Çalınan devrim ve zindanların sürekliliği

"Behrooz Ghamari’nin Tahran’ın Evin Hapishanesi’nde geçirdiği yılları anlattığı Tahran 1979 - Ekber’i Hatırlamak adlı kitabı, hem Şah zamanında hem de İslam cumhuriyeti döneminde toplum üzerindeki siyasi baskının odağında yer alan bu meşum kurumun içinde neler olduğuna dair sınırlı bilgimizi zenginleştiriyor. İran’ın bütün renklerini tanımak için eşsiz bir fırsat."

Tek kelimenin çok şey anlatmasına çarpıcı bir örnektir “İran”. 40 yıldır siyah, simsiyah bir resim gibi görünür dışarıdan. Sert, koyu, içine nüfuz etmesi zor… Kitaplarla bu simsiyah resme nüfuz etmeye çabaladığımızda anlamaya başlarız o tek kelimeye sığan çokluğu. Her şeyden önce siyahın tonları vardır; çekilen acıların, ayrılıkların, hapishanelerde doldurulan çilelerin bin bir türü. Psikolojik baskı, işkence ve infaz. Zaten diktatörlüklerin, tiranlıkların kendini en açıkça sergilediği yer hapishaneler değil midir? Tiran duvarların içinde aslında kendi kendini eğitir. Hangi yöntemlerin insanlar üzerinde daha çok işe yaradığını, hangilerinin yaramadığını öğrenir. Dışarıda nasıl bir dünya inşa edeceğinin provasını yapar.

Bakmaya devam ettikçe siyah haricindeki renkleri de görürüz, yine hapishanelerde. Dostluğun, dayanışmanın, vicdanın sıcak renklerini. Toplumun “diğer” kesimlerini tanırız. Tiran gibi, ona karşı direnenler için de bir okula dönüşür hapishane. Zorbalığa karşı hangi yöntemlerin işe yarayıp hangilerinin yaramadığının deneyi burada yapılır. Siyasi tutukluların toplumdan yalıtılması, “zehirli” fikirlerin kalın duvarlarla dünyanın geri kalanından ayrılması için yapılan bu binalar varlık amacına hizmet etmez. Her bakımdan, hapishanelerde olanlar sadece duvarlar içinde kalmaz. Tiran zaten burada edindiği bilgiyi dışarıya taşımaya, ülkenin genelinde benzer koşullar sağlamaya heveslidir. Mahkûmların deneyiminin dışarıya taşınmasıysa kimi zaman tesadüfe bağlıdır. On binlerce siyasi tutuklunun infaz edildiği Evin hapishanesi gibi bir yere dair tanıklıkları da işte böyle tesadüfen hayatta kalıp, tesadüfen dışarı çıkıp yaşadıklarını kaleme alabilenlere borçluyuz.

Behrooz Ghamari’nin Tahran’ın Evin Hapishanesi’nde geçirdiği yılları anlattığı Tahran 1979 - Ekber’i Hatırlamak kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan çıktı. Hem Şah zamanında hem de İslam cumhuriyeti döneminde toplum üzerindeki siyasi baskının odağında yer alan bu meşum kurumun içinde neler olduğuna dair sınırlı bilgimizi zenginleştiren bu kitap İran’ın bütün renklerini tanımak için eşsiz bir fırsat sunuyor. Bu fırsatı değerlendirirken İran’a ve çalınan devrimine, Evin Hapishanesi’ne, baskının ve direnişin tüm renklerine dair bilebildiklerimize gelin hep beraber göz atalım.

Evin Hapishanesi’ne dair bir tanıklık

Behrooz Ghamari ABD’de yaşayan bir sosyoloji ve tarih profesörü. Tahran’daki üniversite yıllarında Şah karşıtı sosyalist hareketin içinde yer almış. Devrimin ardından tutuklanıp yaklaşık dört yıl Evin Hapishanesi’nde kalmış. Tesadüfen idam edilmemiş ve kanser hastalığının ilerlemesi sonucu 1984’te serbest bırakılmış. Anlattıkları eski olsa da kitap o kadar eski değil; anılarını anlattığı Tahran 1979 kitabını 2016’da kaleme almış. Ghamari bu kitapta bir yandan idam bekleyen siyasi tutukluların koğuş hayatını, kendi sorgusunu ve hastalığını anlatıyor; diğer yandan da geçmişe dönerek devrim hazırlıkları içindeki sosyalist harekete ve mollaların yükselişine ayna tutuyor.

Ghamari’nin anlatımına göre Şah’ın kurduğu korku ve baskı rejimi İran toplumunun çok geniş bir kısmında huzursuzluğa neden olur. Bir süre şiddetsiz devam eden protesto gösterilerinin kaderi Kara Cuma’dan sonra değişir:

“8 Eylül, yani Kara Cuma’dan önce gösteriler bir şenlik havasında geçiyor, kitleler taleplerini ellerinde çiçekler ve yüzlerinde gülücüklerle dile getiriyordu. O Cuma her şeyi değiştirdi. Yüzlerce insan katledildi, binlerce insan yaralandı, milyonlarca insan radikalleşti ve Şah artık sonunun gelmekte olduğunu anladı.” (s. 34)

Ghamari ve diğer üniversite öğrencileri devrime dair teorik tartışmalar sürdürürken, bir fabrikada başlayan işçi direnişini desteklemeye karar verirler. Günler geçtikçe önemini artıran bu direniş Ghamari ve arkadaşları için kendi teorik tartışmalarıyla hayatın gerçeklerinin karşılaşması için bir fırsat olur. Ghamari elinde megafonla işçilere seslendiği o günleri eğlenceli bir üslupla anlatıyor:

“‘Mücadelenin yolu uzun ve zorlu’ diye devam ettim. Bu sırada Erjeng sanki söylediklerimi duymuyormuş gibi pantolonumu daha da sert çekiştirmeye başladı. Artık bu noktada kitleye hangi mücadeleden bahsettiğim belli değildi.

