Eski dünyadan sonra: Uyurgezerler

“Arendt 1946'da Broch’un 'Proust ile Kafka arasındaki kayıp halka' olduğunu söylemişti. Yani artık mevcut olmayan ile henüz varolamayan arasındaki karanlık alandan söz ediyoruz. Arendt’e göre Proust artık varolmayan bir dünyadan yazarken, Kafka henüz varolmamış bir gelecekten yazıyordu ve bir anlamda bunun rahatlığı içerisindeydi.”

29 Aralık 2022 23:00

Bana göre 2022’nin en önemli edebiyat çevirisi olayı Hermann Broch’un Uyurgezerler’inin nihayet Türkçeye kazandırılmış olması; Türkçede ise Şule Gürbüz’ün Kıyamet Emeklisi. Kıyamet Emeklisi ile ilgili yine burada bir yazı yazmıştım, bu soruşturma vesilesiyle kısaca da olsa Uyurgezerler’den söz etmek istiyorum.

“Düşünce romanı”

Ağırlıklı olarak Orta Avrupa ve Almanya’da ayırt edilebilen “düşünce romanı” olayların akışından ziyade düşüncelerin öne çıktığı bir tür. Hatta öyle ki, yazarlar için kurgu salt düşüncelerin serimlenmesini kolaylaştıran bir araçtan başka bir şey değil. Bu durumda da metinler deneme ile felsefe denemesi arasında gezinip durmaktalar. Mevcut durumun, dünyanın yazara göre yeniden açılması, sınıflandırılması, kargaşanın yazarın kalemiyle düzene sokulması da diyebiliriz. Bu tür romanlardaki karakterler düşüncelerin açıklanmasının araçlarından ibaretler, temsil ettikleri ruh durumu ve düşünceler olmadığında karakterlerin başlı başına bir anlamları da yok. İçsel süreçler ve ruh hali de düşüncelerin temsiliyeti ile ilgili. Bu tür yazarlardan bazıları son sözü asla okuyucuya bırakmazken bazıları da belirsizliği tercih etmekteler.

Kuşkusuz edebiyat alanında hiçbir şey kalın çizgilerle sınıflandırılamaz; bazı yazarların bazı kitapları bu sınıfa girerken bazıları girmiyor, bazen bir yazarın tek bir kitabı tamamen bu sınıfta ele alınabilecek bir eser haline gelebiliyor. Robert Musil, Witold Gombrowicz, Thomas Bernhard, Imre Kertesz ve Hermann Broch hemen ilk akla gelenler. Elbette kesin sınırlar koymak mümkün değil; Thomas Mann’ın, Hermann Hesse’nin, Kafka’nın pek çok kitabı ve Kayıp Zamanın İzinde’nin bazı bölümleri de bu sınıfta değerlendirilebilir.

İki çeviri

Hermann Broch’un Vergilius’un Ölümü, Ahmet Cemal çevirisiyle 2012 yılında basılmıştı. Üzerinden on yıl geçtikten sonra nihayet Uyurgezerler üçlemesinin (Ketebe Yayınları) de bu kez M. Sami Türk eliyle çevrilip basılması gerçekten çok sevindirici. 2022 yılına bu kitabın iki ayrı çevirisinin hazırlandığı haberiyle girmiştik. İlki Aylak Adam Yayınevi’nden Duygu Bolut çevirisi ve ikincisi de yukarıda andığımız M. Sami Türk çevirisi. Duygu Bolut çevirisinin ilk cildi yayınlandıktan hemen sonra M. Sami Türk çevirisinin üç cildi birden çıktı. Dolayısıyla ilk cildi Duygu Bolut çevirisinden, ikinci ve üçüncü ciltleri M. Sami Türk çevirisinden okuma şansımız oldu. 

“Kayıp halka”

Uyurgezerler, Vergilius’un Ölümü ile birlikte Broch’un en önemli iki metninden birisi. Öbür yandan iki roman da yukarıda andığım düşünce romanı sınıfına sokulabilmesine rağmen birbirlerinden oldukça farklılar. Vergilius’un Ölümü’ne daha çok bir düşünce şiiri diyebiliriz.

