Dezenformasyon kimin için tehdit?

"Dezenformasyonu teknik bir sorun olarak kodlayan internet tekelleri, startup camiası ve liberal akademisyenler bu sorunu ancak teknik bir çözümle ortadan kaldırabileceklerini iddia etmektedir. Dünya genelinde son on yılda yaygınlaşan ve sosyal medyada yayılan haber ve görüntüleri teyit etme işiyle ilgilenen fact-checking (doğruluk kontrolü) endüstrisi bu tekno-çözümcü zihnin bir çıktısıdır."

13 Ekim 2022 22:30

 

2018 yılı AKP’nin medya alanına yönelik operasyonları açısından kritik bir yıldı. Bu yılın başında Doğan Medya’nın, iktidar tarafından medya nöbetçisi olarak atanan Demirören’e satılmasının ardından, 24 Temmuz’da yayımlanan bir kararname ile Cumhurbaşkanlığı bünyesinde İletişim Başkanlığı kuruldu. Uzun yıllar süren bir çekişmenin sonunda Doğan Medya bünyesindeki kurumların ele geçirilmesi ve havuza dahil edilmesi AKP’nin medya operasyonları açısından oldukça önemli bir kazanımken, bu kadar geniş bir havuzun tek elden yönetilmesi; TRT ve AA gibi devlete bağlı kurumların daha efektif bir şekilde kullanılması, havuzdaki gazete, televizyon ve haber sitelerinin beslenmesi için sürekli bir şekilde propaganda içeriğinin üretilmesi ve haberlerin iktidar lehine çerçevelenmesi; havuz içerisindeki sahiplik yapısının ve fon dağılımının düzenlenmesi; RTÜK ve Basın İlan Kurumu marifetiyle havuz dışındaki medyanın susturulmaya çalışılması; iktidarın hoşuna gitmeyen gazetecileri dışarıda bırakacak bir şekilde basın kartlarının dağıtılması, sosyal medyaya yönelik kampanyaların organize edilmesi ve AKP’nin yapıp ettiklerinin uluslararası kamuoyuna iktidar lehine bir söylemle aktarılması gibi mesai gerektiren görevler, bu işte uzmanlaşmış yeni bir organizasyonun teşkilini gerekli kıldı. 816 çalışanı olan ve 2020 yılında 440 milyon 883 bin liralık bir bütçeyi harcayan İletişim Başkanlığı böylece hayatımıza girmiş oldu.

Yukarıda saydıklarımız devlet gücünü elinde tutmanın avantajlarıyla bir nebze zorlanmadan yerine getirilebilecek görevler olarak görünürken, İletişim Başkanlığı asıl zor görev olan internet ve sosyal medyanın kontrol edilmesi hedefini ilk günden itibaren ajandasının baş sıralarına yerleştirdi. Gazete ve televizyonların çok büyük kısmını istediği gibi kontrol eden, çok az bir kısmını ise cezalarla susturmaya çalışan iktidar, geleneksel medyadan dışlanan gazetecilerin dijital ortamda kurdukları kanalları, yurttaşların Twitter başta olmak üzere sosyal medya platformlarında yazdıklarını, Netflix gibi yayın kuruluşlarının sunduğu içerikleri kontrol edememenin getirdiği öfkeyle birlikte, diğer alanlardan kovulan/kaçan üretici ve tüketicilerin son sığınağı olan internete yönelik yeni bir operasyona başladı. Hakikati belirleme yetkisini ele geçirmek, istenmeyen sesleri iyice kısmak için fethedilmesi gereken son bir kale kalmıştı…

Sosyal medyayı hizaya getirmek

Gezi isyanı sırasında ve sonrasında sosyal medya iktidar tarafından çeşitli yöntemlerle hedef alınmış, internet sitelerinin ve platformların sansürlenmesi yoluna gidilmişti. Ancak erişim engelinin hem işlevsiz olması hem de uluslararası alanda kötü bir imaj yaratması nedeniyle İletişim Başkanlığı yeni bir strateji geliştirdi. Buna göre, önce internetin ve sosyal medyanın zararları ve yarattığı tehlikeler konusunda bir ahlaki panik yaratılacak, bunun akabinde hem platformları iktidara hesap verebilir duruma getirecek hem de kullanıcıları yargı eliyle cezalandırmanın yolunu açacak yasal düzenlemeler hayata geçirilecekti. İletişim Başkanlığı eliyle yürütülen bu operasyonun ilk meyvesi 2020 yılının Ekim ayında yürürlüğe giren “İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” oldu. Kanuna göre, “sosyal ağ sağlayıcısı” olarak anılan platformların Türkiye’de bir temsilci bulundurması, şikâyet konusu olan içeriklerin kaldırılması, şirketlerin kendilerine yönelik başvurulara 48 saat içinde cevap vermesi, Türkiye kaynaklı kullanıcı verilerinin bu şirketler tarafından Türkiye’de depolanması zorunlu tutuldu. Bu kanunla birlikte, yaratılması arzulanan internet üzerindeki sansür mekanizmasının, platformları hesap verebilir hale getiren ilk ayağı kurulmuş oldu.

