Claudio Magris’in dünyası

"Sınırın, kimliklerin ve tarihin bulanıklığı Magris’in önemli konularından birisi. Zaten ilgilendiği bölge kimlik çatışmalarının savaş alanlarından birisiydi ve hâlâ da alttan alta öyledir. Sınırlar bir lanettir ama sınır olmadan kimlik, şekil ve varlık da mümkün olamaz..."

25 Ağustos 2022 22:00

Orta Avrupa, Claudio Magris’in de vurguladığı gibi bir ruh durumu ve bir savunma uygarlığıydı. Tuna kültürü, dünyanın tehdidi altındakiler, hayatın saldırısına uğrayanlar ve acımasız gerçeğin içinde kaybolmaktan korkanlar için sığınılacak bir kaleydi. Dahası, zamanın akışına, hatta dünyanın değişmesine karşı eskisi gibi kalma gayretiydi.
 
Satürn’ün Halkaları’nda Sebald’ın artık yok olmuş uyduların gezegenin etrafında dolaşmaya devam eden parçalarını işaret ediyor oluşu gibi, Magris’in anlattıkları da artık var olmayan Mitteleuropa’nın, eski ve görkemli Orta Avrupa duygusunun etrafında geziniyor.
 
Torino
Magris 1939’da doğduğunda II. Dünya Savaşı çıkmak üzereydi, Trieste çoktan Habsburg dünyasının dışında kalmıştı ve zaten ortada Avusturya-Macaristan diye bir imparatorluk da kalmamıştı. Yine de Magris, Torino’da Alman dili ve edebiyatı okudu ve bu yıllardan itibaren Almancanın dünyasından kopmadı; kitapları da, denemeleri de Orta Avrupalılar ve Almanca yazanlar üzerine odaklandı. Ama Torino bir yandan da İtalyan işçi sınıfını hareketinin merkezlerinden birisidir. Alman kültürü ve işçi hareketi Magris’in hayatının iki başat çizgisi olarak kaldı.
 
“Torino’da Germanist olmak, kaderde moderniteyle, Marksizmin beşiği ve ütopyasının güçlü ve zayıf yanlarının tarihî ve ideolojik sahnesi olan Almanya’yla hesaplaşmak anlamına geliyordu. Thomas Mann’ın dediği gibi, Hölderlin okuyan bir Marks hayali, yani dünyanın yabancılaşmadan kurtarılmış nesriyle, kalbin şiiri arasındaki uzlaşma, modern Alman edebiyatının temellerinden biridir ve bu hayal Torino kültüründe sonuna kadar yaşanmıştır.” (Mikrokozmoslar, s. 124)
 
Magris, Alman edebiyatının başka hiçbir edebiyatının yapamadığını yaptığını, modernleşmenin karakterini, insanı ve dünyayı radikal bir şekilde değişime uğratmasını, gerçek hayatın aranışı ve sürgünü açısından anlamını yakaladığını söylerken doğa ve kültür arasındaki bölünmenin kültürde neden olduğu huzursuzluğu da vurgulamaktan geri kalmaz. Ona göre Alman kültüründe huzursuzluğun bilinci ve onu iyileştirmeye karşı bir mesihe duyulan cinsten bir özlem de mevcuttur. Öbür yandan Torino geleneğine sadık kalarak her şeyin sonunda dünyayı değiştirme çabasının ihanete uğramış mağluplarını pek çok başkası gibi aşağılamaktan da uzak durur; onların “kendi hayallerinin yıkılışını sorumsuz entelektüel hürriyetler için bir yetki olarak görmeyen” vasıflarının, “günümüz Marksizm yoksunlarının şımarıklığından” çok farklı olduğunu söyler:
 
“Dünün sürgünlerinin o efkârlı ama kararlı duruşları, günümüz şartlarında doğru şekilde yaşamamıza yardımcı olabilir. İnsanın kendi anne babasını kaybetmesi ne kadar normalse, ideolojiden yoksun hale gelmek de o kadar normaldir; acı dolu bir dönemdir ama kaybedilen babaya saygısızlık edilmesini gerektirmez, çünkü onun öğrettiklerinden ayrılmak anlamına gelmez.” (Tuna Boyunca, s. 202)
 
Yazarın kitapları boyunca Nietzche’ci an fikriyle süreğenliğin sağlamlığı arasında salınıp dursa da, anlardaki patlamalardan çok istikrardan, süreklilikten ve sakinlikten yana olduğu sezeriz. Bu muhafazakârlık eğilimine rağmen bütün gelgeç akımlara karşın sahih olana serinkanlı bir bakıştan da geri durmaz.
 
