Celia Paul: Kendine ait bir otoportre

“Hayatını resimlerle anlatan çağdaş ressamlardan Celia Paul’un hayatını okurken ve –kitapta paylaşıldığı üzere– hayatını paylaştığı kişileri resmetmiş olduğu tablolara bakarken –bir kadın sanatçı olarak– kendi sanatına hiç bölünmeden adanabilmenin nasıl zor fakat nasıl da önemli, değerli bir mesele olduğunu kavrıyorsunuz.”

03 Kasım 2022 15:37

 
“Ben portre ressamı değilim.” 1959 yılında Hindistan’da doğan İngiliz ressam Celia Paul’un kendi yaşamıyla ilgili kaleme aldığı Otoportre kitabı (Yapı Kredi Yayınları, 2022) bu cümleyle başlıyor. Yaşayan çağdaş ressamlardan Celia Paul’un kitap içerisindeki yağlıboya veya karakalem portre çalışmalarına baktığımda ve Otoportre kitabının tamamını okuduğumda neden yukarıdaki cümleyi kurmuş olabileceğiyle ilgili düşünmeye başlıyorum. Otoportresini tablolarında denemiş ve nihayetinde bir edebiyat metni olarak yazmayı tercih eden ve otobiyografi türünü seçen Celia Paul’un böyle bir söz söylemesinin altında yatan sebepler neler?

Kendini bir otobiyografik metin üzerinden anlatmayı tercih eden ressamın otoportresini kafamda şekillendirerek ona kendi kendime yaklaşarak bakmak, kafamda çağdaşımız bir kadın ressamın portresini yaratarak onu anlayabilmeye çalışmak olduğundan, buraya kadar Celia Paul’un sadece yukarıdaki sözünü alıntılayarak cümlesine nasıl devam ettiğini yazmadım. Ki devamında yazdıkları cümleler sorularıma yeni sorular eklememi sağlayabileceği halde. Ve fakat Celia Paul’un kitabı açar açmaz bizi karşılayan bu sözü sonrası yazdığı diğer cümleleri de alıntılayacağım. Çünkü sanatın asıl amacı cevap bulmaktan ziyade soru sormaktır. Bir de öznesi kişinin kendisi olan bir metinde yazılan ve yazılmak suretiyle kaydı düşülen her bir ayrıntı öz’e yaklaşmanın risklerini içeriyor hem yazan kişi hem de alımlayan okuyucu açısından. Kendine bakmak, kendini görmek ve kendini hem resmedip hem de yazmak suretiyle tamamıyla açarak çıplaklaşmak riskleri açısından çok zor bir alan açıklığı yaratıyor. Celia Paul otoportreleriyle ve otobiyografisini yazarak cesur bir çıplaklıkla çıkıyor karşımıza. İşte tam da bu sebepten dolayı cümlenin geri kalanını da alıntılayarak sorular sormaya devam edeceğim:

“Ben portre ressamı değilim. Ama şunu söyleyebilirim: Ben baştan beri hep kendi hayatımı aktarıyorum. Kendimin ve ailemin yaşadıklarını kaydediyorum.”

Resimde otoportre ve edebiyatta otobiyografi neyi temsil eder? Kimin –hangi öznenin– hikâyesini anlatır? Celia Paul’un de belirttiği üzere, portre adına “kaydedilenler” neleri ve kimleri bağlar, neleri ve kimleri dışarıda bırakır? Portre nedir, portre ressamı olmak ne demektir?

Kendine ait bir portre

Hayatını resimlerle anlatan çağdaş ressamlardan Celia Paul’un hayatını okurken ve –kitapta paylaşıldığı üzere– hayatını paylaştığı kişileri resmetmiş olduğu tablolara bakarken –bir kadın sanatçı olarak– kendi sanatına hiç bölünmeden adanabilmenin nasıl zor fakat nasıl da önemli, değerli bir mesele olduğunu kavrıyorsunuz. Otobiyografik bir otoportre bu. Hatta başkalarının da biyografilerini kapsayan otoportrelerin olduğu, sadece kendi öznesini değil, hayatınızdaki tüm özneleri kapsayan, geniş kapsamlı bir metin. Ailesi, annesi ve kız kardeşleri, yatılı okulda tanışıp arkadaş olduğu Linda, aşkla bağlandığı, evlendiği ve ondan bir çocuk dünyaya getirdiği ressam Lucian Freud (Sigmund Freud’un torunu) ve oğlu Frank; Celia’nın var olan kendi otoportresini yaratmasında katkıları yadsınamayacak derecede önemli olan bu insanların yaşamları, onların yaşamlarının otobiyografik özellikleri Celia’nın varlığına –öz’üne– dair büyük katkılar sağlamış. Bunu onları anlatışındaki tüm detaylarda ve onlara dair yaptığı otoportre resimlere baktığınızda görebiliyorsunuz. Her biri kendi özgün yaşamlarına ait olan ve ayrıca Celia’nın onlarla ilgili duyduğu hislerden, gözlemlerinden, duyumsamalarından damıtılarak yaratılan otoportreler “Portre nedir?” sorusunun tam tezahürü olarak çıkıyor karşımıza. Portre sanatta –resme dair olan yaratımda– yapan kişinin kendine dair anlattığı unsurların ona veya onlara ait olan gerçekliği, otoportre ise hem kendin hem onlar nezdindeki biricikliğin temsili olarak var Celia’nın yaşamında. Üstelik edebiyat içre bir yol alışla var.

