Halikarnas Balıkçısı ve “İnsan Kralı”

Cevat Şakir Kabaağaçlı'nın 1939'da çağımızın bir eleştirisi olarak kaleme aldığı unutulmuş öyküleri, daha doğrusu aynı öykünün iki ayrı versiyonu: “Otomatik Adamlar Fabrikasında Bir Saat" ve "İnsan Kralı"...

Şadan Gökovalı, Halikarnas Balıkçısı’nın Mayıs 1973’te yayınlanan Gençlik Denizlerinde adlı öykü derlemesinin önsözünde “Gazete ve dergilerde kalmış hikâyelerinin kupürleriyle dolu üç çuval varmış bir zamanlar. Bunlardan ikisi bodrum katında rutubetten çürümüş,” diyor. Gençlik Denizlerinde içinde yer alanlar, üçüncü çuvaldaki nispeten okunabilir durumda kalmış öykülerden seçilmiş.

Kitabı okuduktan sonra Tan ciltlerini karıştırırken rastladığım Halikarnas Balıkçısı öyküleri gelmişti aklıma. Acaba bu öyküler kitaplarında yer alan öyküler miydi, yoksa bahsi geçen, rutubetten çürümüşler mi?

Tan’ı, bu sefer Halikarnas Balıkçısı için, baştan sona taradım ve yazarın ilki 7 Ocak 1937, sonuncusu 20 Kasım 1945’te yayınlanmış 93 öyküsüne rastladım.[1] Dahası bu öykülerden 27 tanesi yazarın Bilgi Yayınları’ndan çıkan dört öykü derlemesinde yer almıyordu. Bir heves daldım arşive. Şimdiye kadar Servet-i Fünun, Gündüz, Yedigün, Yeni Gün, Foto Magazin dergilerinde, Tan, Vatan, Anadolu, Demokrat İzmir ve Yeni Asır dergilerinde yayınlanmış fakat kitaplarında yer almayan elliye yakın Halikarnas Balıkçısı öyküsü buldum. Aramaya, yeni yayınlar taramaya devam ediyorum. 

* * * 

“İnsan Kralı bu çağın eleştirisi olarak yazacağım.”[2]

1972 yılında ‘yazacağım’ diyor “İnsan Kralı”nı. Azra Erhat’a yazdığı bir mektuptaysa Fransızca yazdığını ve Türkçeye çevireceğini söylüyor aynı adlı eseri.

Oysa ta 1939’da Tan’da dört gün boyunca tefrika edilmiş aynı adlı bir öyküsü var. [3] Üstüne üstlük bu metnin bir önceki, belki de ilk yazımı Tan’dan bir sene evvel İzmir’de çıkan Anadolu gazetesinde, “Otomatik Adamlar Fabrikasında Geçen Bir Saat” adı ve ‘Fantezi’ üst başlığıyla yine dört gün boyunca yayınlanmış.[4]

Öyküyü okuduğumda Halikarnas Balıkçısı’nın 1972’deki izahatına uygun olduğunu da gördüm; “İnsan Kralı”, tam da çağını eleştiren bir öykü.

“İnsan Kralı”na geçmeden önce Halikarnas Balıkçısı’nın yeniden yazımlarına dair biraz detaya girmek istiyorum. Yine Şadan Gökovalı’nın yukarıda andığım önsözünden:

“Elinizdeki kitap üç yıla yaklaşan bir çalışmanın ürünüdür. Hikâyeyi buluyor, okuyup tamam olduğunu görüyor, daktilo edip götürüyorsunuz… ‘Kafam ve zevkim stabil değildir ki! Bunu değiştirmeliyim!’ diyor. Aynı hikâyeyi üç kez yazdığı çok oldu.”

Gerçekten böyle. Pek çok öyküsünü birkaç kere yayınlamış, hem de bazen sil baştan yazarak. Evet, Halikarnas Balıkçısı’nın yeniden yazımları, öykülerinin yıllar içindeki değişimleri, gelişimleri başlı başına bir çalışma konusu.

