Bir cümle kurmak: Mehmet Erte’nin yeni öyküleri

Mehmet Erte, ikinci öykü kitabı Arzuda Bir Sapma'da önceki öykülerinde kurduğu tuhaf dünyayı ve takıntılı sesleri daha uç noktalara taşıyor. Tutuk ve yarım kalmakla, seyredilmekle, erkeklikle, bedenlerle ilgili hem komik hem de endişe dolu öyküler...

Mehmet Erte’nin ikinci öykü kitabı Arzuda Bir Sapma’nın ilk öyküsü “Tasma”, çarpıcı bir epigrafla ‒ya da epigraf taklidi yapan bir cümleyle‒ açılıyor: “Dünyanın en zor şeyi bir cümle kurmaktır.” Bu cümle, sadece başında bulunduğu öykünün değil, bütün kitabın anahtarı olarak görülebilir.

Arzuda Bir Sapma, Mehmet Erte, Yapı Kredi YayınlarıCümlenin atfedildiği “emekli ilkokul öğretmeni”ne daha sonra geleceğiz, ama önce epigrafın işaret ettiği şeye bakalım: İlk cümlesi cümle kurmanın zorluğundan söz açan bir kitap var elimizde. İki tanesi hariç hiçbiri dört beş sayfayı geçmeyen bu öyküleri, öykü fragmanlarını, öykü başlangıçlarını okudukça, kitabı meydana getiren neredeyse bütün parçaların bu ilk cümlenin doğruluğu için sunulmuş birer kanıt, bu ilk temel cümlenin farklı malzemeler kullanılarak yapılmış birer çeşitlemesi olduğunu görmek daha kolay hale geliyor; tabii “cümle” ile kastedilenin çok daha fazlası olduğunu anlamak da.

Bir cümlenin anlamı, cazibesi ve tehlikesi

“Cümle”nin bir çeşit metafor olarak kullanımı Erte için yeni bir şey değil. Şu sözler, yazarın şimdilik tek romanı olan Sahte’den: “Bütün anlamlar, gerçekler ve yalanlar, mutluluklar ve acılar, yani her şeyiyle tüm bir varoluş bir cümlenin nasıl kurulduğuna bağlıdır.” Şu ise, ilk öykü kitabı Bakışın Kirlettiği Ayna’dan: “İlk kelimeden sonra değilse bile ilk cümleden, o da olmadı ilk paragraftan sonra yazar bir hapishanenin içindedir.” Erte’nin isimsiz öykü kişileri için cümle’nin bir tür başlama sancısıyla, özgürlük kadar sınırlar ve potansiyellerle ilişkili olduğu bu alıntılarda kendini açıkça belli ediyor. Cümle kurmak bu kişiler için bir tedirginlik kaynağı, çünkü bir cümleye başlama ama bitirememe ihtimali hep vardır; çünkü tamamlanan cümle, kusursuz olması hayal edilmiş cümlenin vaadini boşa çıkaran kötü bir cümle olabilir; çünkü sonunda, öyle kusursuz bir cümle kurmanın imkânsızlığı anlaşılabilir.

Kuşkusuz ‒yukarıdaki alıntıların ikincisinin de işaret ettiği üzere‒ bütün bunlar yazmak, anlatmak ve yazmanın, anlatmanın zorluğu/ imkânsızlığı gibi modernist izleklerle yakından ilişkili, ama yazının dünyasından daha öteye, daha dışarıya da açılıyorlar. Arzuda Bir Sapma’nın daha ilk öyküsünden başlayarak, cümle’nin Erte’nin sözlüğündeki bu özel ve daha geniş anlamını da öğrenmeye başlıyoruz. “O yaz olabildiğince gerçek görünmenin bir yolunu bulmalıydım. Kendi kendimle hiç kimsenin bilmediği yabancı bir dilde konuşuyor ve bunun anlaşılmasından korkuyordum” gibi güçlü iki cümleyle açılan “Tasma”nın çocuk kahramanı, kendi kendine konuştuğu gizli dilin dış dünyadaki karşılığını evine misafirliğe gelen bir genç kadının, hayranlıkla izlediği jestlerinde bulur: “Genç kadın kendi dilimden vazgeçmeden büyüyebileceğim konusunda beni ikna etmişti…” Kadının el ve ayaklarıyla yaptığı (ve akışkanlıklarını, öngörülemezliklerini taklit eder görünen yarım sayfalık bir cümleyle tasvir edilen) hareketler “bulanık, öznel bir biçim”e, “karanlık bir şiir”e benzetilir. Anlatıcı her bir jesti bir sözcük olarak da adlandıracaktır az sonra; çoktan tahmin ettiğimiz sözcüğü öykünün geri kalanı boyunca ‒yanılmıyorsam‒ hiç kullanmasa da aynı anlatıcının kadının hareketlerini pekâlâ uzun bir cümle olarak da niteleyebileceğini hayal etmek zor değil.