“Çağımızda destan, yani ölümle yüzleşirken bile kahramanlık ve sadelik gösterme yeteneğini insana sunan o bütüncül görüş, daha ziyade işçi sınıfına özgü bir özelliktir; çağdaş İlyada kahramanları da –hâlâ– varoldukları yerlerde işçi sınıfından, işçi sınıfının yalın ve temel meşakkatinden doğabilir.” (Tuna Boyunca, s. 283)
 
Yolculuk
Magris yolculukla kültür tarihini birleştirdiği kitaplarıyla öne çıktı fakat amaçsızca gezip durmak Katolik gelenekte pek de hoş karşılanan bir şey değil. Magris bu nedenle bir yandan da hafiften rahatsız gibidir. Yolculukta yolculuğun anlamı da pek çok kez masaya yatırılır: “Yolculuk yapmak da hikâye anlatmak veya yaşamak gibi, bir şeyleri ihmal etmek demektir” veya “seyahat etmek aynı zamanda unutulmaya karşı verilen beyhude bir mücadeledir”. Sık sık da romantizmin meşhur ânının yolculuklarda kendini gösterdiğine şahit oluruz:
 
“Bütün yolculuklar –bizim Dillingen’e yürüyüşümüz de– yoksunluğa karşı bir direniştir, çünkü bir yere ulaşmak için değil, yolculuk yapmak için yolculuk yapılır ve oyalanmalarımız arasında saf şimdiki zaman anları ışıldar.” (Tuna Boyunca, s. 87)
 
Ama zaten Weininger de bizzat yolculuk yaparken, yolculuk yapmak ahlaksızlıktır demişti. O yüzden Magris gibi bu tür çelişkileri hoş görebiliriz, zira gevşemeyi ve nihayetinde suskunluğa ulaşmayı arzuluyoruzdur:
 
“Her yolculukta Güney’den bir şeyler vardır, dinlenme zamanı, rahatlama vardır, dalganın hareketi gibidir. Kıyılarındaki öksüzlere önem vermeyen Tuna, denize doğru, o büyük kanaate doğru akar gider.” (Tuna Boyunca, s. 15)
 
 
Miras
 
Yolculuklar ve onu çevreleyen kültür tarihi Magris’in doğduğu Adriyatik kıyılarındaki Trieste ile kuzeydeki Tuna arasında gidip gelir. Eskiden aynı imparatorluğun sınırları içindeki bu topraklardaki geziler haliyle geçmişte kalmış bir kültür evrenine seyahattir. Magris bu iki alanı yine de birbirinden ayırmayı tercih ediyor; “Adriyatik Denizi ile Tuna Nehri, deniz ile Mitteleuropa kıtası, hayatın iki zıt ama birbirini tamamlayan senaryosudur”. Bu iki alan Habsburg, Avusturya-Macaristan sınırları içinde kaldığında bile iki ayrı dünyaya aittiler. Orta Avrupa’nın katılığı ile Adriyatik’in gevşekliği eskiden bile iki ayrı dünyaydı ve iki dünyayı birleştiren imparatorluk bürokrasisi ve Almancaydı. Ama Adriyatik kıyıları denizin varlığıyla taçlanmıştır:
 
“Deniz insana mücadele ederken bile yenilgiyi kabul etme özgürlüğünü öğretir; iktidarsızlık saplantısının bir işareti olan kendini kanıtlama ve zafer kazanma takıntısından kurtarır.”
 
Belki telaşsızca mendirekte oturup denizi seyretmek de bekleme sanatına dahildir. Kıyılarda gezinme bize daima yazın ılıklığını, gevşemeyi ve boş zamanı getirir:
 
“İlk defa, yüzüncü defa; her yaz eşsizdir ve tekrarlanamaz, yazlar tespih taneleri misali ardı ardına sıralanır, zaman onları kumsaldaki taşlar gibi pürüzsüz hale getirir ve her birinin arasında sonsuzluk oluşur.”
 