Bir örnek vermek gerekirse 15 Haziran 1938’de Tan’da yayınlanan “İnsan” adlı öykü, Gençlik Denizlerinde kitabında yer alan “Açıkların Yolcusu”nun atasıdır. Ancak başı da sonu da oldukça değişik olan öykü, ayrı bir eser olarak değerlendirilmelidir. Ayrıca 1 Haziran 1939’da Foto Magazin’de yayınlanan “Meçhul Diyarın Yolcusu” ve 7 Aralık 1952’de Demokrat İzmir gazetesinde yayınlanan “Meçhul Adanın Yolcusu” adlı öyküler de aynı ailedendir.

Yani 1938’den 1972’ye kadar, otuz dört sene boyunca en az dört kez değişmiş, yeniden yazılmıştır bu öykü.

“İnsan Kralı”nın bir sene arayla tefrika edilen iki versiyonu arasında da önemli farklar var. Anadolu gazetesindeki öykünün ilk paragrafını ve ikinci metnin bu paragrafa tekabül eden bölümünü alıntılarsam ne dediğimi daha rahat anlayacağınızı düşünüyorum.

“Otomatik Adamlar Fabrikasında Bir Saat”in ilk paragrafı şöyle:

“Efendim fen artık ipini ko­parmış, kendini ahırdan dışarı atan atılgan ve toskun boğa gibi paldır küldür ilerlemeye koyulmuştu. İptidai, vahşi insan­ların kafa patlatmak için kullandıkları tokmak, yerini mar­tine, mavzere ve seri ateşli oto­matiklere, terk etmişti. Amerika’da Miçigan (Michigan)’da Up to Date Standard Şirket-i Limited’in son sistem, yüksek tazyikli ve dinamizmli, yalınkat değil fakat katmerli insan imal eden fabrikasını ziyarete gittim. Çünkü ‘Utlubu'l-ilme mine'l-mehdi ile'l-lahdi’[5] derler, ben de taahhütlü posta paketi gibi doğumdan ölüme sıkı fıkı kapalı olarak gidecek değildim a. Gözümü açmak, duyup dinlemek, anla­mak ve öğrenmek istiyordum.”[6]

Bir sene sonra “İnsan Kralı”nı yazarken bu paragrafı oldukça genişletmiş Halikarnas Balıkçısı.

“Dünya artık ipini koparıp te­rakki (ilerleme) yolunda alabildiğine paldır güldür gidiyordu. Geçen yirminci cehalet asrının Fichte, Carlyle, Mazzini, Nietzsche, Treitschke, Kipling, Bergson gibi en ile­ri gelenleri tekâmülün veçhesini hayal meyal sezebilmişlerdi. İçle­rinde Nietzsche ‘İnsanlar ancak tecrübe madde­sidir. Maksat istikbalin büyük ada­mını yaratmaktır. Bu fevkalbeşer (insanüstü) insan ancak disiplin gibi ve bil­hassa geri insanların teşkil ettiği milyonlara baliğ (varan) kütleleri imha gibi çarelerle elde edilebilir,’ di­yordu. Öyle ya, maksat kahraman yetiştirmekti. Kefal balığı bir mil­yon yumurta yumurtlamakla bir tane kahraman ve babacan kefali istihdaf ediyordu (amaçlıyordu).

Geçen yirminci barbarlık asrın­da, mesela individualism Carnegie’lerde Ford’larda tomurcuklanmaya, uç göstermeye başlamıştı. Carnegie’ler Rockyfeller, lakin ancak şeker kralı, demir kralı, pet­rol ve top tüfek kralı olabiliyorlar­dı. Asıl bu asır insan kralını meydana koyarak yirminci bar­barlık asrının sezebildiği fevkalbe­şer kahraman insanı tahakkuk et­tirdi. Tecrübe maddesi olan insan kütlesini ise yaradılış, et ve kemik gibi matluba muvafık (istenene uygun) şekil ve kıyafet verilemeyen, arzuya göre kesilip biçilerek Nasrettin Hoca­’nın kuşuna çevrilemeyen bulut gibi uçucu ve kayıcı bir maddeden yapmıştı. Bağladığın yerde dur­muyordu. Onu adama benzetmeye kalkışmak dumandan, buğudan mermer heykel yapmaya benzi­yordu.

Binaenaleyh insan kralı, tec­rübe maddesi olarak arzu­ya göre yontulan ve biçilen, arzu edilen şekli muhafaza eden, tahta ve oduna müracaat etti. İşte o za­man insanın çok müsait bir tecrü­be tahtası oldu. Tahtadan insanlar elde edilince, gayri matlup geri kütleler kendiliklerinden imha edilmiş bulundu. Bu surette bir taşla iki güvercin vurulmuş oldu.

