Cennet ve Nymphet

Mitoloji, din ve edebiyat ağız birliğiyle ağaç-kadın-günah hikâyesini anlatmaya, kadınları bütün cennetlerden kovmaya devam edecek

07 Mart 2019 11:00

Harold Bloom, cennete hayat ağacı yerine yasaklı bilgi ağacının meyvesini yiyerek günah işleyen, bu dışlanmada özgürlüğü bulan kadının hikâyesini semavi dinler öncesi döneme, MÖ 1000 yılına dayandırır ve J adlı asil bir kadın tarafından yazılmış olduğunu iddia eder. Edebiyatta da, kadın kahramanlar bu hikâyenin içine hapsedilerek kadın-ağaç-günah miti defalarca kurulmuş, kadını yargılayan ve meydan okunması gereken bir edebî metafor olmuş. Bazen apaçık bir kıyas olarak, bazen gizli bir ima. Harold Bloom’un bu tartışmalı ve bazılarınca gülünç bulunan iddiasından yola çıkarak Bir Genç Kız Yetişiyor, Pollyanna, Ses ve Öfke ve Lolitadaki ağaçların peşindeyim bu yazıda.

Brooklyn’de bir ağaç ve Amerikan rüyası

Ailanthus altissima, uzak doğu kökenli bir tür sumak ağacı ama günümüzde Amerikan şehirleri için en zararlı ve tehlike oluşturan ağaçlarından biri olarak kabul ediliyor. Yaşam süresi boyunca milyonlarca tohum saçarak varlığını devam ettiriyor. Çevresinde başka ağaç türlerinin yaşamasına izin vermeyen kimyasallar salarak yerel ağaçları tehdit ediyor. Ailanthus’u yok etmek için kesmek, yakmak, tarım ilacı bir işe yaramıyor. Halk arasındaki adı cennet ağacı. Cennet ağacı, Betty Smith’in 1943 tarihli romanı Bir Genç Kız Yetişiyor’un [A Tree Grows in Brooklyn] merkezindeki metafor aynı zamanda. Çevirmen Nihal Yeğinobalı tuba ağacı demeyi seçmiş. Tuba ağacı çeşitli hadislerde bahsi geçen, ulu, dibinden ırmakların aktığı, ölümsüz ve çok hayırlı bir ağaç. Yirminci yüzyılın başlarında göçmen bir ailenin kızı Francie’nin fakirlik içindeki ilk gençliğini ve büyüme sancılarını anlatan romandaki ağacı ne doğaüstü tuba, ne de doğa düşmanı ailanthus olarak görmemizi ister Betty Smith.

Betty Smith çocukluğundaki evin yanındaki ağacın yanında. Williamsburg, Brooklyn.

Cennet ağacı toplu konutlar arasında, çöplerin ve betonun içinde, kesilmek ve yanmak gibi başına gelen felaketlere rağmen büyüyüp göğe yükselmeyi başarır. Francie’nin ailesiyle oturduğu apartmanın üçüncü kat yangın merdivenlerine ulaşan küçük şemsiyelere benzeyen yapraklarıyla gölgesini sunan bir ağaçtır. Hatta şık bir mahallede, demir bahçe parmaklıkları arasından bir bahçeye tohumlarını bırakmış ve büyümeye başlamış olduğunu görürseniz, o mahalleye yakında göçmenlerin taşınacağının habercisidir. Ağaç böyle şeyleri bilir, tanıktır. Ağaç fakirleri sever, hâmidir. On bir yaşındaki Francie, güneşli bir gün kitabını okuyup şeker yerken erkeklerle buluşmaya hazırlanan mahalle kızlarını gözler ve ağaçta yaşadığını hayal eder.

Ağaç, Francie’nin bedenselleşmiş hâlidir, dişildir. Genellikle “acıklı çocuk kitabı” diye sınıflandırıldığı için Betty Smith’in romanı kadın bedeninden bakarak yazdığı pek üzerinde durulmayan bir yorum. Francie’nin sürekli aç olması bütün benliğini etkiler. En büyük hayali yazar olmaktır ama yazdıklarından açlık bahsini bir türlü çıkaramaz. Bu nedenle hem ait olduğu sınıfı ele verir, hem kendini o sınıfa sabitler.