‘Unutmayalım’, bir elimle megafonu, diğer elimle de pantolonumu tutuyordum. ‘Amacımız bütün insanlığı kurtarmak.’

Erjeng kararlıydı. Bir düğmem kopmuştu, pantolonumu ve onurumu kurtarmak için artık iki elime birden ihtiyacım vardı.

Megafonu ona teslim ettikten sonra, ‘Bütün insanlığı kurtarmak işçilerin umurunda değil’ diye payladı beni Erjeng. ‘Eve ekmek götürmeye çalışıyorlar’ diye bağırdı. ‘İnsan boş mideyle vicdan muhasebesi falan yapamaz.’

Yaptığımız hiçbir şey Karegar Ahmed’i tatmin edecek gibi görünmüyordu. Özümüz itibarıyla burjuvaydık, işte o kadar.” (s. 107)

Öğrencilerle işçileri bir araya getiren fabrika direnişi aynı zamanda İran’ın toplumsal yapısını ve devrime giden süreci anlamak için de mükemmel bir örnek sunuyor. Sosyalist devrime dair tartışmalar yürüten öğrenciler, somut taleplerle direnen işçiler günden güne direnişin etkisinin artmasına tanıklık ederken, mollalar fabrika direnişine yiyecek göndermeye başlar. Bu onlardan başka kimsenin aklına gelmemiştir. İkramı sevinerek alırlar. Bir süre sonra mollalar topluluğa konuşma yapmak için bir temsilci gönderir:

“Beşinci gün din adamları, ilettikleri mesajı okuması için birini gönderdiler.

‘Bir molla geldi’ dedi Muhammed panik içinde yanıma yaklaşarak. Muhammed benim kampüstendi ve içimizde belki de işçi mücadelesine en yürekten bağlı olan kişiydi.

‘Böyle bir şeye izin veremeyiz’ diye ekledi, heyecanı yüzünden kekeliyordu. ‘Bunun için çok emek verdik, şimdi gelip kendilerine mal etmek istiyorlar.’” (s. 113)

Gelen ve konuşan kişi daha sonra cumhurbaşkanı ve dinî lider olan Ali Hamaney’den başkası değildir. Hamaney kısa bir konuşma yapar ve bir şiir okuyarak kalabalığı coşturur. Şu tezat dikkat çekicidir; öğrenciler işçilere ne diyeceklerini bilemez ama işçiler nezdinde Hamaney’in konuşmasının bir karşılığı vardır. Bu nokta, baskıcı bir rejim altında devrim için kaynayan bir toplumun nasıl mollaların eline düştüğünü anlamak bakımından önemlidir. Evet, belki öğrenci destekli bir işçi direnişinin üzerine konmuştur mollalar ama aslında kitlelerle son derece güçlü bağlara sahiptirler. Geçmişte mollalar ile sosyalistler arasında büyük bir ayrım olmadığını Ghamari’nin şu sözlerinden öğreniyoruz:

“Rûhânî son derece önemli bir liderdi. Dindar bir aileden gelen, Müslüman bir öğrenciydi ama yirmi yıl önce devrimcilere katılmıştı. O dönemlerde Che Guevara ile İmam Hüseyin’i birbirinden ayıran şey ideolojik farklılıklar değil, farklı zamanlarda yaşamış olmalarıydı. İslam sosyalizmi vaaz ediyordu, sosyalizm de İslam’a yeni bir anlam kazandırıyordu. (…) Başlattıkları direnişin halk isyanını başlatacağını umut ediyorlardı. Halk gerçekten de ayaklandı, ama nedeni onların yaptığı çağrı değildi.” (s. 173-174)

Devrimin ardından hızla İslam cumhuriyeti kurulur. Büyük bir rüya, Şah döneminden daha baskıcı bir yönetimin oluşmasıyla sonuçlanmıştır. Solcular mollaları kabul edip etmemeyi tartışırken devran döner ve mollalar solcularla ne yapacaklarını düşünmeye başlar. Kısa sürede devrimi hazırlayan birçok grup “karşı devrimci” yaftasıyla, daha önce kapatılacağı söylenen Evin Hapishanesi’ne atılır. Ghamari de tutuklanır, herkes gibi psikolojik baskı yöntemlerinin uygulandığı sorgulamalar yaşar. Sorgucu daha baştan, Ghamari’nin kod adının (kitabın alt başlığında yer alan) “Ekber” olduğunu biliyordur. Onu sıkıştırmayı başarır:

“Önümdeki kâğıt bana birdenbire bunun bir iş başvurusu değil, gerçek bir sorgu olduğunu hatırlattı. Çırılçıplak, savunmasız bir şekilde ortada kalakalmıştım, saklanabileceğim hiçbir yer yoktu. Utanç içindeydim. Öfkeleneceğimi ya da korkacağımı sanıyordum ama derin bir utanç duygusu iliklerime kadar işledi. Bu kadar aptal olduğum için utanıyordum, zayıflığım yüzünden ve satranç oyununda sorgucuma bu kadar hızlı bir şekilde yenildiğim için küçük düşmüştüm.” (s. 75)

