Okurla yazar arasında bir bağ kuracak, iki kıtayı birbirine bağlayacak, edebiyatın renklenip şenlenmesini sağlayacak üçüncü kıtada hayat durmuş, kaybolmuş gözüküyor
29 Haziran 2015 03:00
İlk romanım Dört Mevsim Sonbahar 1982 yılında çıktı. Aynı yıl Orhan Pamuk’un ilk romanı Cevdet Bey ve Oğulları da yayınlandı.
O dönemde çok ciddi ve etkili sanat-edebiyat sayfaları yapan Cumhuriyet Gazetesi’nde ünlü bir eleştirmen geleneksel bir yılsonu değerlendirmesi yazdı.
O yazının hüküm cümlesini hiç unutmadım.
“Bu yıl kayda değer bir roman çıkmadı.”
Ben bu ülkenin en çok okunan yazarlarından biri oldum. Pamuk çok daha muhteşem başarılara ulaşarak Nobel aldı.
Hiçbir eleştirmenden Dostoyevski’nin İnsancıklar romanını okuduktan sonra “bir dahi geliyor” diyen Belinski’nin sezgilerini ve öngörü gücünü bekleme hakkımız yok ama bir eleştirmenin daha sonra Nobel alacak bir yazarın artık klasikler arasına giren ilk romanını böylesine güvenli bir şekilde yok sayması da herhalde edebî bir körlük olarak değerlendirilir.
Bu hüküm, edebî bir körlük müydü peki?
İşin fenası, öyle olduğunu sanmıyorum…
“Edebî körlük” de edebiyatın bir parçasıdır, insanlar kitapları değerlendirirken hatalar yapabilir. Birçok insan daha sonra edebiyatın başyapıtı sayılacak kitapları atlamıştır, Gide’in Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’sini “yayına değer bulmaması” bunun en bilinen örneklerindendir.
Bu tür körlükler daha sonra alay konusu olur ama gene de anlayışla karşılanır. Ama o hüküm bir “edebî körlükten” ya da sezgi yoksunluğundan kaynaklanmıyordu.
Öyle olsaydı, çıkan bu romanların “neden kayda değer olmadığına” dair edebî bir yorum, birkaç satır bulunurdu yazıda ama yazı o kitaplardan söz etmiyordu bile.
Belli ki eleştirmen, “edebiyatın yıl sonu dökümünü” yapmayı üstlenmiş ama o yıl çıkan romanları okumamıştı, okumadan hüküm verebilmişti.
Neden o eleştirmen kendi adını da tehlikeye atacak biçimde böylesine aldırmaz davranmış, o yıl çıkan romanları okumadan bir karara rahatlıkla varmış, hiç çekinmeden böyle yazabilmişti?
Bunun tek bir cevabı var bence.
Bizim ülkemizde ve edebiyat camiamızda “entelektüel müeyyide” müessesesinin olmaması.
Okumadığı kitaplar hakkında hüküm verebilen bir eleştirmen, işini böylesine baştan savma yaptığı, kitaplar hakkında okumadan hüküm verdiği için edebiyat camiasının tepkisiyle karşılaşmaz.
Bunlar olağan sayılır ve yola devam edilir.
Bu gevşeklik ve aldırmazlık, edebiyat camiasının önemsizleşmesinin sanırım en büyük nedenlerinden biridir.
İkinci kitabım Sudaki İz 1985 yılında çıktı.
O zamanın en önemli eleştirmeni kitap hakkında yazdığı yazıyı “iğrendim” diyerek bitirdi.
“İğrenmek” edebî bir kriter değildir, edebî bir değerlendirme de değildir.
“Beğenmezsiniz”, “sevmezsiniz”, “kötü yazılmış” bulursunuz, “karakterlerinin yetersiz olduğunu” söylersiniz, “kurgusunun hatalı olduğuna” karar verirsiniz ama iğrenmezsiniz.
Bir kitabı yerden yere de vursanız bunu edebî kriterlerle yaparsınız.
Neden o eleştirmen genç bir yazar için öyle yazmıştı, neden daha sonra “onun hayatını bitirdim” diye övünmüştü?
Çünkü ben o romanımda “sol” dünyanın içindeki zaafları, sol dünyada kadınlara yapılan haksızlıkları, iktidar çekişmelerini anlatmıştım.