“Yazmaya tekrar başladıktan sonra, benim için mahrem ve kişisel olan ve neredeyse önlerinde ‘yaklaşmayın’ tabelası varmış gibi sakladığım resimlerim açılmaya başladılar. İçimde resimlerime dair yeni bir güven doğdu; sözcükleri tekrar kullanmaya başlayınca kendime güvenim artmaya başladı. Bu anı kitabını yazarken, sözcükleri kullanan genç kadın halime daha yakınlaştığımı hissediyorum.”

Kendine ait bir portre yaratabilmek işte böylesine kendin için biricik anlatımlar yaratıp, kendine dair biricik yollar açarak yapılıyor ve ister kendini, ister onları resmetsin, kendine ait portreler yaratan Celia Paul yine edebiyattan yola çıkarak dünya edebiyatının çok değerli yazarı Virginia Woolf’la aynı fikirde olduğunu belirttikten sonra, “… kadın sanatçının ‘kendine ait bir oda’sı olması temel, hayati bir ihtiyaç” diyor.

Yaşamı boyunca bir kadın sanatçı olarak ne kadar başarılı olursa olsun, Celia Paul’un içten içe en eksikliğini en çok hissettiği şey, aidiyet duygusu. Tıpkı Virginia Woolf gibi. Tıpkı diğer tüm kadın sanatçılar gibi. Sadece otoportreler ve portreler yapmak, yaşamındaki tüm hikâyeleri bu yolla aktarmak ve üstüne üstlük oturup yazmak yetmiyor, söz konusu olan kadın olduğunda. Ki Celia Paul’un çalışmalarını gerçekleştirmek için mekânsal anlamda ciddi problemleri yok. Buna karşılık yetiştirilmesi gereken küçük bir çocuğu ve ciddi ekonomik problemleri var. Buradaki sorun –kadın sanatçıların tümünde olduğu üzere– birilerinin (bu birileri erkekler) veya bir şeylerin (bu bir şeyler yaptığı işlerin kabul görmesi) gölgesinde kalarak ilerleyememe duygusundan kaynaklanıyor. Erkek sanatçılar için yaratılan tüm imkânlar ve ardına kadar açılan kapılar kadınlar söz konusu olduğunda kilitleniyor. Celia Paul bu yüzden başkalarına ait portreler ve kendine dair otoportreler yapmasına ve yazmasına rağmen kitabına “Ben portre ressamı değilim” diye başlıyor.

“Tarih boyunca kadınlar çoğunlukla sanatçıdan ziyade sanatın konusu olarak görülmüştür. Kadınların kendilerini yaşadıkları tecrübeye adamaya doğal eğilimleri, sessiz sakin kalma yetenekleriyle de birleşince pek çok kadın büyük erkek sanatçılara büyük ilham perileri olmuşlar. Kadın sanatçı olarak bir strateji belirlemek gerekiyor: Ben kendi başıma buyrukluğumu korumak için sınırlar koymaya gerek duydum.”

Kişisel ve mekânsal otoportre

Doğduğu ev, kız kardeşleri, atölyesi ve elbette oğlu Frank’a hiçbir karşılık beklemeksizin bakan annesi Celia Paul’un yaşamının odağında yer alıyorlar. Bir şekilde onun resimlerini iyi yapabilmesi, tam odaklanması, çalışabilmesi için herkes üstüne düşeni gerçekleştiriyor. En çok kız kardeşi Kate modellik yapıyor ona mesela. Oğlu Frank büyüdükten sonra annesini atölyesinde rahatsız etmeme bilinciyle hareket ediyor. 1981 Nisanı’nda Bradford piskoposu olan babasından da bahsediyor. Onunla olan ilişkilerinin uzaklığı yapmış olduğu tüm portre ve otoportre resimlere mesafeli bir uzaklık olarak yansısa da, anılarında babasına yer vermeyi es geçmiyor.