Göstermelik bir yargılama sonucunda idam cezasına çarptırılır ve Evin Hapishanesi’nde aynı cezaya çarptırılıp infazı bekleyenlerle aynı koğuşta kalmaya başlar. Koşullar, mahkûmlara muamele, koğuş dışında gözlerin bağlanması gibi kurallar yıldırıcıdır:

“İki yıl önce o kalabalık koğuşa adım attığımda çoktan idam cezasına çarptırılmıştım. Muhtemelen infaz orada yapılsın diye duruşmamdan sonra Evin’e nakledilmiştim. Yeni bir koğuşa girip gözbağını açınca insan hep şaşalıyor. Kendinle beraber rahatsız edici bir sessizlik de getiriyorsun koğuşa. Herkes altı metreye altı metrelik ve aslında on sekiz kişilik olan, fakat yüzden fazla insanın bulunduğu bu koğuşa niye yeni birini getirdiklerini, bu kadar insanın nasıl bir arada yaşayacağını düşünüyordu.” (s. 232-233)

Zaman zaman koğuşun kapısı açılır ve gardiyan bir mahkûma eşyalarını toplamasını söyler. Çoğunlukla bunun anlamı infaza götürülmedir. Eğer söz konusu olan mahkûmun başka bir koğuşa nakledilmesiyse, ne kendisi bunu bilir ne de koğuş arkadaşları. Ghamari’nin idam cezasının infaz edilmemesi ise ilk başta bir tesadüfün sonucudur:

“Birkaç hafta sonra Evin’deyken, gazetede tam da yargılandığım gün kanunun değiştiğini yazan bir haber okudum. Artık bütün idam cezaları görüşülmek üzere Yargıtay’a gidecekti. Eğer o gün mahkemem 5.30’dan önce bitmiş olsaydı idam edilecektim. Sigara içmek hayatımı kurtarmıştı.” (s. 155)

Koğuş hayatı ölümün sıradanlaştığı, ümitsizliğin yerini zaman geçirmeye bıraktığı bir ortamdır.

“Eğer koğuşta kendini evindeymiş gibi hissediyorsan işte o zaman bir mahkûm olduğunu anlıyorsun” (s. 188) diyor Ghamari. Mahkûmların koğuşları sürekli değiştirilse de, birbirlerine yabancı dil, müzik, sanat vb. dersleri vererek hayata tutunurlar. Zengin bir entelektüel hayat oluşur koğuşta. Örneğin Mahler’i çok seven Ghamari koğuş arkadaşlarıyla birlikte bir senfoniyi her notasıyla ezbere seslendirir. Ölüm sıradanlaşmıştır ama hayat da devam eder. Koğuşa yeni gelenlere şaka yapma âdeti de vardır. Yeni gelen bir mahkûmun yanında ellerinde sadece birkaç tane olan Winston sigarasını içerler ve kendilerine hep bu sigaranın verildiğini söylerler. Buna inanan adam hayal kırıklığı içindedir. Bir yandan da idam mahkûmları koğuşunda bulunmanın şokunu yaşamaktadır. Ghamari ona şöyle söyler:

“‘(…) aynen diğerleri gibi ben de idama mahkûm edildim. Ferhat bundan bir hafta önce idam edildi. Asgar üç aydır idam edilmeyi bekliyor. Derviş Bey’in kardeşi birkaç hafta önce infaz edildi ve kendisinin durumu da pek parlak değil. Salehi Bey’in durumu da belirsiz. Üzerimdeki pantolon Albay Sayrafi’nin, infaza götürülmeden önce bana vermişti.’

Elimi omzuna atıp rahatlatmaya çalıştım. ‘Seni buraya getirdiler diye hayal kırıklığına uğramadın, değil mi?’

Gözlerini gözlerimden kaçırıp yere baktı.

‘Hayır, tabii ki hayır’ dedi ve sordu: Ama o Winstonlar gerçek mi?’” (s. 167)

Ghamari kanser olur ve doktora ulaşmanın bile neredeyse imkânsız olduğu hapishane ortamında tedavisi savsaklanır. Durumu gitgide ağırlaşır, kendi başına yürüyemez hale gelir. Hastalığın ileri bir aşamasında, büyük ihtimalle de artık yaşayamayacağı düşünülerek salınır. Gardiyan tarafından çağırılma sırası ondadır:

“Ve o gün geldi. Kasvetli bir öğleden sonraydı. O uğursuz sesle birlikte kilit döndü ve kapı açıldı. Gardiyan ismimi söyledi ve eşyaları toplamamı istedi. Koğuşa sessizce gelmiştim ve yine aynı şekilde gitmek istiyordum ama farklı türde iki sessizlik söz konusuydu; biri merakın neden olduğu, öteki ürkütücü.” (s. 235)

Ghamari Evin’den çıkmayı sevinçle karşılayacak bir durumda değildir artık. Salıverilme ânını hayatının sona erdiği an olarak beller.

Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan bu kitap İran’a, orada somut bir örneğini bulan baskı ve korku rejimlerine dair çok değerli ve eşine az rastlanır bir tanıklık. Bununla birlikte kitabın hemen her sayfasında çok fazla yazım hatası olduğunu ve sonraki baskılarda bunların düzeltilmesi gerektiğini not etmek gerek.

