kadınların hayatın içinde yaşadıkları pratik sorunlara gelecek olursak, örneğin bekâr kadınlar konut kiralama sürecinde ne tür sorunlar yaşıyor? Buna dair pek yanıt alamadığınızı söylüyorsunuz ama baskın deneyim ne sizce?
Görüşmeler sırasında konut kiralamada iki örnekle karşılaştım: Bunlardan biri ev sahiplerinin bekâr kadınların kirayı düzenli ödemelerine dair duydukları şüpheydi. Normalde ailelerden talep edilmeyen maaş bordrolarının bekâr kadınlardan istenmesi, sözlü olarak ev sahibinin “peki bu kirayı tek maaşla nasıl ödeyeceksiniz?” gibi sorular yöneltmesi gibi deneyimlerini aktaranlar oldu. Muhtemelen bu anlayışa paralel bir başka örnek ise; aynı ev için bekleyen birden fazla kiracı adayı olduğunda, liste yapılıp ailelere öncelik tanındığını anlatanlardı. Elbette bunlar tüm semtler için genellenebilecek durumlar değil, ama yine ekonomik imkânları yeterli olmasına rağmen bu sorularla karşılaşan kadınlar açısından anlatmaya değer örneklerdi.
Saha çalışmasında karşılaştığım en belirgin zorluk bazı bölgelerde bekâr kadınlarla görüşmek istediğimi ifade ettiğimde, karşı tarafın bekârlığı o bölgeye yakıştırılamayacak bir kategori olarak ele alması ve “bizim buralarda bekâr yaşayan yok” demesiydi.
Kitapta görüşlerine başvurduğunuz pek çok kadın, Kadıköy için “İstanbul’un yaşanacak en rahat semti” diyor. Ancak buna rağmen, Kadıköy’deki kadınların da ailelerine veya arkadaşlarına yakın evleri tercih ettiğini görüyoruz. En güvenli sandığımız alanda bile güvenli olmamızın altında yatan sebepler ne sizce?
İstanbul’un farklı semtlerinde birbirinden farklı düzeylerde sınırlandırma ve baskılarla karşılaşabiliyor bekâr kadınlar. Bunlarla baş etmek ve bu sınırları zorlamak için çeşitli taktikler geliştiriyorlar. Kadıköy bu sınırlamaları nispeten daha az hissettikleri bir yer gibi tarif edildi, ama detaya indiğimizde farklı düzeyde de olsa sınırların baskıların orada da olduğunu gördük. Sanırım en önemli konu neden kendimizi güvende hissetmediğimiz. Hissetmiyoruz, çünkü kenti aklımızdaki bazı güvenli haritalarla, doğru saatlerde kullanmazsak cinsel saldırıya ve cinsel şiddete uğrayabileceğimizi biliyoruz. Erkek şiddetinin de ataerkil sistemin bir parçası olduğunu, bu şiddetin devlet müdahalesinin yetersiz kaldığı durumlarda yapılandığı biliyoruz. Bu şiddete göz yumulma hâli ile aynı zamanda devletin bunu meşrulaştırdığını da söyleyebiliriz.
Sanırım en önemli konu neden kendimizi güvende hissetmediğimiz. Hissetmiyoruz, çünkü kenti aklımızdaki bazı güvenli haritalarla, doğru saatlerde kullanmazsak cinsel saldırıya ve cinsel şiddete uğrayabileceğimizi biliyoruz.
Devletin görmezden geldiği bir kategori olan bekâr kadınları mahalle neden bu kadar çok görüyor peki?
Aile olmama hâli, kadınların içinde yetiştikleri ailelerinden, yaşadıkları çevreye kadar “farklı” bulunan bir konum. Bu farklılık aynı zamanda bir merak konusu. Bu merak etmeye “bakış “ da eşlik ediyor. Merak etme aynı zamanda kontrol etme, denetleme, bu farklı hâli bir kategoriye sokma arzusuyla da beliriyor. Bekâr kadın bir kategoriye sokulduğunda tehdit olmaktan çıkabiliyor. Öğrenci mi, boşanmış anne mi, çalışan kadın mı, kim? Bu karşılıklı bir ilişki.
Kadınların anlatımında bu merakı gidermek üzere, ama aynı zamanda da kendilerine bir alan açabilmek üzere çevreleriyle ölçülü bir mesafe geliştirdiklerini gözlemledim. Belki komşuluk beklentilerini tümüyle karşılamıyorlar: komşularla içli dışlı olma, sık sık oturmaya gitme ya da davet etme, ama merhabayı da esirgemiyor, kendiyle ilgili bazı ipuçları vermekten geri durmuyorlar. Kadınların yaşadıkları çevrenin dayanışma desteğine duydukları ihtiyaç oranında kurdukları bu mesafe de farklılaşıyor: Herhangi bir aile desteği olmayan, sosyal yardımdan yararlanamayan, mahallenin dayanışmasına ihtiyaç duyan bir kadının kuracağı mesafe ile evi geçindirme sorunu yaşamayan belli sınırlarla da olsa mahalleden farklı bir yaşam tarzına sahip olan kadının kurduğu mesafenin ölçüsü birbirinden farklılaşıyor. Planlanmış, üzerine düşünülmüş şeyler değil elbette bunlar. Karşılıklı kurulan bir denge. Birbirinden farklı sosyal sınıfsal kesimden kadın da benzer deneyimleri aktarınca bunların ortaklıkları üzerine düşünmenin önemli olduğunu sanıyorum.
Yalnız yaşama deneyiminin, kadınlar için dikenlerle çevrili olmasına rağmen güçlendirici bir deneyim de olduğundan bahsediyorsunuz. Buna dair karşılaştığınız örneklerden bahsedebilir misiniz?
Birbirinden farklı sosyal sınıfsal gruplardan olmalarına rağmen; evinin dekorasyonunda söz sahibi olmaktan geri duran kadınlar da şiddet görmüş kadınlar da tek başlarına ev kurma pratiklerini güçlenme deneyimi olarak aktardılar. Uzun yıllar eşinden şiddet görmüş, daha sonra boşanıp beş çocuğunu da tek başına okutup büyütmüş bir kadınla yaptığım görüşme, benim için en etkileyicilerinden biriydi. Boşandıktan sonra ilk kez çalışmaya başlamış bir kadındı. Geceleri bir fabrikada çalışıyor, eve gelip 2-3 saat uyuyor, ardından merdiven silmeye gidiyordu. Bütün bunlara rağmen, şu cümleyi sarf etmesi, benim yazdığım tezi kitaplaştırmaya borcum gibiydi: “Bak, kitabına şunu yaz, kadınlar korkmasın. Biz güçlüyüz, hiçbir şiddete maruz kalmak zorunda değiliz, kendimiz her şeyi yapabiliriz, çocuğu da büyütebiliriz.” Bu ve benzeri örnekler kadınların tüm zorluklara karşı tek başınlarına ayrı hayatlar kurmalarının, onları güçlendirdiğinin göstergesiydi.