Claudio Morandini: Günümüzdeki edebî eserlerde doğanın gizli, korkutucu, anlaşılmaz taraflarının ihmal edildiğine inanıyorum
01 Mart 2018 15:28
İtalyan yazar Claudio Morandini ile geçen ay yayımlanan Kar, Köpek, Ayak kitabı sayesinde tanıştık. Vahşi yaşamın içindeki kulübesinde tek başına yaşayan, yaşlı ve deyim yerindeyse kaçık bir adamın, Adelmo Farandola’nın hikâyesini anlatıyor Morandini bu kısa romanında. Biz de Morandini ile Adelmo Farandola’yı, dağları, gerçek-kurgu ilişkisini, kitaba nüfuz eden mizahı ve pek çok şeyi konuştuk…
Kitabın en sonunda, başınızdan geçen bir hikâyeyi ve kitabı yazmanıza sebep olan anınızı anlatıyorsunuz. Gerçek ve kurgu çizgisine okuru çekerken neyi amaçlamıştınız?
Aslında başıma kitabın sonundaki gibi bir olay gelmedi, yani dağda yürüyüş yaparken bana taş atan yaşlı, huysuz bir adamla gerçekten karşılaşmadım. Bu, insanın gerçek hayatta tecrübe edebileceği bir olay olsa da tamamen hayal ürünü. Kitabın son sayfalarında yapmaya çalıştığım şey, edebî kurgu ve gerçek arasındaki güvenilmez sınırlar üzerinde okurla oyun oynamaya biraz daha devam etmekti. Birçok okur bana, başlarına benzer bir olayın geldiğini anlattı ve bu da kitabın sonundaki hikâyeyi biraz daha gerçekçi kılıyor.
Peki, neden böyle bir ihtiyaç duydunuz?
Okura, hikâyeyi anlatan ses hakkında daha fazlasını söylemeye ihtiyaç duydum. Adelmo Farandola’yı takip eden, onun karmaşık düşüncelerini tahmin etmeye çalışan, hareketlerini gözlemleyen, -tümüyle başaramasa da- bunları anlatmaya, bu karışıklığı düzene sokmaya, tüm bu dağınıklığı tarif edebilmek için doğru kelimeleri seçmeye çalışan ses kime aitti? Son sayfalar, aslında, kendi sırası geldiğinde bir şekilde kitabın karakterlerinden birine dönüşen anlatıcının kısa hikâyesi. Onun da biraz olsun keyif almaya hakkı vardı.
Ama bir taraftan da kurgusal dünyayı somut gerçeklerle kırma riski taşımıyor mu bu durum?
Benim için gerçek ve kurgusal dünya birbiriyle iç içe. Kurmaca, gerçek olandan ve gerçeğin üzerine düşünerek doğar. Ve gerçek, çoğunlukla kurgulanandan daha şaşırtıcıdır: bunu fark etmek için etrafa çok dikkatli bakmak, taşların altına ya da köşelerin ardına göz atmak yeterlidir. Bununla birlikte, romanın son sayfalarını, okurun Adelmo Farandola’nın gittikçe derinleşerek gerçekten uzaklaşan düşünce dünyasından sıyrılmadan önce içine girip soluklanacağı bir çeşit basınç odası gibi tasarladım.
Bir tarafta teknoloji ve modernleşme var, diğer yanda vahşi yaşamda yalnız, ilkel ve dediğiniz gibi gerçeklikten uzaklaşan bir insan var. İnsan, bu koşullarda ne kadar güçlü? Adelmo Farandola neyi simgeliyor bu hikâyede?
Kar, Köpek, Ayak ilk bakışta modernleşmeyi reddeden, dağ ile daha sağlıklı, doğrudan bir ilişki kurmayı amaçlayan bir hikâye gibi gözükebilir ama bunun böyle olmadığı birkaç sayfa sonra fark edilecektir.
Adelmo Farandola, kesinlikle geleneksel köy yaşantısını temsil eden bir örnek değil. Hatta o, geleneksel olan her şeyi reddediyor (örneğin, yaşlı adamın kulübesi hiç kullanmadığı tarım aletleriyle dolu). Adelmo, dağları konu edinen çoğu edebiyat ürününde karşımıza çıkan sabırlı, bilge ihtiyarların tam zıttı bir karaktere sahip; o, deli, korkutucu, ne yapacağı belli olmayan, çılgın, hatta mide bulandırıcı biri. İnsanları kendinden uzak tutmak istiyor. Tam ona biraz sevgi gösterebileceği, onu anlamaya başlayacağı sırada, kabul edilemez, anlaşılamaz davranışlarıyla okuru bile kendinden uzaklaştırıyor. Davranışları onu gizemli ve anlaşılmaz kılıyor. Benimle kurduğu ilişki bile böyleydi. Sınır tanımayan, kararlı kaçışı, Adelmo'yu her türlü yorumlama ve ehlileştirme girişiminden korudu. İhtiyarın kendini toplumdan böylesine geri çekişi, köy yaşamında artık çoktan kaybolmuş bir alışkanlık gibi değil; onun davranışları ilkel, hatta insanlık dışı bir seviyede. Önce insandan hayvana, sonra da cansız bir varlığa dönüşmek istiyor.
