Çağlar Tanyeri: Yazılar gittikçe kısalıyor, bilgiler hap hâline geliyor galiba. Akademi dünyasında eğitsel ve bürokratik yükün yanı sıra akademisyenlerin düzenli bir çeviri eleştirisi faaliyetinde bulunması hiç kolay değil...
26 Eylül 2019 09:00
Yaklaşık 25 yıl önce Herta Müller’in Yürekteki Hayvan çevirisiyle birlikte yayın dünyasında adını duyurmaya başlayan akademisyen ve çevirmen Çağlar Tanyeri, bugüne kadar aralarında Wilhelm Genazino’nun O Gün İçin Bir Şemsiye’si, Franz Kafka’nın Dava’sı, Dönüşüm’ü, Felice’ye Mektuplar’ı, Stefan Zweig’ın Satranç’ı, Dieter Forte’nin Sırtımdaki Ev’i, Vittorio Hösle’nin Ölü Filozoflar Kahvesi’ni, Joseph Vogl’un Tereddüt Üzerine’si olmak üzere birçok kitabı Türkçeye çevirdi. Norbert Gstrein’ın İngiltere Yılları, Christoph Ransmayr’ın Son Dünya, Rolf Lappert’in Eve Yüzmek adlı romanları başta olmak üzere artık satışta olmayan başka edebiyat eserleri de yine Tanyeri’nin Türkçesiyle okurlarla buluşarak Türkçedeki Alman edebiyatı kitapları arasına girdi.
İstanbul Üniversitesi Almanca Mütercim Tercümanlık bölümünün kurulmasından bu yana edebiyat derslerinin yanı sıra yazın çevirisi ve çeviri eleştirisi dersleri veren Çağlar Tanyeri’yle bir araya gelince elbette en çok akademik eğitimle çeviri pratiğini konuştuk; ben çeviri eleştirisinin yazılmadığından şikâyet edecektim ki ters köşe yapıp o bana sordu: “Peki, edebiyat eleştirisi yazılıyor mu?” Haksız değil tabii. Biz yine de çeviri eleştirisinin neden yazılamadığını, akademisyenlerin niye eleştiri yazmaktan uzak durduklarını ve hepsinden önemlisi bir çeviri eleştirisinin nasıl olması gerektiğini uzun uzadıya konuştuk.
Mevzu Almancadan yapılan çeviriler olunca konu ister istemez Stefan Zweig çevirilerine de geldi. Nedenlerini tartıştık, durumu konuştuk ve bu Zweig patlamasının daha çok tartışılacağını düşünerek konunun çeviri eleştirisi ve aynı zamanda çeviri sosyolojisi alanlarına çok iyi malzeme çıkardığına kanaat getirdik.
Bu arada, Çağlar Tanyeri’den çevirmen adayları için tavsiyeler almayı da ihmal etmedim. Buyurun, sohbetimize siz de ortak olun, birlikte tartışalım.
‘90’lı yıllardan yakın zamana kadar aktif olarak hem Çeviribilim alanında eğitim verdiniz hem de çeviriler yaparak kuramsal yaklaşımla uygulamayı birlikte yürüttünüz. Biraz çeviri eğitiminizden bahsedebilir misiniz?
Neresinden bakarsanız altı yıldır kurumsal eğitim görevinin içinde olmadığımı ve bu süreçte çevirilere ağırlık vermiş olduğumu belirtmekle başlayayım söze. Ama tabii önceki yıllarda eğitim ve çeviri faaliyetimiz, sizin de söylediğiniz gibi, iç içe yürüyordu. Benim öğrencilik yıllarım olan ‘80’lerin başında üniversitelerde, Boğaziçi Üniversitesi hariç henüz bugünkü gibi çok sayıda çeviri bölümü olmadığı için sistematik bir çeviri eğitiminden geçmedim.
Siz edebiyat mezunuydunuz değil mi?