O eleştirmen de “solcu” olduğunu düşünüyordu ve sola eleştirel yaklaşmak bir “ihanetti” ona göre, sol asla eleştirilmeyecek bir tabuydu.
Onun böyle yazmasının nedeni açıktı.
Siyasi bir tavırdı onunki.
Yazısında, siyaset edebiyatın önüne geçmişti.
İçinde var olduğu edebiyat dünyasını, kendi eliyle siyaset karşısında ikinci plana atmış, önemsizleştirmiş, edebiyatı siyaset karşısında savunmamıştı.
Bunlar benim hayatımdaki iki sıradan örnek, birçok yazar benzer olayları yaşamıştır.
“Entelektüel müeyyide” olmamasının rahatlığıyla işini savsaklamak ve siyaseti edebiyattan daha önemli bulmak, Türk edebiyatının gittikçe derinleşen yaraları olarak sürüp gitti.
Bugünlere geldik.
Edebiyat gezegeninin üç büyük kıtası vardır, yazarlar, okurlar ve eleştirmenlerin de içinde bulunduğu edebiyat camiası.
İlk iki kıtada renklilik ve hayatiyet görüyoruz.
Yazarlarımız onlarca dile çevriliyor, bütün züppece küçümsemelere karşın edebiyat okurunun sayısı zaman zaman Avrupa’yı kıskandıracak boyutlara ulaşıyor.
Ama okurla yazar arasında bir bağ kuracak, iki kıtayı birbirine bağlayacak, edebiyatın renklenip şenlenmesini sağlayacak üçüncü kıtada hayat durmuş, kaybolmuş gözüküyor.
Edebiyat camiası canlılığını kaybederken, eleştirmenlik de yok olma tehlikesinin eşiğinde.
Eleştirinin iki büyük işlevi vardır edebiyatta.
Birincisi, yazara eksikliklerini, hatalarını, yanlışlarını göstermek, onu uyarmak, doğru ve iyi yaptıklarını alkışlayarak da onu o yolda yürümesi için cesaretlendirmek.
Bugün Türkiye’de yazarların eleştirilerini ciddiye aldığı, uyarıları doğrultusunda kendi yazdıklarını bir daha gözden geçirme ihtiyacı duyduğu kaç eleştirmen var?
“Acaba şu eleştirmen benim kitabım hakkında ne dedi” diye yazarların eleştirilerini merakla beklediği eleştirmenler var mı?
Hem yazı lezzetine sahip hem edebi kriterlere hürmetkâr eleştiriler yazan eleştirmenler var tabii ama bunların sayısı eleştirmenliği bir müessese haline getirmeye yetmeyecek kadar az.
Bunu, gazetelerin ve televizyonların edebiyatla ilişkisini neredeyse tümden kesmesiyle açıklayabilirsiniz ama artık internet dünyası var, bloglar, twitler, siteler var…. Bu yeni mecrada da edebiyat kendini gösteremiyor.
İkincisi, okuyucuya yardımcı olmak, yol göstermek, bir kitap kalabalığı arasından hangilerinin seçebileceğini ona hatırlatmaktır.
Bugün okuyucunun seçimini, zevkini etkileyebilecek, okurların güvendiği bir eleştiri müessesesi bulunuyor mu bu ülkede?
Okuyucunun, “o, iyi bir kitap dedi, bu kitabı okuyayım” dediği, sözüne güvendiği kaç eleştirmen yaşıyor Türkiye’de?
Kaç eleştirmen, değerlendirmeleriyle, değerlendirmelerde kullandığı sübjektif ama gene de edebiyat kriterlerine uygun ölçüleriyle okuyucuda yerleşik bir güven yaratabiliyor?
Çok az eleştirmen.
Neden peki?
Yazarlığın ve okurluğun bu kadar hareketli olduğu bir ülkede, niye eleştirmenlik ve o eleştirmenliğin içinde yerleşip serpildiği “edebiyat camiası” böylesine ölü?
Bunun, yazının başında örnekleriyle anlatmaya çalıştığım iki nedenden kaynaklandığını sanıyorum.