Evin Hapishanesi’nde değişen bir şey yok

Evin Hapishanesi’ne dair bir diğer tanıklık, 2010’da tutuklanan ve yüz gün sonra salıverilen gazeteci Roxana Saberi’nin Yüz Gün - İran’daki Hayatım ve Tutsaklığım kitabı. Ghamari’den 30 yıl sonra Evin’de bulunan Saberi bu baskı ve korku mabedinin hâlâ dimdik ayakta durduğunu deneyimlemiş.

ABD’de doğan Saberi’nin babası İranlı, annesi Japondur. İran’a gazeteci olarak gelir ve basın kartının iptal edilmesinden sonra da İran toplumunu tüm yönleriyle anlatan bir kitap yazmak için Tahran’da yaşayıp çalışmaya devam eder. Her kesimden insanla görüşmeler yapar ve bir sabah istihbarat servisi ajanları gelip kendisini tutuklayana kadar başının derde girebileceğini hiç aklına getirmez. Casuslukla suçlanır. İran’daki siyasi gelişmelere hâkim bir gazeteci olarak yabancı gazetecilerin tutuklanıp idam edilmesinin örneklerini iyi bilmektedir ve alınıp götürülürken bunlar birer birer aklına gelir.

“Bir defasında Evin’in dışında bulunmuştum.

İranlı bir arkadaşım, Tahran’ın kuzeyinde üst sınıf bir mahallede Elbruz Dağı’nın yakınındaki bir tepede bulunan Evin Hapishanesi’nin etrafından geçmeye ikna etmişti. Arkadaşıma çok oyalanmamasını söylemiştim. Hapishanenin uzun duvarlarını ve dikenli tellerini görmek bile beni rahatsız etmişti ve kameraların etrafta dolaşan insanların kayıtlarını aldığını düşünmüştüm.

Şimdi ise araba hapishane kapısına gelince başıma gelenlerin gerçekliğini daha fazla yadsıyamadım. İlk kez o gün gerçekten korktum. Bazı insanlar buraya getiriliyor ve buradan asla çıkamıyorlar.” (s. 41)

Saberi’nin tanıklığı Evin’in güncel koşullarını ve devam eden uygulamaları anlatması bakımından önemlidir. Ghamari’nin tutukluluğunun üzerinden geçen yılların ardından Evin’de fiziksel şiddet görece azalmış, yerini psikolojik şiddete bırakmıştır.

“Gözlemlediğim kadarıyla gardiyanlar genellikle kaba değildi, ama tutuklulara her zaman kibar şekilde davranmıyorlardı. Bir seferinde, aylarca hücre cezasında kaldıktan sonra kontrol edilemeyecek şekilde ağlayan bir kadına bir gardiyanın fena halde bağırdığını duymuştum. Bir başka seferinde ise bir gardiyan benim eski hücre arkadaşlarımdan birini yıkanma günü dışında saçlarını duruladığı için azarlamıştı.” (s. 225)

Saberi’nin kendisi fiziksel şiddeti görmese de, onun da tamamen sona ermediği şu satırlardan anlaşılıyor:

“Tespihli ajan beni ağlayan ve masumluğuna inanmaları için yalvaran bir adamın sesinin geldiği, kapısı açık bir başka odanın önünden gözlerim kapatılmış halde geçirdi. Sadece bir işkence mağduru böyle bir ses çıkarabilirdi. Çok yakında kendimin de aynı böyle olabileceğinden şüphelendim.

Sorgulama odasına gelince masama çöktüm, gözlerim kapalı ve kulaklarım pürdikkat bilinmezi bekleyerek” (s. 68)

Psikolojik şiddet yöntemleri de çeşitlidir: Saberi’nin ailesine nerede olduğunu söylemesine izin verilmez, telefonda ne söyleyeceği bile dikte edilir, her konuda bilinmezlik içinde bırakılır. Belki de bir işkence yöntemi olarak dışarı çıkma ümidi verilir; başta hafta sonu tatili girdiği için hemen salınamadığı, ardından sadece bir hafta hapiste tutulacağı söylenir. Bunların ardından gelen yargılama süreci ise suçlamaları ilk defa mahkemede duyduğu, avukatını bile kendisinin seçemediği, casusluk yapmak için “kadınlığını kullanmakla” suçlandığı, ibretlik bir tiyatrodur. Saberi yazmayı düşündüğü kitaptan bahsetse de, hâkimi de, sorgucuyu da casus olmadığına inandıramaz.

Hapiste, sorguda ve mahkemede zaten üzerine bir kitap yazmakta olduğu İran’ı daha da yakından tanır:

“Ona sorgu memurunun bana geçen cumartesi salınacağım konusunda garanti verdiğini söyledim.

Haj Khanom içtenlikle gülümsedi ve ‘Üzülme, inşallah yakında özgür olacaksın Allah’ın izniyle’ dedi.