Evet, İstanbul Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı mezunuyum, yani eğitimini aldığım asıl alan, benim dönemimdeki değerli hocalarımız sayesinde bana çok şey katmış olan filoloji. Öte yandan bu alanda da eğitimin bir parçası olarak uygulamalı çeviri dersleri görüyor, ancak metinleri çevirinin geniş bağlamından yalıtılmış, bağımsız birimler olarak ele alıyorduk daha çok. Aynı yıllarda Metis Çeviri ve Yazko Çeviri gibi süreli yayınlar çeviri faaliyetini kuramsal bilgiyle birleştirerek yine çeviri üzerinden içeriye taşımaya başlamıştı, o dönemde bu dergilerin bir okul niteliği taşıdığını söyleyebilirim rahatlıkla. Ayrıca benim kuşağım cumhuriyet tarihimizde dönem dönem çevirmenin kültürel bir özne olarak ağırlığını koyduğu ve belli yönlerde bir dil-eylem davranışı sergilediği ürünlerle yoğruldu. Daha sonra, özellikle de İstanbul Üniversitesi’nde (benim de içinde bulunma ve tanıklık etme fırsatını elde ettiğim) bölüm kurma sürecinde dış ve iç bilgi kaynaklarımız genişledikçe çevirinin metinden ibaret olmadığını, metnin karmaşık ilişkiler ağının sadece bir parçası olduğunu ve ne kaynak metnin ne de erek metnin bu iletişimsel ilişkiler ağından bağımsız düşünülebileceğini kavramaya başladık. Değerli hocalarımın danışmanlığında tamamladığım doktora çalışmam bir edebiyat çevirisi örneği üzerinden kuramsal bilgiyle çeviri pratiğini, sizin deyişinizle bir tür harmanlama çabasıdır diyebilirim.
Peki, bu harmanlama çabasını biraz daha açmanızı istesem.
Çevirmen olarak her ne kadar kuramsal bilgiyle çeviri pratiği arasında düz ve nedensel bir ilişki olduğunu düşünmesem de edebiyatbilim ve çeviribilim kaynaklarındaki kuramsal bilginin çevirmenlerde, kendi eylemleriyle ilişkisi bakımından çok yönlü bir farkındalık bilinci biçimlendirme özelliği taşıdığını söyleyebilirim rahatlıkla. Çeviribilim, çevirmen adayının uzmanlaşmak amacıyla seçtiği alanda yer alan kaynak ve erek dildeki mevcut metinlerin diline ve kültürel bağlamına hâkim olacak şekilde, başka bir deyişle kültürlerarası iletişim uzmanlığı yönünde yetiştirilmesini bir eğitim hedefi olarak koyuyor. Akademinin (edebiyat alanında) bu işlevini şu anda ne kadar yerine getirdiğini bilmiyorum. Ama bir tık önceki dönemden çıkan pırıl pırıl çevirmenler ve editörler var. Harmanlanmış yaklaşımı layığıyla hayata geçirerek sürdürüyorlar. Böyle devam edeceğini/etmesini diliyor ve umuyorum.
Hem İstanbul Üniversitesi’nde hem Okan Üniversitesi’nde Mütercim Tercümanlık bölümlerinde edebiyat çevirisi ve eleştirisi dersi verdiniz. Peki, kuramda kabul edilen eleştiri yaklaşımının mevcut yayın dünyasında uygulandığını düşünüyor musunuz? Şöyle sorayım ya da çeviri eleştirisi yazılıyor mu?
Sorunuzun birinciyi de içeren ikinci bölümünü sevdiğim için oraya sıçrayayım hemen. Akademik mecrada nicedir çeviri eleştirisinin kuramına dair değerli yayınlar var. Ancak bu birikim pratiğe yansıyor mu sorusu, ayrı bir konu. Öte yandan, geçmişteki süreli yayınları yakından takip eden birisi olarak aynı minvalde, edebiyat eleştirisi yazılıyor mu, diye de sorabilirim. Benim izlenimim, bu alanların epeyce daralmış olduğu yönünde.
Sizce nedir bunun sebebi?