Doğadan gittikçe uzaklaştığımız bir çağda yaşıyoruz. Fakat sizin karakteriniz hem doğaya kaçmış biri hem de doğanın kendisi de güçlü bir karakter olarak karşımızda. Sizce edebî eserlerde doğanın gücü ve varlığı göz ardı ediliyor mu?
Günümüzdeki edebî eserlerde doğanın gizli, korkutucu, anlaşılmaz taraflarının ihmal edildiğine inanıyorum. Doğayı, sevecen taraflarıyla tarif ederken, bir yandan da, gerçek yaşamda onu sarsıcı bir şekilde değiştirip tahrip ediyoruz. Benim okuduğum, doğadan esinlenerek yazılmış yazılarda çok fazla cennet tasviri, duygusallık ve turizm var. Korkunç yönlerini gizlemeden dağlardan bahseden az sayıdaki yazarın arasında benim için çok önemli olan İsviçreli bir yazar var: Charles-Ferdinand Ramuz. Onun hikâyeleri, gizemli işaretlerle dolu acımasız vadilerde kaybolan sıradan adamlardan bahsediyor. Bunlar belki Tanrı tarafından gönderilen işaretlerdir, belki de öyle değildir. Ben de romanımda insandan çok daha güçlü, acımasız bir doğayla hiç bitmeyen bir mücadele içinde olan yalnız, çılgın bir adamın hikâyesini anlatmaya çalıştım. Bu adam, hem doğanın bir parçası olmak istiyor hem de ona meydan okuyarak sürekli karşı savaşıyor. Doğa, karın ve dağların çıkardığı bir yığın farklı sesi kullanarak, kayaların üzerindeki ölü hayvan kalıntıları ve hayvanların lisanı aracılığıyla onunla konuşuyor ama Adelmo onun itirazlarından, kendisine karşı çıkışından başka bir şey duyamıyor ve doğaya aynı şekilde karşılık veriyor.
Neden böyle?
Bilmiyorum. Roman böyle bir yoldan gidiyor. Bu konuyla ilgili ortaya koyacak bir tezim yok; benim sadece anlatacak gizemli, biraz rahatsız edici küçük bir hikâyem vardı.
İnsanlardan kaçmak ve doğaya sığınmak kimlerin alabileceği bir risk sizce? O, kitabın sonunda bahsettiğiniz dağa doğru yürüyen adam gibi dağlı adamlarda ve Adelmo Farandola’da gördüğünüz ortak özellikler nelerdi?
Daha önce de ifade ettiğim gibi, kitabın son sayfalarındaki dağlı adam, bir hayal ürünü olmanın yanı sıra, gerçek hayatta karşılaşılabilecek bir kişi. Dağlardaki vadiler bu tür yalnız adamların gizlenebileceği ideal yerlerdir. Adelmo ise alışılmış sınırları hayli aşan farklı biri. Onun modern toplumu reddedişi bir süre sonra insanlığı ve insanlarla temasa geçmeyi reddetmeye dönüşüyor. Elbette, azla yetinmeyi biliyor ama gerçekten kendi kendine yetebilmeyi beceremiyor. Eğer bunu başarabilseydi yiyecek satın almak için köye inmezdi. Adelmo, yaşantısını mümkün olduğu kadar az kaynak kullanarak sürdürmeyi gönüllü olarak tercih eden biri değil; o, ihtiyacı olan şeyleri doğadan koparan ya da onları gerektiğinde yasalara karşı çıkarak elde eden bir adam. Hayatta kalmanın yöntemlerini bilmiyor ama belki de bunlar zaten işine yaramayacak; çünkü o, hayal ve gerçek, yaşam ve ölüm, yukarısı ve aşağısı arasındaki belirsiz bir sınırda hareket ediyor. Adelmo Farandola’nın gücü belki tam da bu kendini reddetme, tanımlamaz kalmak için inat etme davranışında gizlidir.
Peki, bu çılgın adama ne kadar yabancılaşabildiniz yazarken? Bir yaratıcı olarak Adelmo Farandola ile aranızda ne kadar mesafe bıraktınız?