Sahte, Mehmet Erte, Yapı Kredi Yayınları

 

Başta andığım epigraftan yola çıkarak, “cümle”yi özgün, unsurlarından herhangi birine indirgenemez, bağımsız bir irade tarafından tasarlanıp gerçekleştirilmiş, tamamlanmış herhangi bir eylem olarak tanımlayabiliriz Mehmet Erte’nin dünyasında. Arzuda Bir Sapma’daki öyküler de kahramanlarının kendilerine ait bir cümle kurma, özgün bir eylem tasarlama ve bu yönde harekete geçme (kimi zaman da bir başkasının mucizevi bir şekilde kurduğu izlenimini veren bir cümleyi anlama) teşebbüsleri etrafında döner.

Kahraman değil, ses

Erte’nin öykülerinin özneleri için şimdiye dek kaçınılmaz olarak kahraman (ya da az önceki gibi özne) dedim, bundan sonra da bu etiketlere kaçınılmaz olarak başvuracağım, ama tereddütlerine, kuşkularına, paranoyalarına yakından şahit olduğumuz bu kişiler için kullanılacak son sözcük kahraman ya da özne olsa gerek. Kendi cümlesinin başında takılı kalmış, neredeyse asla en ufak bir eyleme bile geçemeyen bu sesler, tam da bu kararsızlıkları ve eylemsizlikleri yüzünden öykülerinin kahramanları ya da kendi hayatlarının özneleri olmaktan fersah fersah uzaktalar. Bu yüzden, öyküler boyunca karşılaştığımız şey için en doğru kelime “ses” belki de: Kararsız, bir türlü başlayamayan, başladığının devamını getiremeyen, vazgeçen, yan çizen, onlarca, yüzlerce ihtimal yüzünden karar anını (ve cümlesinin sonunu) sürekli erteleyen sesleri dinliyoruz bu öykülerde. Yazarın ilk öykülerinin yer aldığı Bakışın Kirlettiği Ayna’dan Arzuda Bir Sapma’ya, sesler daha komik ve takıntılı bir halde çıkıyorlar karşımıza; ilk kitapta (özelikle kitapla aynı adı taşıyan öyküde) yer yer görülen lirizm ve keder sahneden çekilip yeni öykülerde yerini bütünüyle abartıya, grotesk durumlara bırakmış.

Erte’nin kısa metinleri güçlerini bu yerinde duramayan (ama harekete de geçemeyen), değişik ihtimaller üstünde durmadan akıl yürüten, bir nesne, jest ya da insan üzerinde onu dünyanın merkezi haline getirecek kadar çok duran takıntılı seslerin enerjisinden alıyor. Cümleleri de, çoğu zaman, huzursuz öykü kişilerinin akıl karışıklığını yansıtan karmaşıklıkta; Erte risk alıp cümlelerini anlaşılmazlığın sınırına dayandıracak kadar uzatıp karmaşıklaştırdığında bile cümlelerdeki enerjiden etkilenmemek zor. Bazen kendi üstüne dönen, bazense başladığı noktanın tam karşısında sona eren, ani dönüşlerden beslenen, bir duruma ya da jeste o durumun ya da hareketin bütün ihtimallerini tüketecek kadar odaklanan ve yazarı istese (“Kuyu” adlı öykünün anlatıcısının hem isteyip hem de korktuğu gibi) sonsuza kadar dallanıp budaklanabilirmiş izlenimi veren cümlelerin taşıdığı bir dil bu ‒ komik, zekice “gevezelikler”. Vakit öldürmek, boşluğu kendi sesiyle doldurmak isteyen canı sıkılmış birinin gevezelikleri değil ama; daha çok, bir endişeden kaynaklanan, bu endişeyi bastırmayı amaçlayan (ama bastırırken daha da çok açığa vuran), gerilimle yüklü gevezelikler. Bunların ne işe yaradığını öyküleri art arda okudukça daha iyi anlıyoruz: Bütün olası sonuçları göz önünde bulundurmak kadar, hatta belki bundan da çok, başlamayı, gerçekten başlamayı, bir karar almayı ertelemek, böylece yeniden başlayabilme ihtimalini saklı tutmak (“zaten daha başlamadım”). Yenilgiyi ertelemek, kusursuz cümle potansiyelini korumak. Erte’yi okudukça, bir yazarın adıyla yazdıkları birbirine ancak bu kadar uygun olabilirdi, diye düşünmeye başlamak bile mümkün.