Roman 1918-19 olayları ile nihayetlenmesine karşın 1888-1930 yılları arasındaki Almanya’nın hemen tüm önemli tartışmalarını, ana akımlarını, tekniğin yarattığı değişimlerin, değerlerin çözülmesinin bütün sorunlarını içeriyor. Tabii bunlara ilişkin Broch’un düşüncelerini de. Hannah Arendt 1946 yılında esasenVergilius’un Ölümü’nü düşünerek Broch’un “Proust ile Kafka arasındaki kayıp halka” olduğunu söylemişti.[1]Yani artık mevcut olmayan ile henüz varolamayan arasındaki karanlık alandan söz ediyoruz. Arendt’e göre Proust artık varolmayan bir dünyadan yazarken, Kafka henüz varolmamış bir gelecekten yazıyordu ve bir anlamda bunun rahatlığı içerisindeydi.

Temsiliyet

Broch üçlemeyi 1932 yılında tamamladığında Hitler’in iktidarına ancak bir yıl kalmıştı. Buna karşın kitap NSDAP’ın yükselişinden ziyade ona alan açan ruh iklimi üzerinde duruyor. Yani teknolojinin dünyayı acımasızca değiştirmesi, eski dünyayı ortadan kaldıran I. Dünya Savaşı’nın tahrip edici etkisi, toplumdaki devrim korkusu ve “değerlerin çöküşü”. Üç ciltlik kitabın her cildi temsili bir karakter etrafında ilerliyor ve onların nezdinde bir tutuma ithaf ediliyor; romantik, anarşist ve realist. Başka bir ifadeyle Pasenow, Esch veHuguenau. Bu türde diğer kitaplarda olduğu gibi önemli olan karakterlerin temsil ettiği değerler ve tutumlar; onların kişiliklerindeki derinlikler değil. Bu anlamda her birinin geçmişi de, tutumu da gayet tipik ve kendi sınıfıyla örtüşüyor. Örnek vermek gerekirse, soylu ve toprak sahibi olan Pasenow’un romantizmi ve muhafazakârlığı bu anlamda gayet tipik; elbette ki aynı konumda olup “devrimci” veya “realist” kişilikler gerçek hayatta fazlasıyla mevcutlar, buna karşın o tutumu ve ruh halini vermek ancak tipik veya “klişe” bir örnek üzerinden gidilirse anlamlı sonuç veriyor. Hatta bu anlamda “atipik” kişiliklerin tahmin edilebilecek nedenlerle temsili bir değer kazanamadıklarını da söyleyebiliriz. “Atipik” sadece kendi özgül hayat hikâyesiyle ve ruhsal durumuyla kendisine özgü olarak kalır, bu anlamda ilginç bir örnek olsa da sadece kendisini temsil eder.


Hermann Broch

Yapı

Uyurgezerler’in yarısını tek başına Huguenau cildi oluşturuyor ve romanın karakterini ortaya çıkaran cilt de bu. İlk iki cildin karakterleri bu son ciltte buluşuyorlar ve bu cilt kurgu anlamında da öbür ciltlerden ayrılıyor. Öbür iki ciltte yer almayan başlı başına makaleler dizisi sayılabilecek “Değerlerin Çöküşü” başlıklı on yazı ve on altı parçalık “Berlin’deki Selamet Ordusu üyesi kızın hikâyesi”ndeki şiirler bu cildin yapısını farklılaştırıyor ve bu anlamda kitabın tamamı açısından düşünüldüğünde bir doku farklılığına yol açıyor. Yani üçüncü cilt kurgu, deneme ve şiirin özel bir bileşiminden oluşarak modern roman anlamında ilginç bir örnek haline gelse de bütün bu farklı parçaların bir araya gelişi bütünsel bir doku yaratamıyor, bu durumda da daha ziyade yan yana konmuş parçalardan söz etmek durumunda kalıyoruz.[2]

Değerler ve aklîlik

Yukarıda andığımız artık varolamayan geçmişle, eski dünya ile henüz olmayan belirsiz gelecek arasındaki karanlık alan I. Dünya Savaşı sonrası edebiyatın da, düşünsel yapıtların da, modernizm eleştirisinin de ortak konusu. Broch bu karanlık, mayınlı araziyi edebiyattan yola çıkarak tanımlamaya çalışıyor. İleride, Vergilius’un Ölümü’nde sanatın bu alandaki rolüne odaklanacaktır. Uyurgezerler’de ise tanınmaz hale gelen, giderek güvensizleşen, her türlü tehlikeye açık dünyadaki işleyişin ve değişimin ahlaki alana neler yaptığına yoğunlaşmakta.