Aramızda çok fazla mesafe var. Benim için kendimi farklı, hatta kendi yaşantıma zıt yaşantıların hikâyeleriyle ölçmek önemli. Yazarlar genellikle tecrübelerine çok yakın olayları anlatır; kendilerine çok benzeyen, kaynağını kendi küçük dünyalarından alan ve çektikleri acıları yansıtan karakterler yaratır. Benim yaşantım o kadar sakin ve sıradan ki onu anlatmaktan sıkılırım. Kendinden bahsederek evrensel olabilmek için Proust gibi dev bir isim olmak gerekir. Adelmo Farandola benim için bir çeşit meydan okumaydı, çünkü o benim gibi şehre yerleşmiş birinin olmadığı, asla olmak istemeyeceği her şeyi yansıtıyor. Diğer taraftan, kitabı ilgi çekici kılan şeyin de burada ortaya çıkan anlam arayışı, insanın gizemli yönleri üzerine kafa yorma çabası olduğuna inanıyorum.
İroni de kitabın ana bileşenlerinden. Ne tür bir açığı doldurdu bu romanda?
İroni, benim için etrafı ve kendimi gözlemlemenin bir yolu. Alaycı bir tabiatım var ve bunun bir hikâyeyi anlatmak için etkili bir yol olduğuna inanıyorum. Mizah, sizi karşılaştığınız durumların dışında tuttuğu gibi, aynı zamanda, sizi onların bir parçası hâline getiriyor. Gülümsetiyor ama olayların trajik tarafını gizlemiyor; içinde hem küçük bir çocuğun hayret dolu gözleri hem de bir ihtiyarın kederli bakışları var. Gerçek ve anlamlı bir mizah, kolay kabul görmüş gelenekleri alaşağı ederken beklentilerle de acımasızca oynar, toplumsal ahlak kurallarının ya da sosyal çıkarların görmek istemediklerini vurgular; onun cüretkâr, yaratıcı ve şaşırtıcı bir tarafı vardır. Benim için günümüzde realizmi gerçek anlamda yansıtmanın en iyi yolu ironi, çünkü mizah gerçeğin hiçbir yönünü gizlemez.
Peki, Beckett’in tüm bunlarla bir ilgisi var mı?
İtalya’da bile bazı eleştirmenlerin Adelmo ile köpeğin Godot’yu Beklerken oyunundaki iki karakter gibi konuşup iletişim kurduğuna dikkat çektiği göz önünde bulundurulursa, sanırım bu sorunun cevabı “evet.” Gerçi, köpek Beckett’in iki karakterinden daha geveze. Ben böyle bir şey planlamamıştım, elbette, ama biz yazarların, Beckett, Joyce, Svevo gibi ustaların torunları olduğumuzu söylemenin yanlış olmayacağını düşünüyorum. Romanın birçok bölümünü absürt tiyatro sahnesi gibi hayal ettiğimi itiraf etmeliyim; bu yüzden gaflar, dil sürçmeleri, belirsizlik, tekrarlar, yanlış anlaşılmalar, konu dışı sözler, sessizlik ve safsata gibi “farklı” detaylar diyaloglardaki en dikkat çekici ögeler oldu.
Dilin gücü ne ölçüde devreye girdi yazarken? Kurgu ve dil ekseninde kendinizi hangisi üstünde daha yoğun çalışırken/düşünürken buluyorsunuz?
Her ikisi de merkezde. Yazarken özellikle hikâyeye ya da daha çok olayların gelişimine odaklanıyorum. Hikâyenin tüm planını oluşturan genel hatlar beni pek ilgilendirmiyor. Metni ikinci kez okurken dil üzerinde, daha doğru kelimeler ya da daha çok çağrışımı olan kelimeler üzerinde, belirginlik ve belirsizlik arasındaki hassas denge, sözcüklerin taşıdıkları ton ve yan anlamlar üzerinde titizlikle çalışmaya başlıyorum. Fakat bazen bazı kelimeler hikâyedeki belli bir bölümün kaynağını oluşturacak kadar çağrışım yapabiliyor zihnimde. Örneğin, “sfasciume*” gibi teknik bir terimin çağrıştırdıkları, sayfalarca süren bir manzara tasviri yazmamı sağladı.
Tam da bu noktada sormak istediğim bir şey var. Dino Buzzati ile aranızda bir benzerlik kuruluyor. Ne düşünüyorsunuz bu konuda? Bu tür benzetmeler yazarlar için nasıl bir etkiye sahip dersiniz?