İktidar aradan çok zaman geçmeden bu sansür mekanizmasının diğer ayağı olan ve kullanıcıları cezalandırmayı hedefleyen diğer yasa taslağına hazırlanmaya başladı. Çalışmalar sonucunda ortaya çıkan “Basın Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” çeşitli maddeleriyle haber sitelerini hedef alsa da, teklifin en can alıcı ve niyetini belli eden maddesi şu şekildeydi:

“Sırf halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saikiyle, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli şekilde alenen yayan kimse, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır.”

Neyin gerçeğe aykırı olduğunu, neyin halk arasında endişe ve korku yaratacağını, neyin kamu barışını bozacağını kendilerinin belirleyeceği, kendi hakikatlerini hapis cezası tehdidiyle insanlara dayatacakları oldukça kullanışlı olan bu madde, bu yasa teklifinin özünü oluşturuyordu.

Kamuoyunda “dezenformasyon yasası” ya da “sansür yasası” olarak bilinen bu teklif, bu yılın bahar aylarında meclise gelse de görüşülmesi yeni yasama dönemine ertelendi ve geçtiğimiz hafta meclis açılır açılmaz iktidar bloğu teklifi yasalaştırmak için kolları sıvadı. Meclis görüşmelerinin ilk haftasında 15 maddesi hızla kabul edilen teklifin diğer maddelerinin iki hafta içerisinde meclisten geçirilmesi öngörülüyor.

Ahlaki panik ve dezenformasyon

İktidarın bu yasal düzenlemeleri hayata geçirmeden önce bir ahlaki panik kampanyası örgütlediğini söylemiştik. Bu olay bağlamında “ahlaki panik” kavramını, bir toplumsal sorunu (dezenformasyon) gerçekte barındırdığı tehditle alakası kalmayacak düzeyde abartmak, bu sorunun ortaya çıkarttığı ya da çıkartabileceği tehlikeleri aşırı bir temsille kamuoyuna sunmak ve kamuoyundan bu sorunla ilgili acil ve radikal önlemler alınması konusunda rıza devşirmek olarak tanımlayabiliriz.[1] İletişim Başkanlığı kurulduğu ilk günden itibaren internet ve sosyal medyayı daha yönetilebilir bir hale getirmek için dezenformasyon ve yalan haber üzerine bir ahlaki panik kampanyası başlatmış, gerçekten var olduğuna kimsenin itiraz etmeyeceği bu sorunu ve bu sorunun sonuçlarını elinden geldiğince abartmış, bu sorunun olası sonuçları üzerinden halkta endişe havası yaratarak sosyal medya konusunda atılacak adımlara bir dayanak sağlamaya çalışmıştır. Bunu yaparken elindeki medya gücünü, STK’ları, SETA gibi düşünce kuruluşlarını ve birtakım akademisyenleri de oluşturduğu söylemin yaygınlaşması için mobilize etmiştir. Erdoğan’ın şu açıklaması İletişim Başkanlığı’nın oluşturduğu söylemi iyi bir şekilde özetlemektedir:

“Özellikle sosyal medya mecralarının yaygınlaşmasıyla birlikte yalanın, üretilmiş haberlerin, dezenformasyonun hızla yayıldığını görüyoruz. Etkili bir denetim mekanizmasının olmadığı bu mecralardan yayılan bu tarz haberler sebebiyle milyonlarca insanın hayatı kararmaktadır. İlk ortaya çıktığında özgürlüğün sembolü olarak nitelenen sosyal medya, günümüz demokrasisi için ana tehdit kaynaklarından birine dönüşmüştür. Yükselen dijital faşizm ve yalan haber furyası karşısında bizim gibi dünyanın gelişmiş demokrasileri de teyakkuz halindedir. Gelinen aşamada dezenformasyon sadece bir milli güvenlik meselesi olmanın ötesine geçerek küresel bir güvenlik sorunu halini almıştır. Kamuoyunu doğrudan bilgilendirmek, dezenformasyon ve propaganda ile hakikat dairesinde mücadele etmek bu bakımdan önem arz ediyor. Vatandaşlarımızın doğru ve tarafsız haber alma hakkına halel getirmeden, insanımızı, özellikle toplumumuzun savunmasız kesimlerini yalana ve dezenformasyona karşı korumaya çalışıyoruz.”