Hayatın hızlı akışını ve bana göre içinde bulunduğumuz cendereyi unutmamak gerek. Yazılar gittikçe kısalıyor, bilgiler hap hâline geliyor galiba. Akademi dünyasında eğitsel ve bürokratik yükün yanı sıra akademisyenlerin düzenli bir çeviri eleştirisi faaliyetinde bulunması hiç kolay değil. Dolayısıyla okur boyutuyla izlediğimiz mevcut genel manzara, çeviri metnin esasında (bir) çevirmenin elinden çıktığına/yazıldığına yönelik bilinçli bir yaklaşım sergilemiyor, yazar ve belki yayınevi daha ön planda; son yıllarda aynı metnin eşzamanlı, çok çevirili dünyasında ben de çevirmen olarak yer aldığım için nasıl baş döndürücü sayısal bir şişme olduğunu tanıklık etmiş oldum. Ama bu manzaraya öbür taraftan, çeviri eleştirisi yönünden baktığınızda kullanılabilecek muazzam bir malzeme birikmiş durumda. Öte yandan çeviri eleştirisinin, zaman içinde akademinin açtığı kanaldan geçerek pratik mecraya aktığını ve bu sürece tanıklık yapmış birisi olarak bunun gayet olumlu olduğunu düşünüyorum. Çevirmen olarak editörünüzle verimli bir çalışma yürütüyorsanız, çevirilere kimi zaman çevirmenler tarafından dönem, yazar, metin ve çeviri sürecini aydınlatan bilgiler ekleniyorsa, hatta sosyal medyada çeviriyle ilgili kafanızı açan bir ileti görebiliyorsanız, çeviri eleştirisi hayatımızın içine girmiş demektir. Ben bu noktada, bana göre pratiğin içinde zaten çeviri eleştirisi yapmak durumunda olan editörlere, ki bunların arasında değerli akademisyen arkadaşlarımızın da olduğunu biliyorum, iş düştüğünü ve emeklerinin değerli olduğunu düşünüyorum.
Madem konuyu “metnin çok çevirili dünyası”na getirdiniz, hemen sorayım: Nedir bu Stefan Zweig patlaması? Piyasada Zweig çevirmemiş Almanca çevirmen kalmadığından şikâyet eden yayıncılar var.
Doğrusu bilmiyorum! Piyasa, okur, dağıtımcı, yayınevi ve eşzamanlı yeniden çeviriler arasındaki bağlantıları benden çok daha iyi çözümleyebilecek dostlar var. Benim görebildiğim, bu tür patlamaların yasa gereği telif haklarının satın alınmasına gerek kalmayan yazarları içermesi, sözgelimi Kafka için de aynı şey geçerli değil mi?
Tabii, telif süresi dolan yazarlarda böyle bir patlama oluyor ama Zweig’da sanki başka bir durum var.
Bir dönem ve belki hâlâ gençlerin, galiba özellikle de kadınların toplu taşıma araçlarında, kafelerde Stefan Zweig’ı elinden düşürmediğini biliyorum. Stefan Zweig gerçekten de okuru nasıl kavrayacağını bilen, ‘hikâye nasıl bitecek’ dedirten, psikolojik gözlemleri yoğun, betimlemeleri incelikli, iç monolog, diyalog, ben-anlatıcı gibi anlatım araçlarını ustaca kullanan, (kimi zaman gerçek tarihsel) karakterleri canlı, modernist geleneğin önemli bir halkası olan bir yazar. Ayrıca etnik ve dinî kimlikleri edebiyat üzerinden gözlemlemiş olması bakımından da güncel göndermeleri var. Ne var ki bu özellikler, niye böyle bir patlama olduğunu yanıtlamaya yetmiyor galiba.
Sizce bu kadar çok Zweig çevirisinin olması gerekli mi?
Benim fikrimin ötesinde, serbest piyasanın dengeleri, arz talep böyle bir rekabete yol açabildi demek ki. Esasında tam da bu ortamda çevirmenlerin görünür olması, çeviride seçiciliğin olması beklenirken, çoğu zaman yazar ve yayınevi öne çıkıyor galiba. Bu anlamda oyunun kurallarıyla veya yönlendirmelerle ilgili bilgi sahibi olduğum söylenemez. Öte yandan bu durum, çeviri eleştirisi, özellikle de sanırım çeviri sosyolojisi için muazzam bir veri.