Mahalledeki ve ailedeki kadınları gözleyerek farkına vardığı bir açlık daha var. Hayatta kalabilmek için tohumlarını saçan cennet ağacı gibi, kadınlar cinselliği bir güç olarak kullanır. Bu güç, cinsellikten ne zaman zevk alınacağını, ne zaman katlanılacağını, ne zaman şiddete dur deneceğini öğretir. Kadın cinselliğinin önce diğer kadınlar tarafından yargılanıp cezalandırılacağına şahit olur Francie. Balkona astıkları çamaşırlara dolanıyor diye cennet ağacını kestirenler de, evlilik dışı bebeğini mahallede gezdiren kadına “fahişe” diyenler de kadınlardır. Francie yıllar sonra mahalleye döndüğünde, o kesilen ağacın yeniden büyüyüp bir kız çocuğuna gölgesini sunduğunu görür. Mahallede anneler, kız çocuklarını oğullarından daha az sevseler de, hayatı devam ettiren, cennet ağacının simgelediği bu dişil güçtür.

Romandan çıkaracağımız sonuç, hayatın devam etmesi, hayatta kalabilmek, büyüyüp yükselebilmek gibi bir döngü olsa da, bu kutlanacak bir şey değil. Kadının içine hapsolduğu toplumsal ve sınıfsal cinsiyet alanının sınırları edebî metaforlarla perçinlenip duruyor. Son derece gerçekçi yazılmış bu roman bile bu cennet ağacı metaforu yüzünden, Francie’nin büyük annesinin anlattığı, nesilden nesile geçen bir kaçınılmazlığa dönüşüyor. Ağaçtaki kız Amerikan rüyasını değil, kaderini yaşıyor.

Mutluluğun bacakları kırılsın

Francie’nin fakirlik içinde bulduğu küçük mutluluklar akla Pollyanna’nın mutluluk oyununu getirir. İki romanı bir ağaç bağlıyor birbirine ve bu ağaç sayesinde Eleanor Porter’ın 1913 tarihli romanı Pollyanna’ya bir çocuk kitabından daha fazlası olarak bakmak istiyorum.

Pollyanna yetişkin otoritesinin tartışılmadığı bir dünyaya ait. Bu otoritenin ikna gücü Pollyanna’ya mutluluk oyununu icat ettiren güç değil miydi? Oyun bu ya, bir Noel payına düşen hediyenin bir çift koltuk değneği olduğunu gören Pollyanna şimdilik o değneklere ihtiyaç duymadığı için şükreder. Ancak koltuk değnekleri sanki bir gelecek kehaneti gibi otoritenin “sopası” olarak peşini bırakmayacaktır.

Pollyanna'nın Walt Disney versiyonundan bir kare. (Yön.: David Swift, 1960)

Kendisine verilen çatı katındaki odadaki tek güzellik pencerenin dışındaki dallarını davetkâr bir kol gibi uzatmış ağaçtır. Ağaç, canı istediği zaman içine konduğu bu kötü odadan, teyzesinin yanına sığınmış yetim olmaktan kaçıp kurtulabileceği bir araçtır. Bir özgürlük yoludur ağacın dalları. Aynı zamanda eve dönüş yoludur da. (Büyüyüp sinik ve merdümgiriz yetişkinlik kozasının içine kıvrılınca, çocukken okuduğum Pollyanna’dan çıkardığım ders, mutluluk oyunu değil, penceresinin önünde her daim kurtarıcı olarak duran bir ağaç olan bir evde oturmayı seçmek olmuştu.)

Aynı zamanda ağaç, Pollyanna’nın anarşist masumiyetinin, küçük hanımefendiliğe pek yakışmayan “erkek Fatmalığının” suç ortağıdır. Pollyanna pasif agresifliğiyle, küçük yalanlarıyla yetişkinleri manipüle eder. Aslında kimseye gerçek yüzünü göstermez, inkâr hâlindedir. Büründüğü “mutlu sonlara inanan küçük kız” rolü kişiliğinin çocuklukta donduğu andır, ebedi çocuk çıkmazı. Romanın sonunda felç olması bir tür ceza gibi düşünülebilir. Hatta Disney film uyarlamasında Pollyanna romandaki gibi araba çarptığı için değil, evden kaçmak için tırmandığı ağaçtan düşerek felç olur, ağacı da cezanın bir parçası yapar Disney.

Viktoryen terbiye yöntemi gibi, genç kızın başına gelen bu kısa süreli felç mucizevi bir şekilde iyileşir. Kadınlıkla çocukluk arasında verilen bu es, kötü bir kız çocuğu olmaya verilen bu ceza Pollyanna’nın ağaçlara tırmanan ve özgür kaçamaklar yapan bacaklarını hedef almıştır. Pollyanna kadın olmadan önce yürümeyi tekrar öğrenmelidir.

