İrem Uzunhasanoğlu, anonim kalmayı tercih eden yazar İsahag Uygar Eskiciyan’la Sel Yayınları’ndan çıkan en son kitabı Patates Jazzı üzerine bir söyleşi yaptı.
22 Ekim 2020 20:55
Sevgili İsahag Uygar Eskiciyan, Aşağıdan Seveceğim Ülkeyi, Pause Anıtı, Metropol Ninnisi, Zift veKonteyner Zaafı isimli beş kitabının ardından okurların “Patates Jazzı” isimli altıncı kitabına kavuştu. Kitabını tebrik ediyor ve hemen sormak istiyorum, neden “patates”, neden patatesin müziği? Her öyküde bir şekilde kendine yer bulan patatesin çıkış noktası nedir?
Sevgili İrem, öncelikle teşekkür ederim. Yeni kitabın fikrî temelini oluştururken kafamda iki kavram vardı, biri patates. Öykü toplamından ziyade öykü birlikteliğini ortaya koymak istediğimden bir kavram üzerinden hareket ettim. Neden patates, sorusunu senden önce ben de sordum kendime. Birkaç nedenim var. Öncelikle hatırlayalım: Patates, dünya savaşları sırasında ilaçlardan ve teknolojiden daha çok hayat kurtardı. Gerçi savaş döneminde teknoloji daha çok can almak için kullanılır. O başka bir konu, burada dursun.
Erivan’ı tepeden seyreden Zafer Parkı’nda (Hağtanak Zbossaygui) otururken dallara tutunan salyangozları seyretmiştim. Bir asır öncesinde varını yoğunu ufacık bohçaya doldurup, evini barkını sırtlayıp toprağından ayrılan insanları düşündüm. Ve tabii, var oldukları topraktan uzaklaşamayan, ancak bir kıl kalınlığındaki hayat ihtimaline tutunup toprağın karnına düşenleri... İmge bende patates olarak belirdi. Anlatmayı istediğim varlıkların öyküsüne yakın bir metafordu, ilk notları o zaman almıştım.
Patatesin varlığının kendisinden olması (patates gömüp patates topluyorsun, ne güzel) ve kelimenin tam anlamıyla “yer altı” ruhuna uyumlu olması da benim için bir nedendi. Başka bir nedeni ise patatesin “öteki”ye yakın bir varlık olmasıyla ilgili. İlk öyküden sonra Patata ve Papatya karakterlerini çok sevdim, bu da devam ettirmem için bir nedendi. Bırakamadım, anlatmayı sürdürdüm. Öyküler müziğiyle var oldu, öyle başkalaştı. Biri cazken diğeri blues… öbürü arabeskle gelişti.
İlhan Berk’in “Patates” şiirinde; önce, “Anlayacağınız bir kişiliği yoktur patatesin. / Patatesi sevmem” dediği; on yıl sonra aynı şiire yazdığı “Ek” ile “Ama işte neden sonra, senin asıl büyüklüğünün bu sıradanlıkta, bu paylaşmada bu yitişte olduğunu anladım.” diyerek özür dilediği bir varlıktı patates. Birkaç nedenimi yazdım ama daha çok var.
Öykülerinin neredeyse tamamında çocukluğuna dair bir anı, bir izlek ya da acı izler bırakmış bir travma görüyorum. Çocukluktan vazgeçememeni, dönüp dolaşıp kendini yine çocukluğunda var etmeni, orada yaşanan acıların buruk tadının bir türlü geçmemiş olmasını anlatmanı isteyeceğim. Kişisel belleğin dönüp dolaşıp çocuklukta takılıp kalmasını nasıl yorumlarsın?
İnsan, çocukluğudur. Buna inandım hep. Yalnız, psikanaliz merceğinin öykü/roman karakterleri üzerinden hep yazara dönmesi belki o kadar da doğru değildir. Karakteri özgürleştirmek gerektiğini düşünüyorum. Yoksa yazarın kötü bir kopyası olmaktan öteye gidemeyecek “tip”ler oluşur. Ne her hatayı deneyimleyecek bir ömrümüz var, ne de her travmayı kaldıracak ruhumuz. Bu durumda açıyı genişleterek “başkalarının çocukluğu da yazarın bakiyesindedir,” diyebilirim. O çocuklardan birkaçının travmasına ve acılarına tanık oldum. Birini anlatmak istiyorum, çocukluk arkadaşım, adı Seyfettin. Biz öyle biliyorduk adını, gerçeği başkaydı. Bizim onu öldüreceğimizden korkardı. Dedelerimizin torunu olmamızdan dolayı bizden korkardı. Bu korkuyla büyütülmüş. Bir gün şarap içerken bana döküldü. Onun travmasını gıyabında yaşadım.