Bir çeviri eleştirisi nasıl olmalı peki?
Öğrendiklerimden kendi adıma çıkarsadığım çeviri eleştirisi yönü pratikte öncelikle olumlu ve çevirmeni destekleyici olmalı! Sıkça kulağımıza gelen intihaller de çeviri eleştirisinin yakıcı bir konusu olsa gerek, çevirinin kalite kontrolünü yaparken çevirmenin içinde bulunduğu maddi koşullar da öyle. İkinci dilden çeviriler başlı başına bir konu. Öte yandan çevirilerde maddi hata elbette yok sayılmamalı ama maddi hatanın metin bütünlüğü içindeki temsili yeri ve değeri iyi saptanmalı ve toplam emekten soyutlanmamalı. Bir çevirinin zaaflarına dikkat çekerken parmakla gösterir gibi sadece çevirmeni işaret etmek yerine sürecin diğer bileşenlerine de bakmalı. Çeviri eleştirisinin ille de kaynak metin odaklı, karşılaştırmalı olması gerektiğini düşünmüyorum. Satır satır kontrolü, maddi hata envanterini aşan, çeviri ürünleri ve çevirmeni kaynak metnin ve yazarının otoritesi altında ezilen metinler olarak görmeyen erek odaklı çeviri eleştirisi kuramın içinde de var zaten. Ayrıca eleştiri yöntemini büyük ölçüde eleştirmenin sorusu ve amacı belirliyorsa, çeviri eleştirisinin şablon gibi uygulanamayacağını da kabul etmek gerekir. Ne var ki, bu konuyu edebiyat ve çeviri eleştirisi kanallarının oldukça daraldığı bir zeminde konuşuyorsak sözlerin havada kaldığını/kalacağını göz ardı edemeyiz.
Çeviriye başlamadan önceki araştırma sürecinizi ve çeviri esnasında izlediğiniz yolu anlatır mısınız biraz?
Önce ısınma süreci. Yazar hangi sosyal ve tarihsel ortamda ne anlatıyor ve nasıl anlatıyor? Kaynak edebiyat/düşünce tarihi içindeki yeri nedir? Çağdaş bir yazarsa, eleştiriler hakkında ne söylüyor? Sonra iş başı ve bir çalışma takvimi. Bazı çevirilerde bilgiye dönük metin dışı bağlam araştırmasını daha çok yapmak zorunda kalabiliyorsunuz. Yazarın/anlatıcının kullandığı anlatım araçları, metnin akışındaki bağlantılar, betimleyici sahnelerin kaynak metne uygunluğu, karakterlerin konuştuğu dilin Türkçede de olabildiğince aynı etkiyi yaratması, söz dizim, kip kullanımı, yazarın özel dili, perspektif geçişleri, olası erek okuru dikkate alarak yerine göre kaynaktaki konu ve anlatı diline müdahale eden çeviri işlemleri özellikle dikkat ettiğim noktalar. Ara verdiğim kimi günlerde mutlaka geriye dönüp baştan alırım, kendimce gerekli düzeltmeleri yaparım ve sonra bu yönde kaldığım yerden devam ederim. Çevremde bana yardımcı olabilecek, edebiyatsever dostlar varsa, onların fikrini alırım. Ve yine kendimce son okumamı yaptıktan sonra metni yayınevine teslim ederim.
Sizin çevirilerinize dönelim biraz. Herta Müller de çevirdiniz, Stefan Zweig ile Wilhelm Genazino da, Rolf Lappert de... Peter Weiss’ın Direnmenin Estetiği de sizin ve Turgay Kurultay’ın ortak çevirisiyle Türkiye’deki okurlarla buluştu, Rainer Funk’ın Ben ve Biz’i de... Ama biz önce geçmişe gidelim. İlk çeviriniz hangisiydi?
Yayımlanmış ilk kitap çevirim Herta Müller’in Yürekteki Hayvan’ıdır.
Nasıl bir tecrübeydi peki? Bu kitap önünüze mi düştü, siz mi bulup çevirmek istediniz?