Bakışın Kirlettiği Ayna, Mehmet Erte, Yapı Kredi YayınlarıŞimdiye dek anlaşılmıştır: Erte’nin ilk öykü kitabından romanına, oradan da yeni öykülerine kurduğu dünya, gücünü öykülerdeki konuların, olay örgülerinin, kişilerin çeşitliliğinden değil, yukarıda tarif etmeye çalıştığım takıntılı sesin her öyküde ısrarla kullanılmasından doğan etkiden alan, sınırlı bir dünya. Öyküden öyküye, hatta kitaptan kitaba bu dünyaya yepyeni temalar eklemekten çok, önceki kitaplarda uç vermiş temaları keşfedip onu hafif hafif genişletmeyi tercih ediyor Erte (bundan sonraki kitaplarında da öyle yapacak gibi görünüyor). Tekrara düşme tehlikesini içlerinde kaçınılmaz olarak barındırmalarının yanında hassas bir dengeye de bağlı bu öyküler: En güçlü örneklerinde okura hissettirdikleri sahici olma-olamama, harekete geçme-geçememe gerilimleriyle yüklü olmadıklarında, sadece zekâlarına güvendiklerinde, salt gevezeliğe dönüşebiliyorlar. Çarpıcı bir girişle açılan ancak ortalarından itibaren düşmeye başlayan “Sapma”da olduğu gibi yazar bu dengeyi sürdüremeyip, “aslında” ne anlatmaya çalıştığını aforizma olmaya özenen cümlelerle (“Hatırlamak düşlemektir, düşlemekse yeniden kurmak” vs.) açıklamaya başladığında ise, başta okuru eline geçiren sesler tekdüze bir hal alıyor. “Sapma”nın yanı sıra, yazarın ilk öykü kitabındaki kimi öykülerdeki (“Hap”, “Bana Ne Ben”) zayıflık anlarını da, öykülerdekine benzer bir sesle kurduğu ve bu sesin romandan çok öyküye yatkın olduğunu düşündüren romanı Sahte’nin sünüp giden başarısız bir deney oluşunu da bunlarda aramak gerek.

Kadınların bakışları altında

Erte’nin öykülerini anlatan sesler tek bir sesin çeşitlemeleri aslında: Her ihtimali hesaplayıp öyle harekete geçmek isteyen bir erkek sesinin. Bu cümleyi bu kadar net kurabiliyorsam bunda Erte’nin yeni öykülerinin payı büyük, çünkü Arzuda Bir Sapma’da bu sesin cinsiyetinin daha da ön plana çıktığını, erkekliğinin daha da vurgulandığını görüyoruz. Ayna’daki öykülerde de tanımadığı bir kadını takip eden, kendi karısının sırrını çözmeye çalışan (çoğu zaman bu sırrın ne olduğu da belli değildir) ya da aldatıp aldatılan erkeklere ait sesler fazlasıyla mevcuttu; Arzu’da Erte, kitabın ağırlık merkezini oluşturan iki öykü (“Tasma” ve “Sapma”) sayesinde bu erkek ses’in ve odaklandığı kadınların ağırlığını artırmış. İlk öyküde annesinden uzaklaşırken komşu ablanın varlığını keşfeden oğlan çocuğu ile ikinci öyküde ilk cinsel deneyimlerini yaşamak için genelevler sokağına gidip kapıda tipik Erte karakterleri olarak tereddüt içinde bekleyen delikanlılar (“Uyanış”ın ilk ereksiyon deneyimlerini yaşayan ergeni ve “Prezervatif”in kendini bir gülünç durumdan diğerine sokan evli kahramanı ile birlikte) “erkeklik”lerini, erkeklikleri aslında o kadar da belirgin olmayan diğer öykü kişilerine aktarıyor, okuduğumuz her öyküye bir de bu açıdan bakmamıza neden oluyorlar. (Babaların nerede olduğunu merak edenler için söyleyeyim, “Tasma”da biraz görünüp sonra sahneden çekilen babayı saymazsak, Erte’nin kurmaca dünyasında onların şimdilik pek yeri yok.)