İnsan kralının Michigan’da “Up to date Standard Men” müessesesini ve insan imalathanesini ziya­rete gittim. Orada et ve kemik in­sanlar gibi yalınkat olarak azami yüzde doksan nispetinde insan de­ğil, fakat katmerli olarak her biri yüzde bin nispetinde son sistem, yüksek tazyikli ve dinamizmli in­san imal ediyorlardı.

Geçen barbarlık asrında “Utlubu'l-ilme mine'l-mehdi ile'l-lahdi” der­lerdi. Ben de yaşıyorum yol alıyo­rum diye kapalı gözlü dolap bey­giri gibi, geçim dolabını döndürüp döndürüp günün birinde hiçbir şey görmemiş olarak nalları dike­cek değildim a. Gözümü açmak, duyup dinlemek, öğrenmek isti­yordum.”

Gelelim “İnsan Kralı”nın neyi, nasıl anlattığına.

ABD'deki fabrikalarda üstün insanların, yani robot yahut androidlerin nasıl imal edildiğini anlatıyor metin. Anlatıcımız yukarıda da gördüğümüz gibi Michigan’daki insan imalathanesini ziyaret eden biri. Bu teknolojiye ve ‘insan kralı’na yabancı. Bir çocuk gibi merak ederek, şaşırarak, sorular sorarak dinliyor fabrikada kendisine anlatılanları.

Sırasıyla âlimlerin, sıradan insanların ve son olarak da sanatkârların nasıl üretildiğini öğreniyoruz. Tabii ki Balıkçı tüm bunları anlatırken insanı, insanın kurduğu düzeni ve inşa ettiği yaşama kültürünü hicvediyor. “İnsan Kralı” başarılı bir satir/hiciv örneği.

Halikarnas Balıkçısı’nın tam da “İnsan Kralı”nı –muhtemelen yeniden– yazacağını beyan ettiği yetmişli yılların başında çalıştığı bir diğer dosyanın “Dünyamızın Başka Bir Dünyadan Görünüşü” ismini taşıması tesadüf olmasa gerek.[7]

Halikarnas Balıkçısı’nın edebi kariyeri boyunca yaptığı şey tam da bu: Dışarıdan bakıyor. Ebeveyn olmaya, eğitim sistemine, şehir hayatına, insanın doğadan kopuşuna… Anlatıcılarını, dahası kendisini dışarıda konumlandırıyor. İstanbul’da değil de Bodrum’da yaşaması, ‘Cevat Şakir Kabaağaçlı’ değil de ‘Halikarnas Balıkçısı’ olması bundan. Aslında kalburüstü bir aile çocuğu, en iyi okullarda eğitim almış, imparatorluk başkenti İstanbul’da büyümüş. Yani içeriyi biliyor. Ancak o içeriyi bildiği, orada bir yeri olduğu halde ‘taşra’yı tercih ediyor. Taşrada kalıp merkeze bakmayı.

Kapitalizmin “Daha daha daha,” diyerek sürekli fazlasını talep etmesini, insanların bir dişlinin çarkları arasında yok olurcasına var etmesini müthiş bir mizahla yeriyor “İnsan Kralı”nda. İnsan kralı… Et kralı, petrol kralı, demir kralı gibi insan kralı... Yani et gibi, petrol gibi, demir gibi meta haline gelen, makineleşen insan... Ve tüm bu makine-insanları üreten, yaratan, Tanrı’yı oynayan insan kralı... İnsanın bittiği yerde başlıyor onun kahramanlık hikâyesi. İnsanın yetmediği anda var ediyor kendisini. Ürettiği makine-insanların daha güçlü, daha söz dinler, daha hızlı oluşlarıyla krallaşıyor.

Anlatıcımız fabrikayı gezdikten sonra dışarıya çıkıyor. Ama gündüz olduğu halde etraf kapkara. Hemen Doktor Tom’a dönüp “Acaba güneş mi tutuldu?” diye soruyor.

Hayır, güneş tutulmamış, fakat güneşin tüm ışığı makine-insanları yaratmak için kullanılmış.