Kendim öğrendiğim ve gördüğüm kadarıyla İran, Allah’ın İzni’nin ülkesiydi. 2003’te Kültür Bakanlığı’na basın kartlarımı geri alıp alamayacağımı sorduğumda bana ‘Allah’ın izniyle’ diye yanıt vermişlerdi. Bahman da ne zaman filmleri için izin istese bu yanıtı alıyordu. İranlılar doğrudan bir yanıt veremediğinde ya da vermediğinde yanıt olarak ‘Allah’ın izniyle, inşallah’ diyorlardı.” (s. 139)

Buna rağmen sekiz yıl hapse mahkûm edilir. Bu adaletsizliğe karşı açlık grevine başlayan Saberi hiç ummadığı bir şekilde uluslararası toplumdan büyük bir destek görür. Hapiste kaldığı süreç onda büyük değişimlere yol açar. İlk günlerdeki korkan, uzlaşmaya çalışan genç kadının yerini kendi bedenini mücadele alanı yapan bir direnişçi almıştır:

“Bu yerde görmüş olduğum bunca şeyden sonra, beni ölüme terk ederlerse bile bu koşullarda ölmenin anlamsız olmayacağına inanmaya başlamıştım. En azından bu sistemin adaletsizliğine dikkat çekebilirdi. Ölümden korkmaktan, bir amaç uğrunda ölmeye hazır olma konumuna gelmiştim. Beni tutuklayanların bende neden oldukları etkili bir değişimdi bu.” (s. 270)

Fırtınanın göbeğinde

Bahman Nirumand’ın iki kez İran’dan kaçması gerekmiş. İlki Şah rejimi döneminde; Almanya’ya gidip diasporadaki direnişte yer almış. Devrimin ayak sesleri iyice yükseldiğinde, 1979 başında çok özlediği İran’a dönüp halk hareketine katılmış. Sol gruplarla birlikte protestolara öncülük etmiş, mollaların güçlendiğini görünce diğer devrimci güçleri bir araya getiren Ulusal Demokratik Cephe’nin kurucularından olmuş. Ne var ki Humeyni’nin iktidarı pekiştikçe koşullar değişmiş ve ikinci kez İran’dan kaçması gerekmiş. Tekrar Almanya’ya dönüp İran’la ilgili kitaplar yazan Nirumand İran’ın çalınan devrimine en yakından tanıklık etmiş. Nirumand’ın kitabı aynı zamanda devrim sürecinde solcuların yanılgılarına dair açık yürekli bir yüzleşme niteliğinde.

Devrim öncesinde Nirumand’ın dahil olduğu sol çevrelerin Şah rejimine karşı net tavrını Nirumand şöyle ifade ediyor:

“Ben ve yoldaşlarım sorunu temelden çözmek ve sistemi yıkmak istiyorduk. Yukarıdan gelen terör ve şiddet ancak aşağıdan gelen bir karşı şiddetle yok edilebilirdi.” (s. 14)

Bununla birlikte o dönemde İran’da geniş kitlelerin asıl motivasyonu, özgürlükçü olmakla birlikte sosyalist devrimcilikle ilişkili değildir:

“İran’daki ayaklanma proletarya ile burjuvazi arasındaki bir sınıf kavgası değil, devlet baskısına karşı bir başkaldırma, özgürlük, demokrasi ve bağımsızlık için verilen bir kavgaydı.” (s. 19)

Şah karşısında özgürlük arayışı öyle güçlü bir çimento olur ki, en radikal grup olan mollaların lideri Humeyni muhalefetin diğer unsurlarından neredeyse koşulsuz bir destek görür. Solcular gizli faaliyetler yürütmenin derdindeyken kamuoyunun önüne bir lider figürü çıkartamaz. Nirumand yoldaşlarına İranlıların hangi solcuyu tanıdıklarını sorar. Buna karşın Şah’a karşı her uzlaşma şansını elinin tersiyle geri çeviren Humeyni günden güne karizmasını pekiştirir. Her fırsatta “Ruhumsun Humeyni!” sloganları atan kitlelere aradıkları lider modelini çizer. Ona verilen desteği hatırladıkça solcuların da verilecek hesabı vardır:

“Ama amacımız, hangi yolla olursa olsun Şah rejiminin yıpratılıp yıkılmasıydı. (…) Hangi renkten olursa olsun, tüm sol kanat, tüm demokratlar, liberaller ve ulusçular Humeyni’yi desteklediler. Hepimiz en sonunda Şah’a karşı en etkili yolu bulduğumuz görüşünde birleşiyorduk.

Biz solcular en çok Humeyni’nin boyun eğmez, radikal tutumunu beğeniyorduk. Ne hatırı sayılır din adamları ne de ünlü politikacılar arasında hiç kimse o zamana kadar Şah rejiminin yıkılmasını isteyecek yürekliliği gösterememişti. Tüm hakları ellerinden alınmış kitleler, ayağı yalın, başı çıplaklar, solcular ve aydınlar, en önemlisi, İran halkının yüzde altmışını oluşturan gençler radikalizme eğilim gösterdikleri için, Humeyni durumunu pekiştirip ılımlı politik güçleri de devrimin kasırgası içine çekebildi.” (s. 28)

Şah devrilir. Humeyni ülkeye dönmek için uygun koşulları bekler ve Şah’ın görevlendirdiği geçiş hükümetiyle asla ilişki kurmaz. Bir devrim olmuştur ama bundan sonra ne olacağı belirsizdir. Nirumand, Şah’ın devrilmesinin ardından kısa bir süre için boş kalan Evin Hapishanesi’ne gider:

“Ben Evin Hapishanesi’ne gitmeye karar veriyorum. Bu adı korkuyla anılan hapishane, Şah’ın otoritesinin ve gücünün kaynağıydı. Son yirmi beş yılda burada binlerce ölüm cezası infaz edilmişti. On binlerce zavallı, yaşamının birçok yılını burada geçirmişti. İşkence edilip aşağılanmışlardı.” (s. 119-120)