Arzu’nun, hiç başlayamamaya, dolayısıyla hiç tamamlayamamaya ve dolayısıyla da hiç yaşamamaya mahkûm, yaşları ne olursa olsun daimi bir ergenlikte sıkışıp kalmış görünen erkeklerinin karşısında ise, herhangi bir eylemi büyük bir doğallık içinde gerçekleştiren, bu halleriyle de kitabın erkeklerinin gözünde daha da gizemli varlıklara dönüşen kadınlar var. Erte’nin öykülerinde birbirinden tamamen ayrı iki dünyaya ait görünen bu ikisinin ‒erkekle kadının‒ karşılaşması erkekteki tutukluğu daha da artırır hep, ama en çarpıcı etkisi başkadır: Erkek seyreden konumundayken (daha doğrusu kendini öyle zannederken) roller bir anda tersine döner: En açık ifadesini bir “genelev öyküsü” olan “Sapma”da bulan bu yer değiştirme sonucunda erkek, ne olduğunu anlamadan, kendini kadının bakışları altında bulur; bir türlü soyunamamasına rağmen, bütün şüphe ve korkularıyla gittikçe çıplak kalır. Erte’nin en özgün “icatlarından” biri, başta dikizlenen kadının dikizleyen, başta dikizleyen erkeğinse dikizlenen olarak kodlandığı bu yeni rol dağılımını öyküden öyküye, kitaptan kitaba sürdürmesi ve sonunda edebiyatının temel meselelerinden birinin (“bakış”ın, “seyretme” ve “seyredilme”nin) merkezine oturtması. Öyküler birbirini izleyip temalar kesiştikçe anlarız: Bu erkekler kendilerini sürekli bir başkasının bakışları altında hissetmekte, hatta bu bakışları kendileri yaratmaktadır. Bu “başkası” genelde bir kadındır, ama örneğin “Hain” başlıklı öyküde olduğu gibi, kişiyi önce paranoyakça bir korkuya düşüren, sonra da kendini bütüne daha da şevkle adamasına neden olan siyasi bir örgüt de olabilir. (Yeri gelmişken, Arzu’daki “Hain”de, ama özellikle de Ayna’daki “Hain ve Düşman” başlıklı öyküde karşılaştığımız siyasi dünyanın, Erte’nin bundan sonra yazabilecekleri konusunda çok şey vaat ettiğini belirteyim.) Değişmeyen, seyredilmeseler bile seyredildiklerinden emin olan bu erkeklerin sonunda “kadınlaşmaları”dır. Öykü kişilerindeki tutukluk ve edilgenlik biraz da bu gerçek ya da hayali bakışların varlığının sonucudur.

Erkek, dikizlemeye giriştiği nadir anlarda da başarısızlığa uğrar. Arzu’daki kısa parçaların en güçlülerinden biri olan bir sayfalık “Domates”te, genelev sokağına ilk kez gelen ve “vitrin”deki kadınları izleyen gencin gözü ummadığı bir manzaraya takılır: Dışarıdaki erkeklere karşı tam bir kayıtsızlık içinde, çay peynir domatesle kahvaltı eden genelev çalışanı kadınlar. Şahit olunan bu gündelik hayat sahnesi, beklenmedikliğiyle öykünün anlatıcısını yerine mıhlar, o sokağa niye geldiğini ona unutturur. “Domates”, içerdiği ilk tereddüt ve yabancılaşmayla (son cümlesi: “Tek bir adım atmadan uzaklaşıyorum.”) kendisinden hemen sonraki öykü olan “Sapma”da yaşanacak kırk sayfalık kâbusun habercisidir.