Dino Buzzati, İtalya’da -aslında oldukça yanlış bir şekilde- çocuklara hitap eden bir yazar olarak görülüyor. Öğretmenlerin çoğu, onun kitaplarını 12-15 yaşları arasındaki öğrencilere tavsiye eder. Aslında, Buzzati, yetişkinler tarafından yeniden okunmalı çünkü onun yazılarında gençlerin algılayamayacağı ya da kabul edemeyeceği trajik, takıntılı, aykırı ve kederli bir altyapı var. Buzzati’nin en çarpıcı dağ hikâyeleri, Yaşamdan da Üstün, Tatar Çölü gibi pek de ön planda olmayan romanlarında yer alıyor. Bunlarla birlikte, yazarın Yaşlı Ormanın Gizemi ve Dağların Adamı Barnabo gibi ilk romanlarındaki büyülü, masalsı atmosferi de Kar, Köpek, Ayak’ta izler bıraktı.
Kitabınız İngilizce macerasına başlamadan önce ilk olarak Fransızcada sonra da Türkçede okurla buluştu. Özellikle bazı yazarların daha çok okurla buluşmak için eserlerini İngilizce kaleme aldıklarını düşünürsek, bu size ne ifade ediyor?
Aslında ilk çeviri Fransızca oldu. Bu çeviriyi, Şili’de yayımlanmak üzere yapılan İspanyolca çeviri takip etti. Ve sonra da Türkçe çeviri geldi. Şu sıralar, doğası gereği diğer dillerden çeviri yapmaya pek eğilimi olmayan Anglosakson yayın dünyasında oluşan bir ilgi ve iyi sonuçlanacağını umduğum, devam eden görüşmeler var. Umarım Kar, Köpek, Ayak tüm dillerde ilgi çekici, eğlenceli ve biraz huzursuz edici bir yansıma bulur. Ben bu hikâyeyi İtalyanca düşünerek yazdım ama içinde evrensel edebiyata, sinemaya, tiyatroya göndermeler var. Kitabın içinde ayrıca Ramuz’nün oldukça özgün bir Fransızcayla yazdığı yazıların yansıması, Chaplin’in filmi Altına Hücum’dan, Beckett’ten ve -kitabın sonunda da bahsettiğim- Romanş dilinde yazan İsviçreli bazı yazarlardan izler var.
Coğrafî belirsizlik de göz önünde bulundurulunca, hikâye aslında bir “İtalyan hikâyesi” değil. Romanın her dilde yeni seslerle zenginleşeceğini biliyorum. Örneğin, Molière tiyatrosunun vokal özelliklerinden yararlanarak adam ve köpek arasındaki diyalogların teatral yönünü öne çıkaran harika Fransızca çevirisini keyifle okudum. Bunu düşününce, romanın Türkçe çevirisini tecrübe edemeyeceğim için gerçekten çok üzülüyorum.
Peki, sona yaklaşırken, takip ettiğiniz isimler kimler? Kimlerden ilham alıyorsunuz?
Sevdiğim, tarzımı şekillendiren çok yazar var. Kitapta bahsettiklerimden başka, aklıma ilk gelenler: Laurence Sterne, Aldo Palazzeschi, Tommaso Landolfi, Jonathan Swift, Petronio, Italo Calvino... Bu yazarların hepsi, ince bir mizah anlayışına sahip olmanın yanı sıra, yeni formlar oluşturmayı başaran, dile ve biçeme yenilikler getiren kişiler. Ayrıca Jacques Tati’nin filmleri, ipucu veren küçük detaylara bakışımı geliştirmeyi ve asla acele etmemeyi öğretti bana. Ve Stravinskij ya da Berio gibi eski ve farklı tarzları kullanan besteciler, tasarım sürecinde karşılaştığım sorunlar üzerinde düşünürken bana yardımcı oldu. Kar, Köpek, Ayak’ın bir sonat -ya da boyutu düşünüldüğünde küçük bir sonatin- gibi üç farklı tempoda (Allegretto-Adagio-Allegro) yazılması bir rastlantı değil.
Son soru: ödüllü bir yazarsınız, ödüller itici güç mü yoksa daha iyi yazma konusunda gerilim yaratan bir handikap mı? Ne dersiniz?
Ödüller, özellikle de önemli eleştirmenlerin ve tutkulu okurlardan oluşan jürilerin takdiriyle kazanılan ödüller, tanınmak için önemli. Kitabın varlığını sürdüreceğini, okurla konuşmaya devam edeceğini, okur ve yazar arasında güvene dayalı özel bir ilişki kurulduğunu hissetmenizi sağlıyor. Ödüller benim yazma özgürlüğümü ve edebî geleneğin izinde yeni form ve çözüm arayışımı pekiştirmiş oldu.