Bazı kelimeleri, bazı ifadeleri, bazı kavramları, ısrarla üstlerine giderek, her işittiğimizde düzelterek, kullanmamakta ve kullandırmamakta ısrarcı olarak “telaffuz edilemez”, “bir daha ağza alınamaz” hale getirmeliydik
25 Ekim 2015 14:00
Sayamayacağım kadar çok sebepten, ama galiba en çok, işin erbaplarının “ince ayar”, “rötuş” ya da “cila” dedikleri ve genç romancılara yazarken değil yazma işini bitirdikten sonra yapmalarını öğütledikleri şeyi yazarken yapmakta ısrarcı olduğum için bir türlü son noktasını koyamadığım romanımla uğraşıyordum. Yine, hâlâ.
Aslında kitabın sonlarına epey yaklaşmıştım. Bin kere işittiğim o haklı ve bezdirici “Bitiyor mu artık?” sorusuna nihayet gerçekten, mutlulukla ve kendimi kandırmadan “evet” cevabını verdi verecek haldeydim. Bulantılı sandal yolculuğunun sonuna yaklaşmıştım, karşı kıyının ışıkları görünüyordu. Hesaplarıma göre kitabın bitmesine üç bölüm kalmıştı. Sadece üç bölüm. Üç bölümcük. Uzunca bölümlerdi, evet, ama çok düşündüğüm, çok hayal ettiğim, senelerce kafamda yaza yaza yazmış kadar olduğum için hiç gözümü korkutmayan bölümlerdi. Sıraları geldiğinde zahmetsizce döktüreceğimi biliyordum, ki aslında bir bakıma bütün kitabı o üç bölümü yazabilmek için yazmıştım ve işte, artık, nihayet, sıraları gelmişti.
Geçen sene, bu zamanlardı.
Bir arkadaşımın evindeydim. O da bir kitap yazıyordu, ama benden farklı olarak işin sonlarında değil, başlarındaydı. Bitmesine ramak kalmış bir kitabın verdiği heyecanla yeni başlanmış bir kitabın verdiği heyecan benzeştiği için olsa gerek, ara ara birbirimize sesli olarak yazdıklarımızı okuyorduk. Aslında uzun zamandır yaptığımız, yapmayı sevdiğimiz ve özlediğimiz bir şeydi bu: “Biraz okuyayım mı?” derdim ben bazen, o sırada yazdığım şeyden duyduğum anlık ve geçici memnuniyetin sarhoşluğuyla; o da işini gücünü bırakır, bana döner ve okuyacaklarımı kesinlikle çok beğeneceğine beni hemen ikna eden bir gülümsemeyle “Oku hadi!” derdi. Ben onun beğenmezse dürüstçe söyleyeceğini bilirdim. O benim beğenmezse üzülmeyeceğimi, en azından üzüntümü belli etmeyeceğimi bilirdi. Alınganlık, kıskançlık, rekabet gibi arkadaşlık çürüten duygulardan ikimiz de arınmıştık –ne kadar arınılabilirse. Rahattık.
Romanımın sondan üçüncü bölümünün o gün, o evde hararetle yazdığım ilk paragrafını arkadaşıma okumaya hazırlanırken, birden yazdığım paragraftaki bir ayrıntının kitabın çok başlarda kalmış bir bölümündeki bir ayrıntıyla uyuşmadığını fark ettim (kahramanlardan birinin yaşını küçültmem gerekiyordu). “Boşver, boşver...” dedi içimde hep öğüt vermeye hazır halde bekleyen olgun yazar, “Sakın döneyim deme şimdi oraya, bir kenara not al, geç... Sonra dönüp düzeltirsin.” Ama bunu yapamayacağımı biliyordum: Böyle bir pürüz benim için gözüme batıp duran kirpik gibiydi, hemen kurtulmalıydım. Koluma konup duran karasinek gibiydi, ezip rahatlamalıydım. Öte yandan, halimin sırf düşürdüğü bozuk parayı bulmak için katettiği onca yolu geri tepmeyi göze alan bir eski zaman şaşkınının haline benzeyeceğini, benim gibi yazan biri için o ilk bölümlere dönmenin felaket demek olduğunu da biliyordum... Ama yapamadım işte. “Madem dönüyorsun, fazla kurcalama o zaman,” diyordu içimdeki ses şimdi de, “eşelenme, oraları çoktan yazdın bitti, geç artık, neyi düzelteceksen düzelt ve oyalanmadan kaldığın yere geri dön hemen.”