Erte’nin dünyasında kadınların yeriyle ilgili satırları, Arzu’nun son iki öyküsü olan “Karadelik” ve “Hayvan” ile bitireyim. Hiçbir eylemde bulunmadıkları için bir tecrübeye de sahip olamayan erkeklerin küçük jestlere yüklenen anlamlardan, birbiriyle ilgisiz noktalar arasında kurulan bağlantılardan oluşan, haliyle “bildiğimiz anlamda öykü” olamayan “öykümsü”lerine kıyasla bu son parçalar “öykü”ye daha da az benziyor aslında, ama nasılsa daha fazla “öykü karakteri” içeriyorlar: “Karadelik” ile “Hayvan” birer kadının (daha doğrusu, bir kadın ile cinsiyeti açıkça söylenmeyen ama kitap boyunca okuduklarımızdan bizi kadın olduğunu düşünmeye yönelten bir karakterin) birer sayfalık portreleri. Erte’nin dünyasında erkekler çaresizce bir öykünün kahramanı olmaya çabalarken kadınlar umursamaz biçimde adeta en başından beri birer kahraman; içinde hareket edecekleri, gelişip karakter haline gelecekleri bir öyküye bile ihtiyaç duymuyorlar sanki. Tıpkı birer portre olarak kendi kendilerine yeten bu son iki öyküdeki gibi, kendilerine yetiyorlar.

Kaçış ihtimalleri

Peki hiç mi kurtuluş yoktur Erte’nin dünyasındaki erkekler için? Başlanamayan, başlansa da içinde saplanılıp kalınan cümlelerin ağırlığından kurtulmayı sağlayacak bir çıkış yolu? Bir-iki tane var gibi görünür; Arzu’nun Ayna’dan farklarından biri, öykü kişilerinin başvurduğu ya da hayalini kurduğu bu yeni kaçış yollarıdır, ama çok geçmeden bunların fazla kolay, ya da tam tersine, hepten imkânsız yollar olduğu anlaşılır.

Arzu’nun en absürd öykülerinden biri olan “Yeniyetme”, Erte’nin önceki öykü kitabıyla romanında da arada bir beliren ama Arzu’da karşımıza çok daha sık çıkan, bedenin birtakım faaliyet, refleks ya da rahatsızlıklarının, dil yoluyla iletişimi aşmak için kestirme olarak kullanılışının en bariz örneği. Erte’nin, birbirlerine kafiyeli gülünç dizelerle seslenen ama bir türlü anlaşamayan yeniyetme sevgilileri, öykünün sonunda kafiyeden de konuşmadan da bu yolla kurtulurlar:

            Utanmazca sırıttı:

            ‒Duyuyor musun karnım nasıl gurulduyor

            Altında kalacak değildim:

            ‒O da bir şey mi, bak nasıl osuruyorum

Yollarımız tam ayrılırken ansızın olgunlaşmış, kafiyeden vazgeçerek âşıkların birbirlerine böyle mutlu mutlu seslendiği safhaya ermiştik. Gurultular, geğirmeler, osuruklar arasında şaşkınlığımızın gölgeleyemediği bir arzuyla kucaklaştık.

Burada, okumuş olanların, Ömer Seyfettin’in o tekinsiz öyküsünü, “Gurultu”yu hatırlamaları kuvvetle muhtemel: Ömer Seyfettin’in öyküsünde gurultular cinselliğin önünde engeldi, Erte’nin öyküsündeyse konuşarak iletişim kurma zorunluluğunu iptal edip, cinselliği olmasa bile yakınlaşmayı grotesk bir biçimde kolaylaştırıyorlar. Fakat eninde sonunda fazla kolay, iletişimin, cümle kurmanın basıncını sadece bir süreliğine erteleyebilen çarelerdir bu öykü kişilerinin başvurduğu. Bunun sezdirildiği yer “Kuyu” başlıklı öykü olur. Dipsiz bir kuyuya benzeyen bitimsiz bir cümle kurmaya (mecazen değil, kelimenin gerçek anlamıyla bitimsiz) niyetlenen kahraman çuvalladığını anladıktan sonra bu cümleden vazgeçerek şöyle bitirir konuşmasını: “Asıl şimdi dipsiz bir kuyudayım. Yukarı tırmanmak mümkün değil madem, aşağıda ne var ona bakalım. Ağzımda başlayan macera kıçımda bitsin. Başta ağzımdan ne çıkacağı önemliydi, sonunda kıçımdan ne çıkacağı pek önemsiz: Bir osuruk.” Arzu’da Bir Sapma’nın böyle bir yapısı var: Bir öyküde öne sürülen ya da sınanan bir fikir, sonraki öykülerden birinde yanıtlanıyor ya da geçersizleştiriliyor sık sık ‒ kitaptaki öykülerin dizilişi, karakterlerin cümlelerinin yapısını taklit ediyor bir anlamda.