Özellikle Sarkis’le Her Defasında bölümünde iki kuzenin öykülerini yazarken faydalandım çocukluktan. Ancak bir ikisinde çocukluğumdan, doğrudan benim deneyimlerimden izler vardır. Bu da çok değildir sanırım. Neticede kurmaca bir eserden söz ediyoruz. Ayrıca özyaşamımı anlatsam ondan dram çıkmaz.
Öykülerinde oğulun anneden koparılması sahnelerin bana Avusturyalı psikanalist Otto Rank’in “Doğum Travması” kavramını hatırlattı, ana rahminden koparılmayı insanın ilk travması, ilk anksiyetesi olarak nitelendirir Rank. Sonrasında gelen tüm travmalar bu kopuş travmasının tekrarıdır, der. Hayatın her döneminde tekrar tekrar yaşanan bu ayrılık bir kısır döngüdür, yaşam ve ölüm korkusu da bu anksiyetenin temelinde oturur. Senin öykülerinde gördüğümüz, “ebenin kafadan tutup koparmaya çalışması”, “ondan hiç ayrılmadım” ve “tam sökülmedim” gibi ifadeleri bu psikanalitik eksende incelersek neler söylemek istersin?
İnsan türünün plasentalı memeli olarak evrimleşmesinin temelinde korku faktörü, koruma içgüdüsü olduğunu biliyorum. Dinozor korkusu, ufak canlı popülasyonlarının evrimi üzerinde etkili olmuş, Permiyen Dönem’de memeli canlılar türemiş, çeşitlilik artmış. Hasılı, kökeni korkuya dayanan doğumda, rahimde eteneyle anneye bağlıyız. Doğumdan sonra bizi bir arada tutan damarın ya da gücün adı bilinmiyorsa da onu hissedebiliyoruz. Hem sadece insan değil, tüm canlılar bunu hissedebiliyor. Böyleyken kopuş, anne ya da çocukta travmaya dönüşebiliyor. Uzmanı değilim, varsayıyorum sadece.
Kitapta dört öyküsü bulunan annesinin küçük Patata’sı, doğum travmasını “ahretine” kadar taşıyan bir karakter. Rahimden “sökülmesi”, “koparılması” anneden uzaklaşmasına neden olmamış. İleri yaşına rağmen kaçıp kaçıp annesinin mezarına sığınması, mezarına patates basması ondandır. Mezarın şişkinliğini annesinin gebe karnıyla örtüştürür. Bir şekilde onunla tekrar bir araya gelmek istiyor çünkü. Güvende hissettiği ilk ve tek yer annesinin karnıdır. Dışarıya korku, vahşet ve sevgisizlik hâkimken o, şişkin toprağa sığınır. Kendinin metaforik karşılığı olarak gördüğü “patata”yı öyle gömer annesinin mezarına.
Peki, oğullar bu travmalarla nasıl devam ediyor hayatlarına? Öykülerinde çokça kullandığın “patates” “toprak” ve “kök salma” izlekleri üzerinden aile/baba tahakkümünü ve yola devam edebilmeyi bize anlatır mısın? “Bazı şeyler hiç geçmiyor, bazı şeyler diplerde vurguna devam ediyor. Bense durmam gereken yerde duruyorum. Annemin yüzümü seven parmaklarını hatırlıyorum. Babamın eziyetlerini de.” Bu cümleden yola çıkarak anne-baba-oğul arketiplerini konuşalım isterim. Anne şefkatli, baba şefkat yoksunu ve katı mı? – hatta kendi deyiminle “çirkin bir ses, bir yapı, bir bina mı?”
Bazı şeyler hiç geçmiyor. İnsan bitmiş acılarını, dinmiş yürek yanmalarını taşımakla mükellef bir varlık. Sönmüş volkanlar nasıl ki yeryüzünü şekillendirip bir kenarda ululukla duruyorsa acılarımız da bizde böyle durur. Gerçi sönmüş volkanın da dinmiş sızının da tekrar patlamayacağının bir garantisi yoktur. Istırabın üzerinden zaman geçmişken başka bir duyguyla değişmeyi kabul eder mi? Patata bunu kabul etmeyecek bir karakter. Yaşamıştır, geçmemişse bile yaşamıştır. O acı deneyim artık Patata’yı var eden parçacıklardan biridir. Patata için baba sorunlu bir yapıyken; anne ise baba dâhil dünyadaki tüm çirkin binalardan sığındığı şefkatli bir yuva. Hikâye kahramanı için öyle en azından.