Denizde ve yazda hep bir avarelik tadı vardır ama Magris’in penceresinden deniz bile, Kuzey İtalya bile Alman dili dünyası penceresinden görülür, denizde bile Orta Avrupa tartışılır, deniz avareliği çağrıştırır ama zaten Magris’in deyişiyle Avusturyalılıkta da bir avarelik vardır, orada yaşamak öngörülen ama hiçbir zaman bilinmeyen bir ülkeyi bekleme sanatıdır.
 
Magris ne postmodernizmden hoşlanıyor ne de avangardizmden. Ilımlı bir ahlakçılıktan, daha çok da geçmişin, kıyıda köşede kalmışların gözetilmesiyle kendini hissettiren, insanı sık sık tebessüm etmeye teşvik eden bir ahlakçılıktan söz ediyoruz. Tek tek bireyleri ezen tarihin ve zamanın arkada bıraktıklarına gösterilen şefkatte kendini gösteren bir ahlak anlayışı da diyebiliriz buna. Sınırların ve bayrakların hızla değiştiği bölgede bu tavır kendini zorunlu olarak geçmişe ağıtta buluyor ve Orta Avrupa’nın gerçekte ne olduğu sorusu yolculukların her adımına eşlik ediyor:
 
Mitteleuropa yine de Katolik’tir ve Yahudi’dir ve bu iki unsurdan biri olmadığı zaman aksak kalır (...) Yahudiler olmayınca Almanlar, organizmaya gerekli olan bir maddeden yoksun bir vücut gibidir; Yahudilerin kendine yeterliği daha güçlüdür, lakin her Yahudi’de bir Almanlık vardır. Her çeşit etnik saflık raşitizme ve guatra götürür. Bütün barbarlıklar gibi Nazizm de aptalcaydı ve kendi kendini yok etti. Milyonlarca Yahudi’yi katlederek Alman uygarlığını sakat bıraktı, Mitteleuropa uygarlığını belki de sonsuza dek parçaladı.” (Mikrokozmoslar, s. 173)
 
İmparatorluk düşüncesi bir yoksunluk duygusu olduğu gibi efsanevi geçmişten besleniyor, uzak ve silik bir ihtişama dayanıyordu. Böyle bir içe bakış sonuçta büyüleyici bir kendini kötüleme halini alır. Avusturyalı olmanın tanımlanamayacağı keşfedilir ve “Avusturyalılar bu tanımlanamazlıkta da kuraldışı olduğu için tatmin edici olan asıl özlerini bulurlar.” Bir Germanist olarak Magris’de sık sık Tuna ve Ren karşılaştırmasını görebiliriz. Yani Orta Avrupa ile Germenlik arasındaki tartışmalı bağı. Yine de Orta Avrupa bizi sükûnete davet eder:
 
“Savunma ve hareketsizlik stratejisi, kazanmayı değil hayatta kalmayı amaçlayanların, yetersizlik ile bilgeliğin sembiyozu, kurnaz bir tedbirlilik ve ileri görüşlü strateji haline dönüşen hareket kabiliyetsizliği, normal davranış halini alan tereddüt ile çelişki, sonu gelmez çatışmaları kabullenme gücü ile karışmış barış ve huzur arzusu. (Tuna Boyunca, s. 136)
 
Anlaşılacağı gibi Magris kendisini Habsburg’un vârisi olarak görüyor; gelecek olmadan, tarihsel devamlılık olmadan yaşamaya çalışmanın yaşamak değil, sadece hayatta kalmak olduğunu biliyor, hep bu durmuş oturmuşlukla bilinmeyene açılma arasında gidip geliyor.
 