Tabii ki olmadı. Aradığım yeri buldum, kitapta çok da hayati bir rolü olmayan mahzun yan karakterimin yaşını (49) küçülttüm (44) ama tekrar asıl işime, yani kitabın mutlulukla yazdığım sondan ikinci bölümüne dönmek yerine, tembel tembel o çoktan yazıp bitirdiğim bölümü okumaya başladım. Daha önce de defalarca başıma gelmiş bir şeydi bu, az sonra ne olacağını adım gibi biliyordum: Yazdıklarımı beğenmeyecektim. Kötü, bayat, sıkıcı, vasat, fazla cilalı, yapay, aptalca, sahte, anlamsız, fazla duygusuz, fazla duygulu, acemice, gösterişçi ya da baştan savma bulacak ve hep olduğu gibi hızla şu iki ölümcül hatadan birinin bataklığına gömülecektim: 1. Kitaba inancımı, kendime güvenimi, çalışmaya hevesimi kaybetmek, büyük bir yenilgi duygusuyla sandalyemden kalkmak ve küçük sefil depresyonumu yaşamaya başlamak, 2. Her şeyi, bütün kitabı yeni bir kararlılık ve taze bir bakışla en baştan ele almaya, sıfırdan düşünmeye, hatta silip baştan yazmaya karar vermek. Kitabın erken bölümlerini yazmış eski halimle karşılaşmak eğri büğrü bir lunapark aynasına bakmak gibiydi benim için –kusuru aynada değil, kendimde bularak.
Ama (hatırladığım kadarıyla ilk defa) başka bir şey oldu: Yazdıklarımı beğendim. Capcanlıydı. Cümleler üzerlerinde uğraşılmış cümlelerdi, ama tıpkı büyük zahmetle dikilmiş sade bir elbisede olacağı gibi, uğraşılmışlıklarını gizlemeyi başarmıştım. Tek bir cümleye, yan cümleciklerini hantallaştırmadan, virgül yağmuruna tutmadan, özneyle yüklem arasına gerili çıtkırıldım bir köprüye döndürmeden, aynı anda usul usul bir sürü iş yaptırmayı becerebilmiştim. Acıklıydı yazdıklarım (yapması zor bir şey), ama komikti de (hep söylendiği gibi, asıl zor şey). Lafı uzatmıyordum. Hep yazmak istediğim, tam yazmış olmayı isteyeceğim gibiydiler. İnanamıyordum, şaşkınlık içindeydim. Mutluydum.
O küçük, ender, zararsız narsisizm anına teslim olup bir mutluluk sigarası yaktım. Gayet iyi biliyordum: Vaktini yazması gerekenleri yazmaya vermek yerine çoktan yazmış olduklarını okumanın şekerli zevkini tekrar tekrar tatmakla harcayan ekâbir yazarlardan biri gibiydim ben de o sırada (bütün ömürlerini tek bir kitaba gömer, o kitabı da bitiremez, sonra o muhteşem başarısızlıklarıyla tuhaf efsanelere dönüşürler). Ekrana değil pencereden dışarı bakıyor, kendimden memnuniyetin köpükleri içinde, tatlı bir iradesizlikle, dünyanın bütün zamanı emrimdeymişçesine keyif çatıyordum. (Başka bir arkadaşımın, başka bir zaman, başka bir evde “ağlamak”la ilgili söyleyeceği şeydi yaşadığım: “Ego orgazmı”). Ama mutluydum işte, ki bu da önemli bir şeydi. Kendimi kandırdığımı zannetmiyordum –kandıramayacak kadar acımasızdım kendime karşı. Beğenebildiysem, ben bile beğenebildiysem, yazdıklarım hakikaten güzel olmalıydı. Uzun zamandır ilk defa hissettiğim bir “başardım” duygusunun benzersiz (“ve zavallıca...” diye ekliyordu içimdeki olgun yazar) mutluluğunu yaşıyordum.
“Biraz okuyayım mı?” dedim.
O gün bir türlü kitabının havasına giremediğini ve iyi yazamamaktan biraz bunaldığını bildiğim arkadaşım, yüzünde tam zamanında teneffüs zili çalmış gibi bir ferahlamayla bana döndü ve “Oku hadi!” dedi.