Pasenow, Esch ve Huguenau üçlüsü değerler anlamında da bir diziliş içindeler. Pasenow muhafazakârlığı ile, Esch önce başkaldırması, sonra da dindarlığı ile değerler tarafındayken, bir girişimci olan Huguenau aklîlik ve değerlerin yok sayılması tarafını temsil ediyor ve haliyle kazanan, hayatına devam eden o olacak. Pasenow’un bir subay olarak pasif, ılımlı muhafazakârlığının isyankâr Esch ile örtüşmesi (ki, başta Pasenow, Esch ve Huguenau’yu aynı kötülüğün temsilcileri olarak yaftalamaktadır), bu ikilinin neredeyse müttefik haline gelişi de zaten ancak değerlere göre tasnifle mümkün olabiliyor. Her şeyin akılcılığa göre yeniden konumlandırıldığı bir dünyada ahlak da giderek gereksiz bir ayak bağı haline geliyor.


Almanya’nın dört bir yanında propaganda yapan nasyonal sosyalistler bir köyde, 1932.

Ancak anlıyoruz ki, duygusallık gibi aşırı akılcılık de birbirine dönüyor, hatta dünyanın çözülüşünde yan yana durmayı beceriyor, aynı çöküşün iki yüzü gibi birbirlerine yapışık halde bulunuyorlar. Bu açıklama 1930’lar Almanyası’nda kapıdaki dehşetin ikili doğası gibi de okunabilir. Aşırı akılcılık akıldışından daha gayri ahlaki olsa da, iki tutum son raddelerine ulaştığında “merkezî değer istencine” tabi hale geliyorlar. Bir yandan geçmiş değerlere bağlı, yoğun duygusallık ve bir yandan da aşırı rasyonel düşünme biçimi. Felaket tam da bu ikilinin biraradalığında yatıyor zaten.

Selamet

Broch uzunca bir dönem boyunca kendini Platoncu olarak tanımladı. Onun Platonculuğu kimi yönlerden su götürür olsa da Platonculuğunun arkasında bir tür Hıristiyan bakış mevcut. Broch, dünyadaki anlam yitiminin, değerlerin kaybının nedenini Tanrı’nın kaybıyla bağlantılı görüyordu. Burada yolumuzun yine Nietzsche ile kesiştiği açık. Gidişatın sorumlusu olarak laikleşmeyi ve aşırı akılcılaşmayı görüyordu o. Broch dünyanın kaybının “yeni bir mitos” ile aşılabileceğini düşünürken; romanlarının ve felsefi denemelerinin arkasında kendini belli eden Katolik hissiyat onu bütün değerlerin merkezini oluşturacak bir ahlaki norm aramaya itiyordu.[3]

Uyurgezerler’in 3. cildinde aralıklı olarak karşımıza çıkan “Berlin’deki Selamet Ordusu mensubu kızın hikâyesi” kitaptaki ana karakterlerin aksine, –ki, Broch karakterlerin arkasında kendini belli etmemek için azami gayret göstermektedir– dindar bir umudun, bu anlamda kurtuluş özleminin çağrısını yapmaya devam ediyor. Kimsenin kimseyi öldürmeden yaşadığı merhametli bir dünya umudu yani. Geri planda işitilen cılız sesi Broch’un umudu; iyiliğin, alçakgönüllü dindarlığın itirazı olarak da görebiliriz: “Dünyadaki fenalık büyük ama sevinç daha büyük.”

 

 

NOTLAR:


[1] Bkz. Arendt; Hannah, Formasyon, Sürgün, Totalitarizm - Anlama Denemeleri 1930-1954 içinde “Artık değil ve Henüz değil”. Türkçeye çev. İbrahim Yıldız, Dipnot Yayınları, 2014.

[2] Bu yapısal sorunlara ilişkin Milan Kundera’nın “Uyurgezerler’in Esinlediği Notlar” başlıklı yazısını önermek isterim. Roman Sanatı, Can Yayınları, 2002.

[3] Ölümünden sonra Broch’un iki cilt tutan felsefi denemelerini yayına hazırlamaya soyunan Arendt’in, onun düşünsel mirası ile ilgili makalesi için bkz. Arendt, Hannah, Karanlık Zamanlarda İnsanlar - Seçme Eserler 10, İletişim Yayınları, 2022.

 

GİRİŞ RESMİ:

Hermann Broch ailesinin tekstil fabrikasında. Teesdorf, Avusturya, 1908.