“Gördüklerim beni bayağı üzüyor. Şah rejimi iktidarda kalabilmek için yerli yersiz şiddete başvurmuştu. Kim bilir kaç kişi gençliğini burada harcadı, kim bilir kaç kişi bu duvarların ardında işkence görüp kurşuna dizildi… Dışarıdakilerden kim bu insanların kaderini biliyor, kim gece gündüz çektiklerini anlayabiliyor? Artık sona erecek mi bunlar, Humeyni’nin söz verdiği gibi kalkacak mı ileride işkence, hapis, ölüm cezası?” (s. 122)

Ne yazık ki Nirumand’ın o günkü beklentisinin karşılık bulmadığını bugün en azından Ghamari’nin ve Saberi’nin kitaplarından biliyoruz. Şah rejiminin baskısı ortadan kalktıktan sonra mollaların saldırganlığı halkın geri kalanına yönelir. Şah’ın istihbarat örgütünden olduğu iddia edilenlerin sokaklarda linç edilmesi, genç kadınların ya da kız çocuklarının başını açmak istedikleri için öldüresiye dövülmesi günlük olaylar haline gelir. Bu olaylar karşısında en azından hukukun herkes için aynı şekilde uygulanmasını, suçu kanıtlanana kadar herkesin masum sayılmasını isteyen Nirumand, solcu arkadaşları tarafından liberal olmakla suçlanır. Oysa liberaller de mollaların yükselişi karşısında solcular kadar sessizdir:

“Linç olaylarına ve geçici İslâm mahkemelerine hiçbir tepki göstermememiz, ne kadar dar bir dünya görüşüne sahip olduğumuzu kanıtlıyor. Diğer ülkelerdeki örneklerinden, geçici diye kurulan mahkemelerin zamanla kurumlaştırılıp iktidarın bir baskı aracı haline geldiklerini biliyorduk, ama yine de sesimizi çıkarmıyorduk. Burjuvazi-liberaller bile ağızlarını açıp bir tek söz söylemediler.” (s. 129)

Nirumand’ın İran’dan ikinci kaçışından kısa süre sonra artık Evin Hapishanesi’ne gönderilen solcuların bazı grupları, bu aşamaya gelene kadar yönetimi destekler. Ghamari’nin de hapiste yönetimi desteklediği halde kendisini Evin’de bulmanın şaşkınlığını yaşayan komünistlerle karşılaştığını belirtelim. Nirumand “oyuna gelen” solcuların düşünme biçimini söyle aktarıyor:

“İki cephede birden verdikleri savaşı kazanmak için mollalar demokratik hak ve özgürlükleri kısıtlama yöntemine başvuruyorlar. Ne yazık ki, solcular da bu oyuna geliyor. Kadın hakları, basın ve yayın özgürlüğü, kişisel özgürlükler kısıtlandıkça, ana ve yan çelişki tartışmaları hızlanıyor. Emperyalizme karşı verilen savaşta böyle ufak tefek şeylerin lafı edilmezmiş. Bu ‘ufak tefek şeylerin’, toplumun demokrasi ve ulusal bağımsızlık yolundaki çabalarını ne denli etkilediğini görmek istemiyordu solcular.” (s. 149)

Kitabın sonunda, kitabın çevirmeni Kemal Kurt’un Bahman Nirumand’la yaptığı bir söyleşi yer alıyor. Burada Nirumand solcuların yanlışını bu defa kendisini de dahil ederek daha net bir şekilde tekrar anlatıyor:

“Solcuların sosyalizm hakkında çok basmakalıp, kitaplardan alınma görüşleri vardı. İran’daki devrimi sosyalist bir devrimin habercisi olarak görüyor, İran’ın içinde bulunduğu gelişim sürecinde bunun olanak dışı olduğunu görmek istemiyorlardı. Biz solcular İslâm’ı yeni bir güç olarak görmekten yoksunduk. İran üzerine analizlerimizin Şili veya Vietnam üzerine yapılan analizlerden farkı yoktu. Ayrıca demokrasi anlayışımız da yetersizdi. Giysileri yüzünden sokaklarda kadınlara sataşmalar başlayınca, ‘yan çelişkiler’ diye ciddiye almadık bunları. Biz ana çelişkiyi, yani emperyalizmle savaşı ön planda tutuyorduk. Demokrasi olmadan emperyalizmle savaşılamayacağını anlayamamıştık.” (s. 266)

Nirumand’ın kitabı sadece siyasi tahliller içermiyor. Anlatımı roman gibi akıcı ve sürükleyici. Devrimin ardından sokaklarda artan şiddeti, mollalara karşı oluşturulan ortak cephenin toplumdaki potansiyelini, zamanla yaşam koşullarının değişmesini, en fakir sınıfların Humeyni’ye gösterdikleri gözü kara bağlılığı, İran’dan kaçarken sarılmak yasaklandığı için eşine veda edemeyişini etkileyici bir şekilde anlatıyor. Devrimin dönüm noktalarını teşkil eden olayların hep merkezinde yer alan Nirumand, okuruna da o gün orada olduğunu hissettiriyor.

Devrim ve kadın: Persepolis 1 ve 2

İranlı çizer ve sinema yönetmeni Marjane Satrapi’nin en çok yazıp yönettiği otobiyografik Persepolis filmiyle tanındığını söylesek yanlış olmaz. Filmin uyarlandığı aynı isimli çizgi roman Satrapi’nin tam devrim döneminde geçen çocukluğunu anlatıyor. Bir süre önce yayımlanan Persepolis 2 ise ilk çizgi romanın kaldığı yerden devam ederek Satrapi’nin gençliğini, yani 1980’leri konu ediniyor. Böylece Ghamari ve Nirumand’ın aktardıkları dönemden neredeyse Saberi’nin aktardığı döneme kadar olan boşluğu dolduruyor.