Öksürdüm, yutkundum, o çok beğendiğim üç sayfayı en teatral sesimle masamdan masasına doğru tadını çıkara çıkara okudum. Baştan sona, tam dinlemesini istediğim gibi dinledi okuduklarımı (benim onun nasıl dinlemesini istediğimi çok iyi bildiği için ustaca rol mü yapmıştı, tam emin olamadım, ama böyle şeyleri vesveseye çeviremeyecek kadar iyi hissediyordum o sırada kendimi). Güldü, hüzünlendi, etkilendi, bazı cümleleri durdurup tekrar okuttu (dinleyiciler satırların altını böyle çizer). Ne kadar beğendiğini, kitabın sonunu çok merak ettiğini ve küçük bir yutkunmanın (âdem elmasının inip çıkışını ağır çekimde seyrettim) ardından, “hatta, evet, azıcık kıskandığını” söyledi.
Teşekkür ettim ve bir zafer sigarası yaktım.
Odaya birkaç saniyelik mükemmel bir sessizlik çöktü.
“Ama ‘gâvur ölüsü’ deme...” dedi.
Düşünceli düşünceli sigarasını tüttüren iyi yazardım ben; neyi, nerede, nasıl diyeceğimi gayet iyi bilirdim. Kendime güven soluduğum fanusumun içinden, az önce kıskanılmış olmanın tatlı sersemliğiyle, düşünmeden verdiğim cevap, o haklı ve yorgun (ve romancıları salak hakaret davalarında şipşak beraat ettiren) klişe olabildi:
“Ben demiyorum ki, karakter diyor...”
“Olsun, o da demesin,” dedi, “‘gâvur ölüsü’, ‘ibne’, ‘pinti Yahudi’... Çıkar bunları lûgatından.”
Kendi yazdıklarında pek göstermediği bir hassasiyeti bekliyordu benden. İçimden bir an “Kıskandı, ondan...” diye geçirmeden edemedim. “Kusur icat edip rahatlamak istiyor...”
“Ama o ‘gâvur ölüsü’ diyen bir karakter,” diye açıklamaya giriştim, “ben de onu öyle bir karakterin konuşacağı gibi konuşturuyorum... Karakterlerin kendi sesleriyle değil de yazarın sesiyle konuştuğu romanları ikimiz de zayıf bulmuyor muyuz?”
“Hayır...” dedi, zanaatın incelikleriyle ilgili garip bir sırra vakıfmış ve bu sırrı şimdi bana açıklayacakmış gibi, ki sigaramın sonuna gelmiştim, kısa narsisizm nöbetim geçmişti ve böyle bir sır vermesi gözüme çok da ihtimal dışı görünmüyordu. Kulak kesildim.
“Okuyucuya hem güven hem de güvenme,” dedi, “karakterle yazarı birbirine karıştırabilir...”
Bu muydu sorun? Benimle değil, okuyucularla ilgili bir şey miydi?
“O okuyucunun sorunu...” diyecektim, vazgeçtim. Okuyucu velinimetimiz olduğundan değil, ki aslında bir açıdan elbette velinimetimizdi, bende, kitabımda, kitabımın üzerine kurulu olduğu roman anlayışında, “roman anlayışı” gibi laflara sinir olsam da, işte romanımın öyle değil de böyle bir roman oluşunda gözümden kaçan büyük, temel bir yanlışlık olabileceğini hissettiğimden.
“Karıştırırsa karıştırsın...” dedim, demin gerçekten hissettiğim kendime güveni şimdi elimden geldiğince sahici bir şekilde taklit etmeye çalışarak. “Benim bir yazıda ‘gâvur ölüsü’ demem kabahat olur, bunu anlıyorum, ama bir romanda insanların böyle laflar ettikleri, edebildikleri, böyle lafların da olduğu bilgisini gizlemek, bu bilgiyi sansürlemek de bir romancı kabahati olmaz mı?”
Sansür hamlemin onu köşeye sıkıştıracağını düşünmüştüm. Ama tınmadı.
“Romanını bilgi ya da ders vermek için mi yazıyorsun sen?”
Bir sigara daha yaktım.
Allah aşkına, rica ediyorum, lütfen: Olay 1948 İstanbulu’nda geçiyordu ve Cemaleddin isimli (49 değil, 44 yaşında) bir mahalle terzisinden bahsediyorduk. İki katlı bir bina vardı, alt katı Cemaleddin’in terzihanesi, üst katı da anlatıcı kahramanımızın kısa bir süre yaşadığı bekâr eviydi. Bir akşam Cemaleddin genç kahramanımızı yardıma çağırıyordu. Diyordu ki: “Gel yardım et de şu dikiş makinesini duvarın önüne çekelim, tek başıma kaldıramıyorum, mübarek gâvur ölüsü gibi...” Tabii mealen (cümlenin aslı daha canlı, daha güzeldi). Bu kadar. Meseleyi abartmıyor muyduk sanki biraz?