2020’nin baharında Türkiye’de ortaya çıkan Covid-19 pandemisi bu ahlaki panik kampanyasının daha hızlı ve atak bir şekilde hayata geçirilmesine olanak sağlamış, iktidar bütün halk için önem arz eden ve doğru bilgilenmenin hayati olduğu sağlık gibi bir konuda süreci yönetmenin verdiği avantajla hakikatin tek temsilcisi olma misyonunu hayata geçirmeye, Sağlık Bakanı’nın verdiği bilgilere şüpheyle yaklaşanları bile kriminalize etmeye, pandemide ele geçirdiği bu “hakikat tekeli”ni yavaş yavaş sağlık dışındaki diğer alanlara yaymaya yönelmiştir. Kısacası pandemi, örgütlenen bu ahlaki panik kampanyasına güçlü ve meşru bir dayanak sunmuştur. Bu fırsatı değerlendiren İletişim Başkanlığı sansür mekanizmasını kurmak için kolları sıvamış, ikinci sosyal medya yasasını arzu ettiği vakitte çıkartamasa da, kendi bünyesinde “Dezenformasyonla Mücadele Merkezi” oluşturmuştur. Bu merkezin başına atanan İdris Kardaş’ın şu sözleri ise bütün bu stratejinin temel amacını çok iyi anlatmaktadır:

“Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın hakikat mücadelesi içerisinde yer almak büyük şeref.”

“Milyonlarca insanın hayatını karartan”, “demokrasinin en büyük tehditlerinden” birisi olan, bir “milli güvenlik” sorunu olmanın yanında küresel güvenliği de tehdit eden, en çok toplumun “savunmasız kesimlerine” zarar veren dezenformasyon ve yalan haber canavarını alt etmenin, halkı bu devasa tehlikelere karşı korumanın tek yolu etkili bir sansür mekanizmasıyla sosyal medyayı ehlileştirmek, hakikat tekelini iktidara bahşetmek, tek geçerli bilgi kaynağının resmî açıklamalar olduğu, bu açıklamalara şüpheyle yaklaşmanın bile dezenformasyon anlamına geldiği bir ortamı mümkün kılmaktır iktidara göre. Altun’un dediği gibi:

“Bu düzenlemeden ancak dezenformasyon yapanlar rahatsız olur. Bu düzenlemeden ancak yalan ve çarpıtılmış bilgilerle kamu düzenini bozmaya çalışanlar rahatsız olur. Bu düzenlemeden ancak sistematik yalan mekanizmalarına çomak sokulanlar rahatsız olur.”

Dezenformasyon kimin için tehdit?

Kendisini iletişim profesörü olarak tanımlayan Altun ve onunla birlikte çalışan iletişim akademisyenleri dezenformasyon ve yalan haber etrafında yürüttükleri ahlaki panik kampanyasının çerçevesini oluştururken, iletişim literatüründe son yıllarda revaçta olan kavramlara başvurmuş, bunları kendi amaçları doğrultusunda tek yönlü bir şekilde budamış, böylece kampanyaya bilimsel bir hüviyet kazandırmaya çalışmışlardır. Örneğin Altun, ikinci sosyal medya yasa teklifini savunurken şunları söylemiştir:

“Masa başında üretilen asparagas haber, sahte bilgi, kurgusal metin, montaj video ve fotoğraflar vasıtasıyla hakikat geri plana itiliyor, karartılıyor ve gölgeleniyor. (…) Hakikat ötesi çağda medyanın tüm türlerinde dezenformasyona karşı çetin bir mücadele yürütülüyor. (…) yanlış, eksik, hatalı, kurmaca, yanıltıcı bilgi ve sahte haberler, sosyal medyayı devasa bir ‘yankı odasına’ çeviriyor.”