 
Kimlik
 
“Tarih aynı zamanda bir taşınmadır, eşyanın tavan arasından çıkarılıp salona yerleştirilmesi veya tekrar tavan arasına kaldırılmasıdır.” Sınırın, kimliklerin ve tarihin bulanıklığı doğal olarak Magris’in önemli konularından birisi. Zaten ilgilendiği bölge kimlik çatışmalarının savaş alanlarından birisiydi ve hâlâ da alttan alta öyledir. Sınırlar bir lanettir ama sınır olmadan kimlik, şekil ve varlık da mümkün olamaz: “Kimlik bir iradenin ürünüyse, kendi kendisinin de inkârıdır, çünkü olmadığı bir şeyi olmak isteyen, dolayısıyla da olduğundan farklı olmak, doğasını değiştirmek, melezleşmek isteyen birisinin eylemidir.” Öbür yandan kimlik arayışı başka şartlarda yerinden edilmeyi isteyerek kabullenmeye götürür. Burada Magris, Orta Avrupa’daki sayısız gönüllü göçü düşünüyor muhakkak. Ancak etnik saflık da bütün diğer saflık çabaları gibi bir eksiltmenin sonucudur. Gerçek saflık diye bir şey yoktur. O bir hiçliktir.
 
“Köklere yolculuk hiçbir zaman bir varış ya da kalkış noktasına ulaşmaz. Köken belirlenemez (...) insanlar ve halklar onları öğüten tarih için buğday gibiler, o anda acı veriyor ve yerde kan lekeleri kalıyor, sonra o lekeler kuruyor ve ortaya lezzetli bir ekmek çıkıyor. Arada bir gelen dalga her şeyi yakan bir fırtına halini alıyor ve yıllıklar yağmalamalara göre sıralanıyor.” (Mikrokozmoslar, s. 138)
 
Değerler
 
Yazarlar, düşünürler, din adamları, imparatorlar, katiller ve çeşitli karanlık şahıslar... Tuna veya Adriyatik kıyıları boyunca bunlarla karşılaşıp dururuz. Çoğunlukla da yerel, hiç duymadığımız sıkışmış kişilere kulak veririz. Magris’in kitapları daha çok kişiler ve düşünceler geçididir. Magris yıkıntı haline gelmiş insanlara, yazarlara meftundur ki, zaten meşhurlar bile öldüğünde yıkıntı haline gelir. Üstelik şöhret de “elbette, bir sayfanın değerinden ziyade entelektüel tüketim nesnesi ve kolaylıkla akılda kalan bir formül haline gelmekle alakalıdır” ve “gerçek edebiyat, okuyucunun önyargılarını ve bildiğini sandıklarını teyit edip ona dalkavukluk yapan değil, onu sıkıştıran ve zorlayan, onu dünyayla ve bildiğini sandığı şeylerle hesaplaşmaya mecbur edendir.”
Böylece coğrafya da, geziler de kişilerin anılarıyla can bulur, renklenir, doku kazanır. Örneğin Tuna yolculuğu, kaynağın çok yakındaki Heidegger ile başlayıp, Celan’ın Romanyası ve Canetti’nin Rusçuku ile biter. Tuna’nın Karadeniz’e döküldüğü noktayı görmek, deltanın karmaşıklığı yüzünden, tıpkı Tuna’nın kaynağının neresi olduğunun bugüne kadar hâlâ kesin bir sonuca bağlanamayışı gibi neredeyse imkânsız. Bu yolculuklar boyunca ister istemez taşra ve kayıplar dünyasına gireriz. Magris içinse önemli olan yerellikte sıkışıp kalmak veya uluslararası tanınmışlık değil, hayatı karşılama tarzıdır. Kişinin değeri buna göre saptanır.
 
“Norberto Bobbio, yalnızca güçlülerin ve zayıfların trajedisi olduğunu yazar ve ikincisine örnek olarak Pavese’yi verir. Belki de bir trajedi daha vardır, daha çetrefildir, kendi radikal zayıflığıyla hayata ve Tarih’e uygunsuzluğuyla sonuna kadar hesaplaşan ve iktidarsızlığı saygınlığa dönüştürmek için mücadele eden insanın trajedisidir, sessizliğin, unutulmanın trajedisidir, büyük bir an yaşadıktan sonra, kendisi veya başkaları tarafından o ânı ve kendini silmeye, bir sığınak halini alan o sönük grilik içinde yok olmaya zorlanan insanın trajedisidir.” (Mikrokozmoslar, s. 123)
 