Ağaç gibi kokan kız

William Faulkner, Ses ve Öfke’yi yazmaya başlamadan önce hayalinde tek bir sahne kurmuş: Ağaca tırmanan bir kız çocuğu ve alttan bakınca görünen çamurlu iç çamaşırı. Bu sahne, romanın ilk bölümünde, zaman kavramı olmayan zihinsel özürlü Benjy’nin serbest çağrışımlarla anlattığı, bölük pörçük anılarda karşımıza çıkıyor. Benjy, kız kardeşi Caddy’nin ağaca çıktığını hatırlamaktadır. Daha sonra zamanı karıştıracak, yıllar sonra aynı ağaca tırmanan Caddy’nin kızı Quentin’e atlayacak anılarında. Benjy, kız kardeşi Caddy’nin ağaçlar gibi koktuğunu anımsar. Bu, masumiyetin kaybından önceki son kokudur.

Ağaç, aile evinin yanındaki armut ağacı. Baba, yeni çıkan dalları zarar görmesin diye ağaca çıkılmasını yasaklamış. Evde büyükannenin ölümünün ardından taziyeye gelen insanlar var ve ölümden habersiz çocuklar olanları merak ediyor. Sadece Caddy, yasak ağaca çıkmaya ve babanın kurallarını hiçe saymaya cesaret eder. Ağacın dibinde bekleşen erkek kardeşleri hem Caddy’nin cesaretine hem de daha önce derede oynarken çamurladığı iç çamaşırına dehşetle tanıklık edeceklerdi. Caddy ise merakı sayesinde ölümü öğrenecekti. Büyükannenin ölümü eski Güney değerlerinin ve ahlakının da ölümüdür.

Bu tek sahne hem romanın başlangıç özüdür, hem Caddy’ye ileride olacakların habercisidir, hem de Havva’nın yasak ağacın meyvesini kopardığı için cennetten kovulma günahını işlemesi mitinin Faulkner tarafından yeniden yazımıdır. Faulkner dere için, ağaç dalı anlamını da taşıyan “branch” sözcüğünü seçer özellikle. İşte bu derede oynarken Güneyli bir genç kızın uyması gereken kuralları hiçe sayan Caddy, ıslanmasın diye elbisesini çıkarır ve iç çamaşırını çamur lekesi yapar. Ağaca çıkınca herkesin gördüğü bu leke, Caddy’nin hem kendi genç kızlığına hem aileye bulaştıracağı leke olarak kaderini belirleyecektir. Caddy, Faulkner’ın Havva'sıdır. Bu sahnede Caddy’nin cinsel bir varlık oluşunu kardeşlerine izlettirir Faulkner lekeyi daha da derinleştirmek için. Sonunda ailenin siyah yardımcısı Dilsey teşhisi koyar: “Seni gidi şeytan, in bakayım ağaçtan!” Caddy aileden ve evden dışlanmış olsa bile, yıllar sonra Caddy’nin kızı Quentin, aynı ağacı sevgilileriyle buluşmak için evden kaçma yolu olarak kullanacak, ağaç-kadın-günah miti kendini tekrar edecektir.

Cennetten kovulma miti nesiller boyunca yazarları ve sanatçıları etkiliyor. Bu mit, günah işleyen ve kurallara uymayan kadının cezalandırılması hikâyesi olsa da, aslında insanlığın farkındalığı ve iradesini anlatıyor. İnsan denen varlığın masum, bihaber ve kaderinden sapmayan hâlini terk edip benliğinin ve özgür iradesinin farkına varmasıdır aslolan. İradesinin peşinden gitme cesaretini ilk gösteren de kadındır. Mite göre bilgiye sahip olmanın bedeli kadın için ölümsüzlükten feragat etmek olsa da, kadının ölümünün sahibi neden erkek?

Elmayı kim ısırdı?

Nabokov, Cornell Üniversitesi’nde derste öğrenciye sormuş: “Pencerenin önündeki ağacın adını biliyor musun?” Hayır cevabını alınca, “O hâlde yazar olamayacaksın” demiş. Anekdot böyle. Açıkçası yazıya Lolita’yı dahil etme konusunu epey düşündüm. Romanda rol verilmiş bir ağaç yok çünkü. Ama ağaç demeden mitin varlığını imalarla, özenle yerleştirdiği imgeler ve seçtiği sözcüklerle hissettiren büyük trol Nabokov’u görmezden gelemezdim.