““Biz insan imal etmek için güneşin ışığını istihlak ettik (kullandık). Zaten anadan doğma insanların gı­dası için yaratılış evvela nebatatı peydahlamıştı. Nebatat yaprakları­nın topladığı ışık hidrokarbon ve vitamin oluyordu. Bu pek dolambaçlı bir yoldu. Nebatat güneş ışığı toplayacak da onu yemiş yapacak da insan yiyecek ve büyüyecek… Yahut otu, yoncayı inek yiyecek de süt veya külbastı olacak. Hazmedilecek, imtisas edilecek (emilecek)… Güneş ışığı can olacak. İnsanın kafasında zekâ olacak da ondan sonra para kazanmaya başlayacağız. Ölme eşe­ğim ölme! Yonca bitsin de...

Biz yoncanın bitmesini bekle­medik. Doğrudan doğruya ışıktan insan yapıyoruz, onun için güneşin ışığı söndü.”

Artık ilelebet gündüz olmayacaktı. Mamul (üretilmiş) insanlar zaten güneşi ne yapsınlar? Onlar kapıdan çıkıp karanlıklara dalar­ken, zar zor çiçeklerini açabilmiş bir badem ağacının solup dökülen çiçekleri, gece kar yağarmış gibi ağarıyordu. Bir ateş böceği gayre­te geldi, çaktı, ışıkla karanlığı del­di. İkinci çakışı daha sönük oldu. Gazı tükenen lamba ışığı gibi di­rildi, söndü. Yandı. Yine söndü ve sonra bir daha yanmadı.”

Halikarnas Balıkçısı yine dışarı çıkıyor. Hareket olarak da insanın, insan kralın makine-insan ürettiği fabrikasından, medeniyetten çıkıyor. Can çekişmekte ve gitgide ölmekte olan doğada bitiriyor öyküsünü.

“İnsan Kralı”nın ve kitaplaşmamış, gazete ve dergi ciltlerinde unutulmuş tüm öykülerinin günün birinde kitaplaşmasını dilerken[8] sizleri Balıkçı’nın Servet-i Fünun/Uyanış dergisinde yayınlanan yine satirik bir ‘fantezi’siyle baş başa bırakıyorum. Bu sefer insanlar makineleşmiyor ama keder ve sevinçler motorize hale getiriliyor.  

 

MOTORİZE KEDER MOTORİZE SEVİNÇ [9]

 

Motorizasyon Enstitüsü Rek­törü Doktor Frakfon Gombinen izahat veriyordu.

“Mademki her şeyi motorize etmeye karar verdik, bittabi kaderi de sevinci de motorize etmek mecburiyetindey­dik,” dedi. Bana şeffaf kristalden boncuğa benzer küreler göstere­rek “İşte bunlar suni gözyaşlarıdır. Evvelce doğum ve düğün günlerinde eşe dosta kutu kutu bonbon gönderilirdi. Şimdi ölen bir tanıdığın hısım ve akrabasına bir kutu gözyaşı gönderilir. Gönderilecek gözyaşlarının sayısı ölen adamın soy sopuna ve içtimai merdivendeki yüksekliğine göre tayin edilir. Bu büyük bir edep, terbiye ve etiket meselesidir. İnsan bir çıkarı olana topu topu iki gözyaşı, fakat mahalle süprüntücüsüne iki yüz gözyaşı gönderirse kopacak skandalı bir düşün. Müşterilerimizi bu gibi pot­lar kırmaktan korumak için ne­zaket ve etiket mütehassısımıza adamına göre gönderilecek gözya­şı dozajını tayin eden bir liste tan­zim ettirdik. Sulfata kutularının içlerine konulan ve yutulacak hapların adedini tayin eden liste­lere benzeyen bu cetveller, her kutuda vardır. Azami sayı bindir. Bundan fazlası pek ayıptır. Çünkü malûm a, sevgide de, sevinçte de, dostlukta, hatta yalan dolan ve kârda da itidali aşan aşırılık hem bir edepsizliktir. Hususi ve şahsi istihlake (kullanıma) ait olan bu gözyaşlarından maada (başka) her yeri bir metre kutrunda (çağında) bir de iç­timai gözyaşı imal ederiz. Bitta­bi içtimai gözyaşları ancak iane suretiyle toplanan parayla satın alı­nır. Para ile kedere iştirak ise, bir şirketin hisse senetlerini alıp sermayesine iştirakten çok daha sıkı fıkı bir iştirak manasını ifade eder. Çünkü faiz beklenmez, malûm a, kedere iştirak ile zail olur (ortadan kalkar). Augsburg zelzelesinde birçok insanın öldüğünü ve birçoklarının da sa­kat ve kötürüm kaldıklarını belki duymuşsunuzdur. Artık böyle bir felaketin üzülecek yeri kalmamış­tır. Çünkü eş dosttan hususi suret­te gelecek gözyaşlarından maada, felaket mahalline serilecek çarşaf kadar bir içtimai medenilik üzeri­ne babacan bir içtimai gözyaşı oturtulur. Kötürümler ona baka baka ve ‘Aman kederimize amma da çok iştirak ediliyor!’ diye bağıra bağıra teselli bulurlar. Bu husustaki endüstrimiz öyle tekâmül etmiş ve öyle bir vüsat (genişlik) bulmuştur ki bütün beşeriyeti topyekûn mahveden bir felaket olsa, kederi topyekûn karşılayacak ka­dar bollukta gözyaşı miktarını, alimallah postada piyasaya şarıl şarıl döküveririz. İçtimai gözyaşlarından maada bir de beynelmilel yani arsıulusal (uluslararası) gözyaşları imal ederiz. Bu gözyaşları devletler tarafından sipariş edilirler. Boyları beynelmilel kanun ve protokole göre tayin edilir. En küçük had yani prensliklerin gözyaşları iki metredir. Kralların gözyaşları beş metredir. Emperiyal gözyaşları ise yirmi metre kutrundadır. Bunlar Krallarını veya İm­paratorlarını kaybetmek felake­tine uğrayan devlete gönderilirler ve büyük merasimle ölen hükümdarların kabirleri önüne konulur. Bunların boyları dikkatle ölçülür. Bu ölçüler dış işleri nezaretleri arasında bir tür şifahi ve tahriri notaların teatisine sebep olur.