“Elbette hayır...” dedim, “Ama o karaktere bugün siyaseten doğrucu olmak için ‘gâvur ölüsü’ dedirtmemekle, idam cezasına karşı olduğum için 16. yüzyıl Osmanlısı’nda geçen bir hikâyede zındık kahramanımı idam ettirmemek aynı şey gibi geliyor bana... Saçma.”
“Siyaseten doğruculukla alakası yok...”
“Nasıl alakası yok canım...”
Vardı bence ama emin de olamıyordum ve gittikçe geriliyorduk. Masamdan uzaktaydım şimdi, romanımdan daha da uzakta. Onun gittikçe düşen suratı, benim cevap yetiştirme telaşım, pekâlâ serinkanlı bir “fikir tartışması” halini alabilecek konuşmamızı hızla tatsız bir didişmeye çeviriyordu. Haklı ve vicdanlara hitap eden repliklerin ona, yanlış ve sonunda çürütülecek fikirleri geveleyen lafların da bana yazıldığı didaktik bir piyese hapsolmak üzereymişiz gibi hissediyordum. Odaya çöken gerginlik bulutunun içinde, deminden beri yürüttüğüm aceleci mantığı ayak izlerimi geriye doğru takip eder gibi gözden geçirmeye çalışırken, hafızam imdadıma arkadaşımın da çok sevdiğini bildiğim John Updike’ı yetiştirdi. 1950’lerle 1970’ler arasında yazdığı erken dönem hikâyelerini topladığı The Early Stories’in önsözünde, hikâyeleri yayına hazırlamak için (2002 yılında) tekrar okurken yaşadığı bir kararsızlıktan söz ediyordu Updike. Birkaç hikâyede “negro” (zenci), birkaç hikâyede de “fairy” (eşcinsel erkekler için kullanılan aşağılayıcı bir kelime) geçiyordu. Kelimeleri olduğu gibi bırakmak mıydı doğru karar, daha kibarlarıyla değiştirmek mi? “...elimde kurşunkalem, birkaç zorlu dakika boyunca düşünüp taşındıktan sonra kelimeleri değiştirmeden bıraktım,” diyordu Updike, “erkek, heteroseksüel ve kafası biraz karışık kahramanımın bilinç durumuna uygun düşen böylesiydi çünkü.”
“Hazret birkaç dakika değil de birkaç saat düşünseymiş keşke...” dedi arkadaşım –ikiyüzlü okuyucum, benzerim, kardeşim.
“Bir şey fark etmeyecekti ki, bence aynı şeyi yapacaktı yine...” dedim.
“Bak...” dedi tekrar bana dönerek, kaşları düşük, sesi bezgindi, “Updike’la aranızdaki fark şu: Sen 1940’larda geçen bir romanı 1940’larda değil 2010’larda yazıyorsun. O ise 1950’lerde geçen ve yine 1950’lerde yazdığı hikâyeleri 2000’lerde düzeltiyor. Görüyor musun farkı?”
Hayır, göremiyordum. İkisi aynı şeydi: Anlattığı zamanla yazıldığı zaman aynı da olsa farklı da, hikâye bugün okunacaktı, bütün mesele buydu ve eğer bugünün okuyucusunu gözeterek yazacaksak... işimiz vardı. Yarının okuyucusu da bugünün okuyucusundan farklı olacaktı çünkü, hassasiyetler, doğru-eğri anlayışı, bağlam, zamanın ruhu (adına ne dersek diyelim) hiç durmadan değişecekti. “Gâvur ölüsü” lafını silmekle bitmeyecekti iş. Gün gelecek, bu sefer şimdi gözümüze masum görünen, arkadaşımın dikkatini çekmeyen bir başka laf lûgatlardan defedilmesi gereken bir ifade olarak görülmeye başlayacaktı. Ne yapacaktık? Beş-on senede bir kitaplarımızı yeni hassasiyetlere, yeni doğru ve yanlışlara göre ayıklayıp, düzeltip, sterilize edip baştan mı yayımlayacaktık?
Saçmaydı. Haksızdı. Haklıydım.