“Amcamın Gözlükleri” öyküsünde amcanın gözlük camının bir çocuğun kişiliğine “ayna tutması” durumu var. Hayat yolunda devam ederken neleri katıyoruz yanımıza?
Hatalarımızı, başkalarının hatalarını; doğrularımızı, başkalarının doğrularını… Öykünün kahramanı (ki metinde, kahraman değilim, diyor) Hayko, amcasının aynalı gözlüklerinden bir kez daha çirkinliğini “patatesliğini” fark eden bir çocuk, mahalleye yeni taşınan Anahit’e âşık olur. Bu ilişkinin müteahhitliğine soyunan amcasının taktiklerine maruz kalır Hayko. Amcasının yönlendirmelerini takip ettikçe kendinden uzaklaşır. Kendinden uzaklaştığı için başarısız olur ama başka bir karakterde başarıya dönüşebilirdi bu. Bazen kötü de olsa birinin bizi yansıtmasına ihtiyaç duyarız. Hayko, amcasından bunu beklemez ama amcası olmasaydı, Anahit’le olma ihtimalini sınayacak durumu da olmazdı. Hayko’nun çiçeklere incelikli yaklaşımının değerinde; hayatın, ona bu değerde ince yaklaşmayacağı belliydi.
“Arthur ya da Mahmut” öyküne gelmek istiyorum. Muzipçe yazılmış ama derinliğinde Kafkaesk unsurların yattığı bir tür dönüşüm öyküsü. Kimlik karmaşası etrafında dönen bu hikâyenin çıkış noktasını sormak istiyorum. Seni modern bir “metamorfoz” öyküsü yazmaya iten şey neydi?
Şöyle anlatayım… Kuantumda, Heisenberg'in “belirsizlik ilkesi”ne göre, bir parçacığın momentumu ve konumu aynı anda tam doğrulukla ölçülemez. Buna göre Mahmut bazen Arthur’dur; Arthur da bazen Mahmut… Hikâye konumu Sivas ama Paris de olabilirdi. Arthur, gözünü Sivas’ta Mahmut’un konumunda ve bedeninde açmışsa; Mahmut da 19. yüzyıl Paris’inde Arthur’un konumunda ve bedeninde uyanmış olabilir. Kısmen de olsa kuantumun dolanıklık olgusu da söz konusu. Birbirine benzer parçacıklardan oluşan Arthur ve Mahmut’un arasındaki görünmez bağ dolanık durumda. Sanırım öyküyü yazarken bunlar vardı kafamda. Arthur Rimbaud’un dediği gibi, “Ben bir başkasıdır.” Ve insanın en kolay dönüşebileceği şey başkasıdır. Belki de kendine bu kadar kolay dönüşmez. Bir başkası olarak uyanmak kâbus mudur, özgürlük fırsatı mı? Cevap beklemiyorum, kendime bunu sorduğum oluyordu. Bir sormamda bu öykünün notunu almıştım.
Öykülerin sadece çocukluk ve aile travmalarından oluşmuyor elbet. Bir işçinin metropole tutunma çabasından, edebiyat dünyasının ödüllerine getirdiğin muzip yorumlamaya kadar geniş bir yelpaze söz konusu. Edebiyatın içine toplumsal ya da politik bir eleştiri katmanın neresinde duruyorsun? İsahag Uygar Eskiciyan’a göre edebiyat nedir? Yazmak ne hissettirir? Neler getirir? Neler götürür?
Yayınevinden Patates Jazzı gelince kitabı isimlerini ilk soruda saydığın diğer kitaplarımın yanına koydum. Bir süre de uzaktan seyrettim, narsistçe değil, sorgulayarak baktım. Şu ki altı kitaplık bir serüvenimin olacağı aklıma bile gelmezdi. Niyetim, sadece birkaç şey anlatmaktı. Biri, “yerin altında” olan isimlerinin varlıklarıyla günümüze gelmesini –ne çok istediğim–, bir asır öncesinde sürdüğümüz, kıydığımız insanların hikâyelerini o lanet günler yaşanmamış gibi yazmaktı. Sanırım o altı kitaba kitap eklendikçe de niyetim ve gayretim değişmeyecek. Politik olmaktan çok utanmadır bu, benden öncekilerinin vahşetinden utanmak belki.