Herta Müller’i hiç tanımıyordum. Çeviri yapmak istiyordum ve o arayış sürecinde karşıma çıkan güzel tesadüfler ne iyi ki beni yazara götürdü. Her ne kadar Nobel Ödüllü bir yazarın yazınsal tutumundan söz etmek bana düşmezse de düşündürücü somut/görsel ve soyut/düşünsel imgeler kullanan, lirik derinliği olan, anlatım araçlarını ince eleyip sık dokuyan, sindirilmesi gereken geçişler yapan, boşluklar bırakan, iç ve dış dünyaların detay planlarıyla politik arka planı bütünleştiren, özellikle soyutlamalar üzerinden son derece eleştirel, özgün bir yazar olan Herta Müller’in iki romanını çevirmiş olduğum için şanslı görüyorum kendimi.
Şu an dönüp baksanız o kitabı çeviren Çağlar Tanyeri’ne ne söylersiniz? Ya da onu nasıl eleştirirsiniz?
Bir dış sese ihtiyacım var derim. Çeviri o dönemde benim için son derece eğitici olan yapıcı bir eleştiri/düzelti sürecinden geçmişti. Bunu uzun bir süre sonra, yakın bir zamanda yine duyabilecek olmaktan memnuniyet duyduğumu söylemekle yetineyim şimdilik.
Kitap çevirisinden kazanılan paranın ne kadar az olduğundan bahsetmeye pek gerek yok sanırım. Almanca söz konusu olunca Goethe Institut başta olmak üzere çeşitli kurumlardan çeviriler için fon alınabildiğini biliyoruz. Bu fonlar çevirmenler için ne kadar önemli sizce?
Epeydir fonların ne düzeyde olduğunu bilmemekle birlikte, bunların çevirmenin maddi koşullarını düzeltmek ve kültürlerarası ilişki bakımından çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Bu fonların asıl hedefi nedir sizce?
Doğrusunu isterseniz, ben başından beri bu fonların arkasında, onlardan uzak durmayı gerektirecek gizemli veya kötücül bir hedef olduğunu düşünenlerden değilim, belki benim bilgisizliğimdir. Ama sanırım zaten şu günlerde AB ile malum ilişkilerimizden dolayı bu alanda da el etek çekme diyebileceğimiz bir gerileme var.
Peki çevirisini yaptığınız yazarlarla tanıştığınız zamanlar oldu mu? Bunun faydasını gördünüz mü?
Evet, oldu. Kimiyle yakın, kimiyle uzak tanışmalar. Çok faydasını gördüm. Tanıştığınız bir yazarı çevirmek çeviri sürecini çok daha canlı kılıyor. Çevirdiğim değerli bir yazarın, çeviri çevirmenle yazar arasındaki bir tür işbirliği ürünü olmalı, sözü, kültürlerarası diyalog açısından çok değerli gelmişti kulağıma ve zihnime. Bunun da ötesinde çevirmenin yazarıyla çeviri sürecinde kuracağı bağlantı çeviri tarihi açısından da bir belgedir.
Çeviri eğitimini gerekli görüyor musunuz?
İ.Ü Almanca Mütercim Tercümanlık bölümünün ‘90’lı yılların başına rastlayan kuruluş sürecinde bir altyapı çalışması olarak çeviri eğitiminin gerekliliği, toplumsal karşılığı, yapısı, hedefleri, ders programı ve içerikleri gibi konular çokça tartışılmış ve yayına dönüşmüştü. Benim de iyi kötü içinde yer aldığım bu oluşumdan bunca zaman sonra, hele şu anda çok sayıda Çeviribilim bölümü varken aksini iddia etmem elbette mümkün değil. Çeviri eğitimi esas olarak bir farkındalık eğitimidir diyebiliriz. Çevirmen adayı, eğitim sayesinde sezgisel bir çeviri faaliyetinden düşünsel bir çeviri faaliyetine adım atma becerisine sahip olduğunda öznel yaşam ve eylem koşullarını nesnelleştirebilir, kendisinin tarihsel bir özne olarak, içinde bulunduğu maddi koşullardan tutun, çeviri davranışına kadar mevcut ortamdan/normlardan bağımsız olmadığını görebilir, bu da taşıdığı sorumluluk ve aldığı kararlar açısından önemli bir önkoşul.