Ama bir yandan da iki kelimeydi alt tarafı işte –üç koca sayfada iki kelimecik. Bir rahatsız edicilikleri varsa vardı ve bu gerçeği de göz ardı etmek istemiyordum. Elizabeth Bishop’ın, bir mektubunda, “en iyi arkadaşı” Robert Lowell’ı şiirlerinde özel hayatının ayrıntılarını olduğu gibi, başkalarının mahremiyetini ihlal edecek şekilde kullandığı için eleştirirken söylediği şey geliyordu aklıma: “...sanat bu kadarına da değmez”. Üstelik benim kelimelerim bile değildi, “gâvur ölüsü” lafına hiçbir özel bağlılığım yoktu (“müziğini seviyorum” diyecek cesaretim de yoktu), “belim koptu” dedirtiverirdim terziye olurdu biterdi. Ya da daha iyisi: “Lenduha” (gerçi nemelazım, ona da sicili temiz mi diye sözlükten bir bakmak lazımdı). Ya da hiçbir şey demezdim, “...tek başıma kaldıramıyorum” diyebilirdi Cemaleddin sadece.
“Neyse,” dedim, “‘lenduha’ yapalım da olsun bitsin, senin hatırını mı kıracağız...”
Odanın ortasında sehpa gibi bir şey vardı, sehpanın üstünde de yılbaşı süsü mü oyuncak mı anlayamadığım, üstüne öfkeli bir surat çizilmiş, kumaştan bir top. Azıcık havayı yumuşatmak için suratlı topu elime aldım, Hamlet gibi havaya kaldırdım. Ama aklıma diyecek anlamlı bir şey gelmedi.
“Amatör bir kumpanyayız, bütçemiz kısıtlı maalesef,” dedim topu gösterip, “ancak bunu bulabildik.”
Gülmedi. Duymadı bile.
Derin bir nefes aldı, “Neyse, sen bilirsin...” dedi ve işine döndü.
Ben de masama, romanımın başına oturdum ve aralarda muzip bir sürrealistin kafamın içini temsil etsin diye elinin altındaki kumaşlarla yapıverdiği manidar bir nesneye benzeyen topla bakışarak, akşam karanlığı çökene kadar o terzihaneli bölümün içinde eşelendim durdum.
Gâvur ölüsü: Zaferle sonuçlanan kanlı bir muharebede kelle koltukta saatlerce kılıç salladığı yetmezmiş gibi bir de akşam akşam düşman cesetlerini meydandan kaldırma emri almış yorgun bir Osmanlı piyadesinin dört yüz-beş yüz sene önce ettiği bir laf olmalıydı bu. Taşıması zûl gelen ölü daha bir ağır oluyor... demek istemişti herhalde. Bir zamanlar somut bir temeli olan ama gittikçe anakronikleşmiş ve komikleşmiş bir korku ve nefretin (Haçlılar!) dilde, şimdi benim romanımı yazdığım dilde bıraktığı bir lekeydi “gâvur ölüsü”. “Halk deyişi” ya da “folklorik zenginliklerimizden biri” diye masumlaştırılmış, kültür denen şeyi yere dökülüp içinde neler varmış diye bakılacak değil gurur ve vazife duygusuyla olduğu gibi sırtlanılacak ağır bir çuval gibi gören milliyetçi yazarların da tekrar ede ede dillere iyice pelesenk ettikleri berbat bir laftı. Tamam. Ama ben böyle lekelerle nasıl başa çıkılabileceğini bilmiyordum. Dil böyle bir şeydi işte, nokta. “Anamızın ak sütü gibi” temiz değildi, “beyaz lisan” beyaz değildi. Yarım yamalak okuduğum Alain Badiou’nun bir yerlerde “iyi terör” diye bir şeyden bahsettiğini hatırladım: Bazı kelimeleri, bazı ifadeleri, bazı kavramları, ısrarla üstlerine giderek, her işittiğimizde düzelterek, kullanmamakta ve kullandırmamakta ısrarcı olarak “telaffuz edilemez”, “bir daha ağza alınamaz” hale getirmeliydik. Anlıyordum elbette ve ben de gündelik hayatta elimden geldiğince bunu yapmaya çalışıyordum: Dilin her şeyi kuran, taşıyan ve yıkan şey olduğunu bilen insan, gazete, kitap okurken, televizyon seyrederken, sohbet ederken, yazarken ve düşünürken, her zaman cımbızını yanında bulundurmalıydı. Kelimelerin içlerine ve aralarına sinmiş yabancı düşmanlığını, cinsiyetçiliği, ırkçılığı, nefret suçunu aramalı, bulmalı, kovalamalı ve affetmemeliydi. Ama roman, iyi roman başka bir şeydi, başka bir “düzeyde” işliyordu sanki. Değil mi? Roman, dikiş makinesini kaldırmakta zorlanınca “mübarek gâvur ölüsü gibi” deyiveren Cemaleddin’e diğer kahramanın ağzından ya da Ahmet Midhat Efendi’nin yapacağı gibi bizzat yazar tarafından, uzun bir “istitrat”la iyi terör uygulamanın yeri değildi. Romanın konusu, uğraştığı mesele bu olmadıkça.