Büyük Madikistan İmparatoru Beşinci Filipikos ölünce Taponya İmparatoru tarafından gönderilen emperiyal gözyaşının vazı mera­simindeki kazayı belki hatırlarsınız. Mozole bir tepedeydi. Emperiyal gözyaşı kara matem kam­yonları tarafından yokuş yukarı çekiliyordu. Tam yokuşun tepesine varılırken kamyonların üçü dördü pan yapmasınlar mı? İlk ön­ce gözyaşlarının ardı sıra yürüyen ve büyük imparator Beşinci Filipikos’un şahsiyet-i maneviyesinin huzurunda eğilmeye gelen sürü sü­rü diplomatları ezdiler. Sonra han hamam, dükkan apartman velha­sıl ne çıktıysa topunu da tuzla buz ederek denize doğru yollandılar. Hemen Taponya İmparatorluğu dış işleri nezareti (bakanlığı) emperiyal gözyaşının fazla teessürden (üzüntüden) boşanıp akmış olduğunu ve bundan dolayı gözden taşınca, fıskiye gibi hava­ya fırlamayıp her akan gözyaşı gibi yanak üzerinden aşağıya yu­varlandığını, bu hadisenin ise Ta­ponya İmparatorluğu tarafından duyulan keder ve acının ne kadar derin ve samimi olduğunu bir kat daha ispat ettiğini ve emperiyal mozoleye Taponya tarafından bir ikinci gözyaşının gönderilememesi, artık ağlaya ağlaya Taponya dev­letinin gözlerinin kuruduğuna de­lalet ettiğini uzun bir notayla bil­dirdi. Halbuki Taponya maliyesi bu taziye notası kadar gür değildi. İkinci bir emperiyal gözyaşının satın alınamamasının asıl sebebi de bu idi. Bu notayı yazan dış işleri müsteşarı bu notada gösterdiği be­ceriklilik dolayısıyla hemen dış iş­leri nazırı oldu.

Gözyaşlarından maada cebe sı­ğacak elektrik cep feneri ebadında çok pratik ve portatif vah vah aletlerimiz vardır. Düğmelerine basılınca ‘Vah! Vah!’ diye feryada koyulurlar, elbette bilirsinizdir. Duygular baş­lıca sevinç ve acı diye ikiye ayı­rttırlar. Musikide diyez sevinci be­mol ise acıyı ifade eder. Bu vah vah aletlerimiz bemolden öter­ler. Bunların düdüklerinin modelini meşhur tenor Giacomo Ranusgo’nun Napoli müzesinde mahfuz (saklanan) gırtlağından kopya ettik. ‘Vah! Vah!’ deyişinin örneğini de alaturka mu­sikisinden aldık. Çünkü şarkta hep ‘Ah, vah, el aman, aman, eyvah, vah vah vah, heyhat yandım aman!’ diye tutturulur.