Edebiyat? Edebiyat, ben olduğum sürece benle var olacak bir deneyim. Sonrası önemsiz değil ama sonrasına dair kesin bir bilgimiz yok. Ölümden sonra hayatın varlığı hakkında derin kuşkularım var. Mevzu ahret değil. Dünyadaki hayat, acaba şahıs öldükten sonra devam ediyor mu? Bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Ne saçma düşünce değil mi! Sen öleceksin, senle beraber her şey son bulacak. Burada dursun bu.
Bir ara “geleceğin yazarları” gibi soruşturmalar yapılırdı. Birkaç kişi birkaç isme işaret ederdi, etraf alkışlardı. Neden? Çünkü edebiyat artık, “neden iyi bulduğunu bilmediğimiz,” bize “iyi olduğu söylenen” isimlerle doldu. Edebiyat belki de bu, belki her şeyden; romandan, şiirden, öyküden daha önemlisi yayınevi logosudur, ödüldür, kanonun işaret parmağıdır. Uhrevi bir noktaya yerleştirmemek gerekir, nihayetinde ticari bir sektör, dolarla kâğıt alıyorsun.
Kaldı ki gelecek geleceğe kalmayacakken bunun histerisiyle yaşamak için hasta olmak gerek. Çok da abartmamak gerekir yaptığın şeyi. Kendime diyorum, Beckett var, Proust, Queneau var, Tanpınar, Gogol, Dostoyevski, Canetti, Bilge Karasu, Hulki Aktunç var, biraz serin ol, bunlar var… Burada dursun bu.
17 yaşında boyacılık yaptım, Beşiktaş’ta on üçüncü katta iskelede çalıştım, kemersiz, kasksız… Bir kolumda on iki kiloluk şişman tüp vardı, elimde pürmüz, duvarın eski boyasını yakıyordum, 1999’da Güneş tutulmasının olduğu gün, işte ben o zaman kendimi bir şey sanabilirdim, hayatımda sadece o gün buna hakkım vardı. İskeleden indim, kimseden alkış beklemeden banliyö treniyle yirmi kişilik işçi koğuşuma döndüm, dünden kalan makarnayı yedim.
Herkes senin kim olduğunu merak ediyor, yüzünü kimselere göstermiyorsun? Gizemin edebiyatı mı, edebiyatın gizemi mi? Yarattığın bu esrarengiz personanın getirilerini ve götürülerini sormak istiyorum sana. Bir gün okurlarının önüne çıkacak mı Eskiciyan?
Aslında çevrede bayağı kişi görüyor yüzümü, bir gizem söz konusu değil. Ayrıca hiç gizem gibi bir amacım olmadı. Ben, sadece metin harici bilgilerin çok önemli olmadığını düşünüyorum. Kimlik ismim bu şekilde mi diye soranlar ya da nesebimi merak edenler oluyor. Amiyane tabirle; ırkım, tipim ve kimlik bilgilerim neden önemli olsun ki! Birbirimizden borç almıyoruz, senet imzalamıyoruz, üzerimize arsa, ev almıyoruz. Yazıyoruz, okuyan olabilir diye de bu kitaplaşıyor, hepsi bu. Fazlası bana da okura da gerekmez. Bir kitap yayınından yayınevini arayıp “yazarın cinsiyeti nedir,” diye sormuşlar mesela. Bunun edebiyatla ne ilgisi var? Edebiyatı etiketlere sığdırmaya çalıştıklarının bir göstergesi de bu bence.
Getirisi genellikle küfür oluyor… Misal öyküyle ilgili bir şey paylaşıyorum sosyal medyada, anneme küfürler işitiyorum, hakaretleri geçtim artık. Sosyal medya hesaplarımı sık sık dondurmam ondan.
Bugüne kadar reddettiğimiz buluşma daveti üçü beşi geçmedi. Yani okurun karşısına çıkarım bir gün ama yalnız kalmak da var.
Sorularıma verdiğin içten yanıtlar için teşekkür ediyorum. Okura ileteceğin son bir mesaj, bir öneri ya da bir patates pişirme tarifi var mı?
Söyleşi için teşekkürler. [Elma dilimi patates asimilasyondur.]
•