‘90’lı yıllarda Batılı eleştirel entelektüellerin düşüncelerini, sonrasında Türkiyeli liberallerin post-Kemalist eleştirilerini kendi siyasi amaçları için kullanışlı hale getirip işe koşan bir gelenekten gelen bu isimler, benzer şekilde internet ve sosyal medyanın ortaya çıkarttığı sorunları anlama çabasındaki kavramlaştırma çabalarını da kendi dar siyasi çıkarları için araçsallaştırma yoluna gitmiştir diyebiliriz. Ancak burada söz konusu kavramların ve bu kavramların arkasındaki düşünsel temellerin bazı marazlar taşıdığını, bu marazların kavramları çeşitli iktidar odakları için kullanışlı kıldığını da söylemek zorundayız.

Lee Mcintyre, “Hakikat sonrası fikrine dair çarpıcı olan şey sadece hakikate meydan okunması değil, hakikate siyasal hâkimiyet kurmanın bir mekanizması olarak meydan okunmasıdır. İşte bu yüzden, hakikat sonrası fikrine dair esasen bilinmesi gerekenleri kavrayacaksak eğer, siyasetten imtina etmememiz gerekir”[2]derken tam da bu marazlardan birisine işaret etmektedir. Olgulardan ziyade duyguların ön plana çıktığı, insanların yalanı sahiplenmekle kalmayıp onu gönüllü olarak çoğalttığı bir döneme girişimizi sosyal medyanın doğal bir etkisi olarak açıklayan, yeni iletişim teknolojilerinin hakikat sonrası çağı doğurduğunu ve kitlelerin duygularına ve sadece inanmak istediklerine inanmaya zaten hazır olduğunu iddia eden bu “teknik” kavramsallaştırma, Türkiye’de gördüğümüz gibi, elindeki yönetim ve medya gücüyle alternatif bir hakikat yaratma gayesinde olan aktörler tarafından hızla sahiplenilmekte, bu alternatif hakikati hâkim kılmak için bir gerekçe olarak sunulmaktadır.

Evgeny Morozov’un[3] savunduğu gibi, egemen anlatı, dezenformasyon ve yalan haber sorununu siyasetten ve ekonomiden yalıtarak sorunsallaştırma yoluna gitmektedir. Batıda yalan haber üzerinden gelişen ahlaki panik, yalan haberlerin hızla yayılmasının temel nedeninin internet tekellerinin algoritmik yapısı olduğunu gizlemeyi ve yalan üzerine siyaset inşa eden yeni nesil popülist/otoriter/faşist siyasetlerin güçlenmesinin siyasi, ekonomik ve toplumsal nedenlerini görünmez kılarak bunları yeni bir teknolojik alanın istenmeyen yan etkileri olarak etiketlemeyi amaçlamaktadır. Buna göre bütün bu sorunların arkasında herhangi bir güç sahibi fail (şirket, siyasi lider, vs.) yoktur, sadece kullanıcı konumundaki kalabalıklar vardır.

Böylece dezenformasyon ve yalan haberin bu denli yaygınlaşmasının faturası sıradan insanlara kesilmekte, yalan üzerinden yükselen aşırı sağ siyasetin güçlenmesi ise sıradan insanların sosyal medya aracılığıyla en geri duygularını ifade edebilmesiyle açıklanmaktadır. Bu nedenle dezenformasyonu teknik bir sorun olarak kodlayan internet tekelleri, startup camiası ve liberal akademisyenler bu sorunu ancak teknik bir çözümle ortadan kaldırabileceklerini iddia etmektedir. Dünya genelinde son on yılda yaygınlaşan ve sosyal medyada yayılan haber ve görüntüleri teyit etme işiyle ilgilenen fact-checking (doğruluk kontrolü) endüstrisi bu tekno-çözümcü zihnin bir çıktısıdır. Ancak bu endüstrinin şimdiye kadarki performansı değerlendirildiğinde, zaten kârlı bir sorun olan yalan haberin üzerinden yine kârlı bir iş sahası yaratıldığı, Facebook’la işbirliği yapan doğruluk kontrolü şirketlerinin, bu platformdaki yalan haberlerin yıkıcı etkisini azaltmaktan ziyade şirketin marka değerine katkı yaptıkları söylenebilmektedir. Nasıl ki bir mesajın hızla yayılması ve olabildiğince çok etkileşim alması (ki yalan haberlerin etkileşim alma olasılığı daha yüksektir) Facebook için kârlı bir olaysa, doğruluk kontrolü endüstrisi için de yalan haberin “tehlikeli” bir düzeyde varlığını sürdürmesi bir o kadar kârlı bir meseledir. Zaten sürdürülebilir bir gelir modeli kurma peşindeki bir girişim için ana güvence çözme iddiasında olduğu sorunun sürekliliğidir.