Bu kitaba dair ilk söylenmesi gereken, belki de on yıl önce yayımlanan ilk kitaptan ayırt edilmesi için dünyada Persepolis 2 adıyla yayımlanmasına (ve iki eser tek ciltte birleştirildiğinde bu durumun kapakta belirtilmesine) karşın Türkçede hem ilk kitabın hem de her iki kitabı birden kapsayan yeni kitabın sadecePersepolis adıyla yayımlanmış olduğudur. Bu nedenle ikinci kitabın da Türkçeye çevrildiği, kitabın içine bakana kadar anlaşılmıyor.

Satrapi’nin rahat, az çizgiyle çok şey anlatan, sevimli ve eğlenceli bir çizim tarzı var. Ayrıca kendisini çocukluğundan itibaren sıcak ve dürüst bir samimiyetle ortaya koyuyor. Kişisel geçmişini anlatmakla birlikte, İran’ın nasıl bir toplumsal dönüşüm geçirdiğine dair diğer yazarlar kadar aydınlatıcı bilgiler veriyor. Bu bilgiler bir çocuğun ve bir genç kadının kişisel deneyimleri çerçevesinden aktarılınca gerçeklikleri daha güçlü hissedilir hale geliyor.

Örneğin Şah karşıtı eylemlerin tüm coşkusuyla sürdüğü dönemde çocuk Saberi evlerinin bahçesinde arkadaşlarıyla devrimcilik oynar; bilmiş bilmiş “Devrim tıpkı bisiklet gibidir. Eğer tekerlekleri dönmezse devrilir” derler. Bunun hemen ardından beş tekerlekli bisiklette 22 kişinin alt alta, üst üste ve tepetaklak olduğu bir karede çizer şöyle yazıyor: “Benim ülkemde devrim işte böyle gerçekleşti.” (s. 14)

Evin Hapishanesi’ne dair bu incelemede yer alan belki de en hazin anı, orada tutulmayan Satrapi’ninki. Solcu amcası Anuş devrim sürecinde ülkeye döner. Mollaların iktidarı ele geçirmesinden sonra tutuklanıp Evin Hapishanesi’ne gönderilir. Çocuk Satrapi çok üzgündür. Babası, Marjane Satrapi’ye, “Onun için bir şey yapmak mı istiyorsun?” diye sorar. “Evet!” diyen kızına, “Anuş’un sadece bir ziyaretçi hakkı var ve o seni görmek istiyor” der. Satrapi en güzel giysileriyle amcasını ziyarete gider, Evin’de Anuş’un hücresine girer. Amcası ona sarılıp kucağına alır. “Ziyaret ederek beni ne kadar onurlandırdığını biliyor musun? Hep senin gibi bir kızım olmasını istemiştim” der ve ekler “Ama göreceksin! Bir gün proletarya iktidara gelecek!” Ona “Hayat ışığım” diyerek veda eder. Bu Satrapi’nin amcasını son görüşüdür, Anuş kısa süre sonra Evin’de infaz edilir. (s. 73)

Daha sonra Satrapi 14 yaşındayken okuldaki öğretmeni “İslam cumhuriyeti kurulduğundan bu yana ülkemizde hiç siyasi suçlu yok” diye yumurtlar. Satrapi kalkıp şöyle itiraz eder:

“Amcam Şah iktidardayken cezaevine girmişti. Ama onun idam edilmesine karar veren İslami rejimdi. Hiç siyasi tutuklu olmadığını söylüyordunuz. Ama Şah döneminde üç bin tutuklu vardı, şimdiyse üç yüz bin tutuklu var. Ne hakla bize yalan söylüyorsunuz?” (s. 151)

Daha insanlar molla rejiminin yerleşmesinin şokunu atlatamadan sekiz yıl sürecek anlamsız ve korkunç İran-Irak savaşı başlar. Savaş başlayınca okuldaki eğitim şehitler ve şehitlik üzerine yoğunlaşır. Çocuklara göğüslerini dövdürdükleri ağıt seansları yaptırılır. Satrapi bu ânı büyümüş gözlerle, üzüntüden ziyade şaşkınlık içinde bağrını döven çocukları resmederek aktarıyor. Kısa süre sonra ise çocuklar bu tuhaf ayinle dalga geçmeye başlar. Satrapi’nin sade ve sevimli çizimlerinde, çarşaf içinde de olsalar çocukların bakışlardaki muziplikten çocuk oldukları anlaşılıyor. (s. 103-104)

Satrapi’nin gençliğini anlattığı ikinci kitap lise öğrenimi için Avusturya’ya gitmesiyle başlıyor. O dönemde Satrapi bulunduğu kültüre ve punk’çı arkadaş çevresine uyum sağlamaya çalışır, kendisine marjinal bir görüntü verir. Yeni görüntüsüyle anne babasının gölgesinden dev bir adımla uzaklaşırken resmedildiği bir karede şunu söyler:

“Onlara ne kadar çok ayak uydurmaya çalışırsam kendi kültürümden o kadar uzaklaşmış hissediyordum. Aileme ve kökenime ihanet ediyor, oyunu başkasının kurallarıyla oynuyor gibiydim.” (s. 201)

Oyunu başkasının kurallarıyla oynasa da, çevresi için o hep “İranlı kız” olarak kalır. Öte yandan söz gelimi “anarşist” arkadaşlarla tanıştırılmaktan büyük heyecan duyar, Şah karşıtı eylemleri hatırlayarak. Oysa Avusturya’nın anarşistleri sadece kırda oyun oynayıp, ateş yakıp şarkı söylemektedir.