“Lolita mesela...” dedi arkadaşım beklemediğim bir anda, uykusunda konuşur gibi. Akşam çökmüştü, oda loştu, yüzünü tam seçemiyordum. Ayağa kalktı, gitti odanın öbür ucundaki elektrik düğmesine bastı. Odaya dolan sarı ampul ışığının içinde, yüzü tekrar “Oku hadi!” derkenki gülümsemesine kavuşmuş halde devam etti: “Eskisi kadar satmıyor, okunmuyor ve ben bunun sebeplerini anlayabiliyorum. Ne oldu, ne değişti arada? Niye eskisi gibi savunamıyoruz artık Lolita’yı? Ahlâkçı kesildiğimizden ya da kitabın konusunu ayıp, müstehcen filan bulmaya başladığımızdan mı? Hayır, değil. Şundan: Artık “çocuk tacizi” diye bir şey var. Hep vardı elbette, ama artık konuşulabilir bir şey. Herkesin bildiği bir sır, aile içinde örtbas edilen bir günah olmaktan çıktı: Bir sürü taciz mağdurunun anlattıklarını dinledik, gazetelerde tacizcilerin yüzlerini gördük ve dünyanın estetik zevki en incelmiş, sanatla hayat arasına en nüanslı çizgileri çekebilen okuyucusu da olsak Nabokov’un güzel kitabını huzursuz olmadan okuyamaz hale geldik. Dolores’in hayatını mahveden Humbert’la eskisi kadar rahat özdeşleşemiyoruz. Suçortağı gibi hissediyoruz çünkü kendimizi. Dilinin güzelliği, “tumturaklı düzyazı üslubu” mu diyordu, işte o hüner Humbert’ın yaptığı şeyi affettirmeye yetmiyor artık. Kitabın sonunda, iş işten geçtikten sonra söyledikleri de (“benim yanımda olmayışı değil, sesinin aşağıdaki o çocuk sesleri arasında olmayışı...” vesaire) kurtarmıyor artık. Benim için öyle en azından. Bilmiyorum. Sen öyle düşünmüyorsun...”
“Nabokov’a laf yok...” dedim, güldük. “Yok, yok, anlıyorum...” dedim sonra da.
Anlıyordum anlamasına ama anladığım şeyin nerelere uzandığını göremiyordum.
“Senin tercihin, her yazarın kendi kararı...” dedi masasına dönerken. “Yanlış anlama lütfen, çok beğendim yazdıklarını, sadece o laf... Rahatsız etti işte, bilmiyorum, belki de abartıyorumdur...”
Yorgundum, kafam karmakarışıktı, içimde yazma hevesinden eser kalmamıştı. “Son bölüme atla,” dedi içimdeki olgun yazar, “bütün bunları aklının bir kenarına koy, orada beklesinler, vakti gelince, kitabın bitince döner bakarsın, hadi, nolur...” Mahut lafa bakarak birkaç zorlu dakika boyunca düşündüm taşındım. Bütün kitap (son üç bölüm hariç), romanımın “Bitirdim!” dediğim ilk üç yüz yirmi altı sayfasının tek tek hepsi böyle laflarla doluydu –bugün olmasa da günün birinde muhakkak öyle okunacak laflarla. Kabuklarının arasında kaynaşan küçük ve korkunç haşerelerin yavaş yavaş çürüttüğü bir ağaç gibiydi yazdıklarım. Hangi birini, nasıl ezecektim? Nasıl silecektim?
Silemedim. Ama öylece bırakamadım da. Bir kararsızlık sigarası yaktım ve “gâvur ölüsü”nün üstünü çizdim.
“Yarın da ben sana okurum belki,” dedi arkadaşım kapının eşiğinde vedalaşırken, “bugün iyi yazamadım, moralim bozuktu biraz.”
“Önemli değil,” dedim, “yarın da sen okursun, ben yazamam...”
Her şeyi, bütün kitabı yeni bir kararlılık ve taze bir bakışla en baştan ele almam, sıfırdan düşünmem, hatta tabii, evet, belki de silip baştan yazmam lazımdı.