Ölen bir adamın akraba-i taallukatından (yakınlarından) bir avanta umuluyorsa gözyaşı kutusuyla bir de bir numa­ralı portatif bir vah vah aleti gönderilir. Gözyaşı kutuları ve vah vah aletleri, gönderenlerin kartvizitleriyle beraber ölenin tabutu etrafına dizilir. Başın sağ olsun demeye gelen ziyaretçiler gözlüklerini takıp kimlerin gözyaş­ları ve vah vah göndermiş olduk­larına merakla dikkat ederler. Gön­derilen gözyaşlarının sayısı gerek umumi gerekse hususi toplantılar da günlerce dedi kodu mevzuu olur.

Ekseriya resmi bayramın ertesi günü resmi matem günü olur. İn­san mart havası gibi dakikadan dakikaya çıldırtıcı sevinçten inletici kedere değişemez a. Bilirsiniz ki pratik paltolar vardır. İçi yağmurlu hava için empermeabl (yağmurluk) dışı da kurak ayaz için yünlüdür. İnsan havasına göre içini dışına ve yahut dışını içine giyebilir. Ma­tem gününü hemen takip eden şenlik günü için vah vah aletle­rimizi şanzımanlı yaptık. Vah vah aletleri tamamen tersine ayar edi­lince bayramlarda seyranlarda kul­lanılmak üzere ‘Hah! Hah! Haah!’ diye kahkaha aletleri olurlar, yal­nız ayarlamayı unutmamak lazım­dır. Çünkü misafirlikte birisi ‘Ko­cam öldü,’ derse ve misafirin bi­risi cebindeki ayarsız alete vah vah ettirmek maksadıyla düğmeye basınca alet, ‘Aman ne iyi olmuş, gözün aydın… Hah! Hah! Hah!’ diye makaraları salıverirse kopacak skandalı bir tasav­vur edin. Vah vah aletlerimizi de hususi, içtimai ve beynelmilel ol­mak üzere üç boyda imal ederiz.

Ayar hatası dolayısıyla Çatonya İmparatoru Sa Majeste Ala hazreti hümayunun veliahdı dünyaya gel­mekle bütün Çatonya halkını bahtiyar kıldıkları gün emperiyal ‘Hah! Hah! Haaah!’ aleti dört yüz mil öteye top gibi patlayan bir kahkaha salıvereceğine alaturka musiki gibi ‘Ah, aman, el aman, kara bahtıma yandım,’ diye uluya uluya bütün Çatonya’nın dağını ta­şını inim inim inleterek güzelim sükûtun ırzına geçmez mi? İşte o zaman Çatonya merasim müdürü kederinden harakiri ifa eyledi.”

Ben Doktor Frank Gombine’nin sözlerini bal ile kestim.

“Pekâlâ bu billur gözyaşları, bu vah vahlar ve hah hahların hepsi de suni değil mi?” diye sor­dum.

Doktor “Sualiniz çok tuhaf,” dedi. “Elbette ki gözleri de vah vahlar ve hah hahlar da sunidirler. Fakat bundan ne çıkar? Biz bun­ları imal etmezden evvel gözden dökülen gözyaşları, ağızdan savru­lan vah vahların çoğu suni değil miydiler? Hususi ve şahsi gözler ve gırt­laklar marifetiyle –hem de ne güç­lükle– imal edilen kedere mukabil biz seri halinde matem imal edi­yoruz. Bunları çok ucuza mal edip sattığımız için mükedder (kederli) olması lazım gelenlere büyük bir kolaylık oluyor. Sonra ne kadar az da olsa bu gözyaşı para mukabilinde satın alınıyor. Binaenaleyh gözle bedava dökülenlerden daha samimi oluyor­lar. Sorarım size, gözle döktüğümüz gözyaşları kaç para ederler? On para bile etmezler, değil mi ya? Bunların her biri yirmi paradır. Bundan maada affınıza mağruren size ehemmiyetli bir tavsiyede bulunacağım. Sakın ha bu gözyaşla­rının suni ve sahte olduklarını dı­şarıda iddiaya kalkışmayınız. Her­kes bunların suni ve sahte olduk­larını pekâlâ bilir. Fakat suni ve sahte olduklarını söylemek terbiye, nezaket, hatta haysiyet ve namu­sa mugayirdir (aykırıdır). Böyle bir iddiada bulunmak küstahlığını irtikâp eder­seniz (yaparsanız) sizi hiç de suni olmayan ta­bii tükürüklere boğarlar,” diye ilave etti