Entelektüel müeyyide olmamasının yarattığı aldırmazlık ve boşvermişlik ile…
Edebiyat camiasının ve eleştirmenlerin edebiyatı umursamayacak kadar siyasallaşması. Siyasi hasımlıkların ya da yakınlıkların, edebiyatın ve edebiyat değerlerinin önüne geçmesi.
İki büyük ve ölümcül hastalık.
Türkiye gibi gelişimini tamamlayamamış, sürekli rejim tartışmaları yaşayan, demokraside evrensel değerlere sahip olamamış ülkelerde entelektüellerin siyasallaşması, siyasi kavgalara karışması kaçınılmazdır.
Bu kadar çok ölümün ve çilenin yaşandığı bir ülkede hepimiz bu çileleri önlemek için doğru bulduğumuz bir görüş için dövüşüyoruz.
Siyaset ve kavga hepimizin hayatında önemli bir yer kaplıyor.
Ama burada bütün edebiyat camiası için hayati bir soru çıkıyor karşımıza.
Siyasete, edebiyatı kurban etmeli miyiz?
Bir yandan insanların acılarının önlenmesi için kavga verirken, bir yandan da asıl yaşama nedenimiz olan edebiyatı siyasete karşı savunmamız gerekmiyor mu?
Bir toplum, edebiyatsız gelişebilir mi?
Siyaseti edebiyatın önüne koyduğumuzda, toplumun asıl özsuyunu kurutmuş olmaz mıyız?
Siyasi kavgasını verirken roman, hikâye, şiir, piyes yazan her yazar, edebiyatı savunma cephesinde yer almış demektir. Bir eser yaratarak, edebiyatı canlı tutmaya uğraşanların arasında yer alır.
O eserleri okuyan okuyucular da, siyasi görüşleri ve kavgaları ne olursa olsun, edebiyatın savunucuları arasına girer.
Peki ya edebiyat camiası?
Peki ya eleştirmenler?
Onlar nasıl savunacak edebiyatı siyasete karşı?
Edebiyat yazılarını, siyasi kaygılardan uzak yazarak, edebî değerlere sadık kalarak, hasımlıklarının ya da yakınlıklarının edebî değerlendirmelerini zehirlemesine izin vermeyerek.
Ne yazık ki eleştirmenler dünyası, en azından geniş okur yığınlarına ulaşacak biçimde bunu yapamıyor.
Edebiyatı siyasete karşı savunamıyor, tam aksine edebiyatı siyaset karşısında yok sayıyor.
Bu, edebiyatı öldürmüyor ama eleştirmenliği öldürüyor. Edebiyat camiası dediğimiz, okurla yazar arasındaki o “üçüncü kıtanın” hayatiyetini yok ediyor. Edebiyatın en lezzetli parçalarından birini hayatımızdan çıkartıp atıyor.
Edebiyatımızın sessiz “üçüncü kıtasına” yeniden hayatiyet getirecek, edebiyatımızı zenginleştirecek yeni ve büyük bir canlanma hamlesini, “edebiyat siyasetten önemlidir” diyerek savunacak bir edebiyat camiası çıkacak mı bu ülkede?
Yoksa, aradaki hastalıklı parçayı yok ederek, yazar ve okuyucu yanyana gelecek, iki kıta birleşip üçüncü kıtayı haritadan silecek mi?
Gidişat bu yönde gözüküyor.
Böyle olursa, edebiyat “şenlikli” dünyasından çok şey kaybeder.
Siyaset gelir geçer, kavgalar gelir geçer, ülkeler gelir geçer.
Edebiyat kalır.
Edebiyat camiamızın insanları, bu kalıcılığın içinde yer almak istemez mi? Edebiyat sofralarının zeki ve eğlenceli sohbetlerinden kalıcı eserler çıkarmak istemez mi? Bir roman hakkında, o roman kadar lezzetli ve unutulmaz eleştiriler yazmak istemez mi?
Neden eleştiri dünyasının da parlak ve unutulmaz yıldızları olmasın?
“Edebiyat önemlidir” diyen insanlar çoğaldığında o yıldızlar da çoğalacaktır ama bunu edebiyatın “üçüncü kıtasının” Atlantis gibi suların altında kaybolmasından önce yapmak gerek diye düşünüyorum.
O kıta siyaset sularının altına doğru batıyor çünkü.