Çok kısa bir sürede fiziksel olarak büyür. Öyle ki, ancak bir buçuk yıl sonra ziyaretine gelebilen annesi havaalanında onu uzaktan tanıyamaz. Kendisini, yanında küçük kalan annesine sarılırken resmettiği bir karede Satrapi o ânı şöyle anlatıyor:

“Beni tanımamıştı, ama haklıydı. Hem boyum hem de kilom neredeyse iki katına çıkmıştı. Ona sarılmak çok tuhaftı. Cüsselerimiz yer değiştirmişti.” (s. 208)

Avusturya’daki hayatı sevgilisinin kendisini aldatmasıyla altüst olur, bedbahtlık sebebiyle bir süre sokakta yaşar, derken gözünü hastanede açar. O dönem için Satrapi şöyle diyor:

“Ailemin bir kısmını kaybetmeme neden olan bir devrime şahit olmuştum. Beni ailemden ve ülkemde ayıran bir savaşı yaşamıştım… Ama gelin görün ki beni neredeyse bitiren basit bir aşk hikâyesi olmuştu.” (s. 249)

Bu olay, kişisel özgürlüklerinin çoğunu feda etmek pahasına da olsa İran’a geri dönmeye karar vermesine neden olur. Kendisi yokken savaş yaşanmış ve Satrapi birçok siyasi gelişmeden habersiz kalmıştır. Babasından 1988’de ülkedeki siyasi tutukluların başına gelen felaketi öğrenir. Savaşın sonunda Irak’ın desteğiyle İranlı Mücahitler adlı rejim karşıtı bir grup ülkeye girmiş ve başarılı olamayıp tüm üyeleri ordu tarafından öldürülmüştür. Bu olayın hapishanelerdekiler için korkunç sonuçları olur:

“Fakat rejim korkuya kapıldı, çünkü bu muhalifler Tahran’a ulaşsalardı hükümet açısından tehdit oluşturanları serbest bırakabilirlerdi. Yani devrimin meşru mirasçıları olan ve ülkemizin entelijansiyasını oluşturan siyasi suçluları… Bu nedenle devlet sorunu bertaraf etmeye karar verdi ve tutuklulara şu seçeneği sundu: Devrimci fikirlerinden vazgeçerek İslami cumhuriyete sadakat ve bağlılık sözü verebilirler, böylece cezadan kurtulabilirlerdi. Yoksa infaz edileceklerdi. Ki pek çoğu infaz edildi.”

Satrapi’nin “Kaç kişi öldürüldü?” sorusuna babası şu yanıtı verir:

“Kimse tam olarak bilmiyor. Binlerce, hatta on binlerce kişi.” (s. 266-268)

Pek çoğu Evin Hapishanesi’nde olmak üzere siyasi tutukluların infaz edilmesi, toplumun geri kalanında da travmatik bir etki bırakmıştır. Üniversiteye yazılan Satrapi o dönemde oluşturulan korku rejimini şöyle tasvir ediyor:

“1990 yılında, büyük devrimci düşüncelerin ve gösterilerin devri sona erdi. 1980 ve 1983 yılları arasında devlet o kadar çok lise ve üniversite öğrencisini tutuklayıp infaz etmişti ki, siyaset konuşmaya cesaret edemez olmuştuk. (…) Rejimin anlayışına göre bir kadın evden çıkarken kendine şu soruları sormalıydı: Pantolonum yeterince uzun mu? Başımı düzgün örttüm mü? Makyajım belli oluyor mu? Ya beni kırbaçlarlarsa? Şu sorulara ise yer yoktu: Düşünce özgürlüğüm nerede? İfade özgürlüğüm nerede? Hayatım yaşanmaya değer mi? Siyasi tutuklulara ne yapıyorlar? Bu çok doğal! Korktuğumuz zaman analiz etme ve düşünme becerimizi kaybediyoruz. Korkumuz bizi felç ediyor. Ayrıca tüm diktatörlerin motivasyonu bilinçaltlarındaki bu korkudur.” (s. 313)

Bununla birlikte elbette direniş de kendi yöntemlerini bulur. Kimi zaman makyaj yapmak, kimi zamanwalkman dinlemek korkmadığını göstermenin bir yoluna dönüşür. Gizli buluşmalar ve ev partileriyle sürdürülen arkadaşlıklar bir tür ikinci yaşamın dokusunu örer. Bu ikinci yaşamın Satrapi kadar İran’ın da bir gerçekliği olarak devam ettiğini, güncel ortamı anlatan Saberi’nin kişisel tanıklıklarından öğreniyoruz.

Ghamari, Saberi, Nirumand ve Satrapi’nin kitaplarının hepsi İran’ın çok özel koşullar altındaki, çok özel dönemlerine tanıklık ediyor. Tahran’daki Evin Hapishanesi bu kitapların temel konusu olmadığında dahi bu korku ve baskı kurumunun varlığı ve etkisi hep hissediliyor. Günümüzde de Evin’in aynı uğursuz rolü sürdürdüğünden, siyasi tutukluların yıldırma taktiklerine tabi tutulduğundan şüphe yok. Diğer yandan İran toplumunun rejimin arzuladığı tek tip bir bağnazlık kütlesine bir türlü dönüşemediğine, içten içe canlı, hayat dolu, rengârenk ve eğlenceli kaldığına da şüphe yok.