İzahatının burasında durup istira­hat etti. Sonra da bir bardak bira içerek şöyle devam etti.

“Bu ke­derle, tabii kederin hangisinin da­ha kuvvetli olduğuna gelince… Bakı­nız! Bir keder kuvveti bir kişinin bir saniyede bir orta sıklet kederle kederlenmesidir. Bir keder kuvve­tindeki bir numaralı vah vah makinamızı, horoz döğüşlerinde yapıldığı gibi açlıktan can çekişmekte olan bir adamla yarışa çıkardık. Bizim mamul (üretilmiş) bir keder kuvvetimize mukabil, herifte sizin samimi dediğiniz bin keder kuvve­ti vardı. Cihazımızı herifin yüzüne karşı vah vah derken, herifin beti benzi attı, gözleri çukurlaştı. Sonra da kan yüzüne fırladı. Neşe­li bir kahkaha salıverdi ve nalları dikti. Demek ki bizim vah vah aleti herifin kederini yenmeye kalk­mamış, fakat onu neşeye bile çevir­mişti. Bittabi her sporda olduğu gibi bu yarışta da ezkaza ölümlerden dolayı kimseye mesuliyet terettüp etmez (gerekmez). Hakem vah vah ciha­zının galip çıktığını ilan etti. Bu husustaki mamulatımızın üstünlü­ğü canı ile ispat etmiş olan o ada­mın çoluk çocuğuna caba olarak birkaç tane portatif vah vah aleti dağıttık.”

Sözün burasında bana hediye vermiş oldukları vah vah aletinin düğmesine bastım. Alet müthiş bir kahkaha salıverdi. Doktor Gonıbinen’in yanından ayrılırken doktor “Ben size ayarına dikkat ediniz demedim mi?” dedi.

• 


[1] Altmışın üzerinde de öykü çevirisi var Balıkçı’nın Tan’da. Cevat Şakir’in çevirileri de Can Yücel’inkiler gibi, onun kendine özgü dilini, mizahını ortaya koyuyor. Bu yüzden de bir gazetenin ‘her gün bir öykü’ köşesinin sıradan işleri olarak değerlendirilmemeli zannımca.

[2] “Halikarnas Balıkçısı”, Milliyet Sanat Dergisi, 8 Aralık 1972

[3] “İnsan Kralı”, Tan, 11-14 Temmuz 1939

[4] “Otomatik Adamlar Fabrikasında Geçen Bir Saat”, Anadolu, 28 Mayıs-2 Haziran 1938

[5] “Beşikten mezara kadar ilim talep edin.” Hadis-i Şerif

[6] Bu ve bundan sonraki alıntılarda anlamının bilinmeyebileceğini düşündüğüm kelimelerin hemen yanlarında parantez içinde güncel karşılıklarını yazdım.

[7] Ne yazık ki “İnsan Kralı”nın son/yeniden tasarlanmış-yazılmış hali gibi “Dünyamızın Başka Bir Dünyadan Görünüşü” de bugün elimizde değil.

[8] Bulduğum öyküleri bilgisayara geçirip dört ay kadar önce Halikarnas Balıkçısı’nın eserlerini basan Bilgi Yayınları’na gönderdim. Tüm bu metinler yazarın varisleri ve yayınevinin ilgisine mazhar olacakları mutlu günü beklemektedir.

[9] Servet-i Fünun/Uyanış, sayı: 2459, 20 Nisan 1944 (“İnsan Kralı” böyle bir yazının ardına eklenmek için çok uzundu. Bu yüzden yazarın benzer bir kalem ürününü, yine ‘fantezi’ üst başlığıyla okuyucuya sunulan bu hicvi paylaşmayı seçtim.)