Hareketsizlik özlemi

Bir diğer kaçış hayali, karakterlerin eşyalara odaklandığı anlarda gösteriyor kendini. Erte’nin iki öykü kitabında da fazlasıyla yer tutan ‒ve adlarını çoğunlukla odaklanılan nesneden alan‒ kimi öyküler neredeyse bütünüyle bir ya da birkaç nesne üzerine kurulu: bir şişe, gazoz kapağı, duvar saati, madeni para, sokak direkleri… Karakterler bu eşyalara yoğunlaşıp onların bütün anlamlarını tüketmeye, daha doğrusu, zamanla anladığımız gibi, bütün bu anlamları o nesnelere yüklemeye ayırırlar bütün enerjilerini. Nesnelerin asıl cazibesi yavaş yavaş açığa çıkmaya başlar: Hareketsizlikleri, değişmezlikleridir onları öykü kişilerinin dikkatinin odağına yerleştiren; bu özellikleriyle de, eyleme geçmenin sıkıntısını sürekli yaşayan karakterlerin gizliden gizliye arzuladıkları eylemsizliğe, tercih yapmak zorunda olmadan orada öylece durabilme ve bir anlama ihtiyaç duymama ayrıcalığına sahiptirler. “Tasma”nın, parlak ilk iki cümlesinin ardından, öykünün yetişkin anlatıcısı zamanında çocuk gözleriyle gördüğü nesneleri kaydeder: “Avize kımıldamıyordu, sandalye, masa, dolap... etrafımdaki hiçbir şey kımıldamıyordu. Oradaydım. Her şeyin hareketsizliğe mahkûm olduğu odamda pikeyi başıma kadar çekerek saklanıyordum. (…) Hareket etmeye mahkûmdum.” (Yazarın ilk öykü kitabının ilk öyküsü “Hap” da, bu satırları okuduktan sonra daha iyi görürüz, benzer bir duyguyla açılır: “Çocukluğumdan beri düşünmemeye çalışırım.”) Eşyalar, öylece durabildikleri için daha bir vardırlar sanki; buna karşılık, Arzu’daki öykülerden “Gazoz”un anlatıcısı bir yerde şöyle der: “Sanki bulunduğum yerde benden hiç yoktu.”

Edilgenliğe duyulan bu özlem (ki Erte’nin öykülerinde zaman zaman köle olma arzusunda açığa vurur kendini), genişleyerek, insanların ‒özellikle de kadınların‒ bedenlerini bütün olarak değil, kol, bacak gibi belirli uzuvlarına dikkat ederek algılamaya götürür Arzu’nun öykü kişilerini. Seyredilen kadınları mekanikleştiren ve onlara düşünmek zorunda olmadan eyleme geçebiliyorlarmış görünümünü kazandıran bu dikkat, basit bir eylemi ya da cümleyi kurulmuş bir mekanizma gibi durmadan tekrarlayan dilencilere de kimi öykülerde bu yüzden yoğunlaşır. Nesnelerin hareketsizliğine kavuşmak mümkün olmasa da, “Dilenci”nin anlatıcısının başına geldiği gibi, insan sonunda sokaktaki bu berduşlardan biri haline gelebilir.

Mutlak biçimde nesneleşmek bir yolla mümkündür gerçi: Ölümle. Ayna’daki “Sinek” başlıklı öyküde intihar etmeye karar veren (hem de bunu olabildiğince yansız bir şekilde, “bir başkasını öldürür gibi” yapmaya niyetlenen) ama tetiği bir türlü çekemeyen bir adam anlatılıyordu. Arzu’da ise, başrollerinde intihar etmiş bir öğretmenle onun intiharını konuşan çocukların olduğu bir öykü var. Erte’nin dünyasında, anlamı ne olursa olsun, bir eyleme başlayıp onu tamamlamayı başaranların neredeyse hep kadınlar olduğunu söylemiştim; “İntihar”da da değişen bir şey yok: Kendini öldürmeyi “başaran” öğretmen bir kadın. Arzu’nun başında bir başka öğretmenle karşılaşmıştık, ilk öykünün ve aslında kitabın bütününün anahtarı olan sözleri sarf eden öğretmenle. İntihar eden meslektaşı gibi sonunda kendi cümlesini kurup kuramadığını bilmiyoruz, ama bir cümle kurmanın dünyanın en zor şeyi olduğu bilgisine bir şekilde erişmiş. Az şey değil.