Faulkner’ın Amerikan Güney gotiği romanlarının geçtiği mekân olarak Yoknapataupha County’yi icat etmesi gibi, Nabakov da Lolita için Amerika’yı yeniden icat etmem gerekti demişti. Faulkner’ın Amerika'sı geçmişi, Nabokov’un Amerika'sı geleceği anlamaya çalışıyor. Buna rağmen, Nabakov da tıpkı Faulkner gibi tarih kadar eski miti tekrar ısıtıp sofraya getirecek.

Humbert Humbert’ın Dolores’le ilk kez birlikte olduğu otelin adını “Enchanted Hunters” (Büyülenmiş Avcılar) olarak seçerek romanın içine miti sinsice yerleştiriyor Nabokov. Ağaç sözcüğünü kullanmasa da, “enchanted” genellikle orman için kullanılan bir sıfat, orman da avcı için doğal bir mekân. Dahası, normalde fail rolünün sahibi olan avcı, bir kötücül güç tarafından baştan çıkarılıyor, iradesi elinden alınıyor, kurban oluyor. Nabokov aklımızla oynuyor.

Humbert Humbert’ın sapıklığını masumlaştırmak için Dolores’i “nymphet” olarak başkalaştırmasında da mit devam ediyor. “Orman perisi” diye çevirebileceğimiz “nymphet”, görünüşte dişil çocuk-kadın olsa da, doğası gereği insan değil şeytanî bir yaratıktır. Ortada işlenen bir günah varsa, fail nyphettir, avcı da kurban.

Bu tuzaklarla dolu “cennet” imâsında, Lolita, masumiyetini yitirmekten kendisi sorumlu, “babasına” ihanet eden Nabokov’un Amerikan Havva'sıdır. Dolores’i Havva ile özdeşleştirdiği anda arketipin içine hapsetmiş olur. Erkeğin sapıklığını normalleştirirken, dişil çocuk kadının cinsel uyanışı lanetlenir.

Ağaç-kadın-günah mitini kurarken ağaçlardan bahsetmese de, metnin içine elma imgeleri yerleştirmiş Nabokov. Sıradan bir sahne, elmanın fiziksel varlığıyla, Dolores’i, örümceğin avını ağına düşürmesi gibi mitin içine çekiyor. Elmanın varlığı, ona günah işleyen Havva olmaktan başka bir irade tanımıyor. Sehpanın üzerinde duran yenmiş elmanın kahverengileşmiş artıkları en az Faulkner’ın çamurlu iç çamaşırı kadar kirlenme sembolü ve kötücül bir gelecek kehaneti. Başka bir sahnede Lolita’nın iştahla yediği elmayı “sıradan, cennet kırmızısı ve ezeli bir meyve” olarak tanımlayacak.

Toplumsal cinsiyetler tanımlanırken çocuğa bırakılan bir boşluk var. Saf, masum, kötücüllük barındırmayan, cinsiyetsiz, eğilip bükülecek ve işlenecek boş bir varlık. Dişil çocuğun kadınlığa doğru cinsel gelişimi otomatik olarak bu kutsal masumiyetin yitirilişi olarak kodlanıyor. Oysa “yetişmek” ne kadar güzel bir sözcük. Her genç kızın yetişmesine zaman tanımak gerek. Yaramazlık, merak ve başkaldırı iradenin özgürlüğe kavuşturan dürtüleri. Çocukluk masumiyeti öyle büyük bir yük, sürdürülebilmesi öyle imkânsız bir sorumluluk ki dişil çocuk için. İnsanlık hikâyesinin doğası gereği saflık kirlenmeyi, masumiyet günahı çağırıyor.

Nabokov sadece Humbert Humbert’ı masumlaştırmaz, yazar olarak kendine ve bu mitle takıntılı diğer yazarlara da aferin ister. Ona göre nymphetleri seven ya bir sanatçı ya bir deli, amma illâ ki ebediyyen melankolik kalacak bir varlık!

Mitoloji, din ve edebiyat ağız birliğiyle ağaç-kadın-günah hikâyesini anlatmaya, kadınları bütün cennetlerden kovmaya devam edecek. İnançlara ve edebiyat sevgisine sarılıp metaforların estetiğine hayran olarak gerçek hayattaki nymphetleri kurtarabilecek miyiz?

 

Ana görsel: Xuan Loc Xuan

Kaynakça:

The Sound and Fury In The Garden Of Eden, John P. Anderson

The Book Of J, Harold Bloom

Child-Loving: The Erotic Child and Victorian Culture, James R. Kincaid