Yani değer başa gelenleri ironiyle sebatla karşılamakla ilgili, kimlikleri aşan insan dertleriyle ilgilidir. Bu tür düşünceler yazarlık ve yazma faaliyetinin anlamına götürür bizi. Kâğıdın iyiliğine, yazmanın alçak gönüllülüğüne ve egonun anlamsızlığına. Zaten yazarlar da “gizli bir evrensel düzen, bir masonluk, bir aptallık locası oluşturur”lar; komedyenler insanların zayıflıklarına gülmemizi sağlarlar. “Çünkü o zayıflığı kendilerinde de görürler ve bu bastırılamaz kahkaha ortak bir kadere karşı sevgi dolgu bir anlayış gerektirir.” Böylece ironi, varlıkların “onu ezip geçmek isteyen dünyanın boş ihtişamına karşı şefkat dolu ve boyun eğmez savunması haline gelir.” Merhametli bir kayıtsızlıktan söz ediyoruz. Kalemin alçak gönüllülükle ve alaycılıkla ıslah edilmesinden söz ediyoruz.
 
Magris’teki sürekliliğin ve geleneğin gücüne vurgu da koşulsuz değil. Magris zamanın karakterinin, geçmişi olduğundan çok daha erdemli gösterdiğinin de farkındadır; gönlünün kalıcı olandan ve sebattan yana olduğu da bellidir.
 
Magris’de dilin doğru kullanımı da ahlakın bir parçası haline gelir:
 
“Bir dilin doğru kullanılması, ahlaki açıklığın ve dürüstlüğün temelidir. Birçok ahlaksızlık ve şiddet dolu istismar, gramerle sözdizimi konusunda karışıklıkların yapıldığı, öznenin nesne haline konulduğu ve kâğıtlar karıştığı zaman olur; kurbanlarla suçlular arasındaki roller değişir, her şeyin düzeni bozulur ve olaylar gerçekte olandan farklı nedenlere veya kişilere atfedilir, kavramlar ve duygular sahte bir şekilde üst üste yığılınca ayrımlar ve hiyerarşiler silinir, gerçek deforme olur.” (Mikrokozmoslar, s. 99)
 
Değerler alanındaki “kural ihlali mistisizmi” de Magris’in eleştirilerinden payını almaktan kurtulamaz. Kuralların ihlalinde hep romantik bir yan vardır. Tâ Schiller’in Haydutlar’ından beri böyle bu. Gösterişli kan dondurucu görüntülere meftun kural ihlalinin abartısına karşı, ailenin efsanevi düzenliliğine ve devamlılığın zor kazanılan özgünlüğüne, insanın acılarını kendine saklaması gibi erdemlerle bir denge kurulmaya çalışılır. Belki de kanaat bu akışla, “fiilin sonsuz şimdiki zamanıyla hareketle ve kalıcılıkla, zamanla ve sonsuzlukla bir olmayı bilmektir”. Kişi onu toplumdan, tarihin ve ilerlemenin diyalektiğinden silen dışlanma sayesinde ve şimdiki zamandan geçmişe akarken, hayatla daha yüksek bir uyuma kavuşur. Zaten insanın başlıca sorunu sevmeyi ve mutlu olmayı, ânı bir an önce tüketme, bir an önce bitirme saplantısına kapılmadan sonuna kadar yaşamayı becerememektir:
 
“Bütün hayatlar kanaat sahibi olma yeteneğinin yüksek veya düşük olmasına dayanır, tüm yolculuklar molalarla kaçışlar arasında gerçekleşir.”
 
Magris genellikle Benedetto Croce, Jacob Burckhardt ve hayranı olduğum Egon Friedell gibi kültür tarihçileri ile ilişkilendirilir. Egon Friedell gibi Magris de mesafeli ve hoşgörülü bir alaycılığa sahip. Olaylarla bizim aramıza girip, olan biteni yumuşak bir ışıkta gösterme gibi bir tavırdan söz ediyoruz. Bir denge üslubundan, düşünceleri mantıki son sonucuna götürmekten kaçınma tavrından; hayatta kalmak için “günlük ahlaklılık kotasını” anlayışla karşılayan alçak gönüllü gülümseyişten söz ediyoruz. Zira nihayetinde zaman kişileri de fikirleri de gülünç hale getirmektedir.
 
 
KİTAPLAR:
 
Magris, Claudio, Mikrokozmoslar, çev. Leyla Tonguç Basmacı, YKY, 2020
Magris, Claudio, Tuna Boyunca, çev. Leyla Tonguç Basmacı, YKY, 2019