Celia Paul, Brontë Papaz Evi, 2017.

Celia Paul için doğduğu evden tutalım da, çalıştığı tüm atölyelere kadar bütün mekânlar önemli. Zira tüm mekânlar resimlerinin portre düzeyinde konusu olabiliyor. Doğduğu evin resmini görüyoruz mesela ya da yaşadığı odanın, çalıştığı atölyenin. En ilginci ve merakla bakmamıza sebebiyet veren, kendisi gibi İngiliz kız kardeşlerden mütevellit yaşamları ve yine babaları da aynı kendi babası gibi papaz olan yazar/şair Brontë kardeşlerin evlerini resmettiği tablosu. Üstelik –Brontë Papaz Evi– ismini verdiği bu çalışmasını yaptığı yıl yakın bir tarih: 2017. Çağdaş bir sanatçıyla ilgili bir çalışmayı incelemek, ona bakmak veya okumak işte bu sebeplerden dolayı heyecan verici.

Otoportre’nin heyecan verici çok önemli başka bir noktası daha var. Daha doğrusu Celia Paul ile beraber başka bir kişisi daha var bu otoportrenin: Lucian Freud. Figüratif sanatta uzmanlaşmış ressam Lucian Freud, mimar Ernst L. Freud’un oğlu ve psikanalist bilimini dünya literatürüne kazandıran Sigmund Freud’un torunu. Ne kadar köklü, sağlam ve başarılı bir erk yapı, öyle değil mi? Bu yüzden kişisel olarak Celia’nın Lucian ile olan ilişkisi, ondan bir çocuk sahibi oluşu, yarattığı tabloların –portrelerin ve otoportrelerin– önüne geçecek şekilde yaşamını büyük oranda şekillendirmiş. Kitap boyunca baştan sona Lucian’la olan ilişkisini –onunla ayrıldıkları zamanlar da dahil olmak üzere– baskın olarak okuyoruz.

“Lucian’a modellik yapmak farklı bir açıdan zorlayıcıydı benim için. O benim kendi dünyama dalmamı istemezdi. Aktif katılımımı beklerdi. Resmimi yaparken konuşur ve bana sorular sorardı. (...) Ben kendi düşüncelerime dalmayı ve sessiz olmayı tercih ederdim ama o buna izin vermezdi!”

Celia bu baskı unsurunu Lucian’a model olmak üzerinden anlatırken, ilaveten “… erkekler poz verirken sessiz kalamıyorlar” diyor ve bu yüzden; “… kadınlarla çalışırken kendimi daha sakin ve daha özgür hissediyorum” diyerek bir sanatçı olarak kadın olmanın zorluklarını ve özgürleştirici taraflarını bir kez daha düşünmememizi sağlıyor. 


Celia Paul, Otoportre, 2012.

Şövalede duran bitmiş portre

Celia Paul’un kitabı boyunca anlattığı otoportresi, bir şövale üstünde yerini almış, bitmiş bir portre. Halihazırda yaşayan Celia’nın şövale üzerindeki portresine bakarken onun yaşamıyla ilgili fırça darbelerinin en çok neleri ön plana çıkarıp neleri gizlediğini veya neleri silikleştirdiğini, yok saydığını belki ve görülmek istenmeyerek Celia’yı hangi konularda kırıp duygularını ele verdiğini görebiliyoruz.

“Resim bana ifade özgürlüğünü verdi; yavaş yavaş düzyazının, şiirin ve bütün sözcüklerin yerini aldı.”

Celia’nın şövaledeki otoportresi dile gelip bunları söylüyor işte bize. Mine Haydaroğlu çevirisiyle okuduğumuz Otoportre’yi Celia’nın ilk sevişmeleri sonrası Lucian’e okuduğu W. B. Yeats’in “Göğün Kaftanlarında Gözü”[*] şiiriyle bitirmek isterim.

Benim olsaydı göğün sırmalı kaftanları,
O kâh altın kâh gümüş ışıklarla dokunmuş,
O kâh mavi kâh açık kâh koyu kaftanları,
Güneşin, ayın, gecenin ipliği ile dokunmuş
Kaftanları sererdim ayaklarının altına.
Bense züğürdün biri, varım rüyalarımdır.
Rüyalarımı serdim ayaklarının altına,
Usulca bas, bastığın zira rüyalarımdır.

 


[*] Can Yücel, Her Boydan – Dünya Şiirinden Seçmeler, çev. Can Yücel, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2010.

 

GİRİŞ RESMİ:

Celia Paul atölyesinde, 2019. Fotoğraf: Antonio Olmos