Jodi Dean’in sosyal medyada paylaşılan, içeriğinden bağımsız şekilde, her mesajın maddi olarak aynı değeri taşıdığını iddia etmesine benzer bir şekilde,[4] yalan habere dair, siyasetten imtina eden, bu teknik anlatı için de sosyal medyada akışa sürülen her dezenformasyon ve yalan haber aynı değeri taşımaktadır. Yani herhangi bir kullanıcının internette bulduğu bir fotoğrafı Twitter hesabından “Tekirdağ’da şarap çeşmesi yaptılar” diyerek paylaşması ile iktidar partisinin elindeki medya ve troll gücüyle bir muhalefet milletvekili hakkında dezenformasyon kampanyası başlatması arasında maddi olarak bir fark yoktur. Hepsi teknik bir çözümle karşılanması gereken basit sapmalardır. İşte Altun ve ekibinin kendi ahlaki panik kampanyaları için bu kavramları böylesine kolay araçsallaştırabilmesinin bir nedeni de, bu kavramların siyasetten ve ekonomiden uzak bir şekilde teknik bir eleştiri üzerinden yükselmesidir.

Oysa, “sahte haberler internetin bir ürünü değildir: Aksine, enformasyonu kendi çıkarları doğrultusunda manipüle etmeyi âdet edinmiş kesimler tarafından yeni teknolojilerin manipüle edilmesidir”.[5] Yani bir kullanıcının daha fazla takipçi kazanmak için kuşların kalp şeklinde uçtukları kurgu bir videoyu gerçek gibi paylaşması ya da bir gazetecinin güvenilir olmayan bir kaynaktan aldığı bilgilerle iktidar hakkında doğru olmayan bir haber yapmasıyla iktidar elitlerinin ellerindeki devlet gücünü kullanarak bir dezenformasyon kampanyası yürütmesi ya da yetki sahibi birinin bizzat dezenformasyon yapması arasında ciddi bir fark vardır. Örneğin, internetin henüz olmadığı dönemlere gidersek, 6-7 Eylül pogromunda İstanbul Ekspres gazetesinin yaptığı yalan haber olayların gelişmesinde önemli bir rol oynamış olsa da, bu yalan haberi önemli kılan başlı başına yalan olması değil, iktidar desteğiyle kurgulanmış, desteklenmiş ve bir bağlam içerisinde planlanmış olmasıdır.

Özetlersek, dezenformasyon ve yalan haber sorunu etrafında yaratılan ahlaki panik, bu sorunlardan kazanç/çıkar sağlayan internet tekelleri ve siyasi iktidarların failliğini gizlemekte, suçu belirsiz bir toplama atmaktadır. İletişim Başkanlığı eliyle örgütlenen ahlaki panik ve sonrasında hazırlanan yasalar sosyal medyada üretilen bütün dezenformasyonları aynı düzlemde değerlendirmekte, örgütsüz, rastlantısal, çoğunlukla mizaha ya da eğlenceye dayalı, elinde bir güç bulundurmayan kullanıcılar tarafından yaratılan dezenformasyonu bahane ederek, iktidar lehine örgütlü bir şekilde üretilen, tek bir merkezden planlanan, sayısız gazete, radyo ve televizyonla desteklenen, elinde devletin imkânlarını barındıranların çıkarlarını korumak için üretilen ve bu imkânların varlığı nedeniyle tehlikeli sonuçlar üretmesi muhtemel olan dezenformasyona sınırsız bir alan açmayı hedeflemektedir. Dezenformasyon bu nedenle, tam da iktidarın gemisinde olmayanlar için ciddi bir tehdittir ve halihazırda mecliste görüşülen ikinci sosyal medya yasası bu tehdidi büyütmekten başka bir işe yaramayacaktır.

 

NOTLAR: 


[1] Bu konuyla ilgili bkz. Stanley Cohen, Halk Düşmanları ve Ahlaki Panikler, çev. Deniz Türker, Heretik Yayınları, 2019.

[2] Lee Mcintyre, Hakikat Sonrası, çev. Mehmet Fahrettin Biçici, Tellekt Yayınları, 2019, s. 22.

[3] Evgeny Morozov, "Moral panic over fake news hides the real enemy – the digital giants", The Guardian

[4] Jodi Dean, Democracy and Other Neoliberal Fantasies: Communicative Capitalism and Left Politics, Duke University Press, 2009, s. 27.

[5] James Bridle, Yeni Karanlık Çağ: Teknoloji ve Geleceğin Sonu, çev. Kemal Güleç, Metis Yayınları, 2020, s. 241.