Yayınevlerinin Almancadan Türkçeye çevirmen bulmakta çok zorlanmasını neye bağlıyorsunuz? Mezunlar edebiyat çevirisine girmek istemiyor mu?
Sanırım sayısal azlık yüzünden kuşaktaş meslektaşlar isteseler bile talebe cevap veremiyor. Gençlere gelince: Başta da belirttiğim gibi, epeydir kurumsal eğitim görevinin içinde bulunmadığım için bu sorunuza sağlam bir yanıt verecek verilere sahip değilim.
Editörler beklentilerinizi karşılıyor mu peki? Almanca söz konusu olunca editör de sınırlıdır diye düşünüyorum.
Belki birkaç örnek dışında, eğitici bir süreçten geçtiğim, bana tecrübe kazandıran çevirmen-editörlerle, konu uzmanı editörlerle, aralarında akademisyen arkadaşlarımın da olduğu kuşaktaşım editörlerle ve genç, enerjik, bilgili editörlerle verimli bir diyalog içinde çalışan, ürün odaklı bir iş birliği yapma fırsatını elde eden, şanslı bir çevirmen olarak görüyorum kendimi. Editörün ille Almanca bilmesi gerektiğini düşünmüyorum ama bu, çevirmenin işini ve sorumluluğunu artırıyor, o nedenle dili bilen bir editörle çalışma süreci çevirmen-editör işbirliğinde yolu kısaltıyor hiç şüphesiz.
Çevirinin ideolojik yansımalarını 100 Temel Eser çevirilerinde epey görmüştük. Doç. Dr. Esra Birkan Baydan da yüksek lisans tezinde bunu incelemişti. Başta bu çevirilerde olmak üzere çeviri tarihinde tartışılan değişikliklere, müdahalelere dayanarak soruyorum size: Çeviri politik bir eylem midir?
Bu akademik çalışmayı okuma fırsatım olmamış ne yazık ki. Ben o sıralarda bu konuyla ilgili, “Gelenek Uyanır ve Moderniteye ‘Hayırlı Sabahlar’ Diler” başlıklı, kısa bir yazı yazmıştım. Bu başlık, (en azından) sorunuzu yönelttiğiniz malzemede kullanılan tercihlerin hiç kuşkusuz politik/ideolojik bir eylem olduğunu söylemenin yanı sıra başka, hatta belki karşıt dillerin de siyasetten azade olmadığını öne sürüyor.
Yayınevleri tarafından herhangi bir sansür talebiyle karşılaştınız mı peki?
Evet, sayısı çok sınırlı olmakla birlikte birkaç kez karşılaştım.
Örneklemek ister misiniz? Ne tür sansürler oluyor bunlar? Cinsellik mi, politik gönderme mi veya başka bir nokta mı?
Politik bir kavramın çeviri sorunu oluşturduğu ve nasıl çözüldüğüne dair ilginç bir örnek verebilirim, soyutlama yapmayı tercih ederek. Süreli bir yayın için Alman bir tarihçi akademisyenin kaleme aldığı bir metni çevirmiştim. Editörüm de yine tarihçi bir akademisyendi. Metinde geçen Völkermord kavramının benim çevirdiğim karşılıkla değil, başka bir karşılıkla yayımlandığını gördüm. Öte yandan editörüm bir dipnot düşerek kaynak metindeki Völkermord kavramının, çeviri metinde görülen Türkçe karşılıkla kendisi tarafından çevrildiğini açıkça belirtmiş. Bu örneğin süreçleri hakkında daha çok tartışabilmeyi isterdim ama fırsat olmadı ve üzerinden uzun zaman geçti.
Şu an Çağlar Tanyeri’nin masasında hangi kitaplar var? Hem okur hem çevirmen kimliğinize seslenerek soruyorum.
Şu anda masamı, çok yakında tamamına erdireceğimi umduğum Stefan Zweig öyküleri kaplamış durumda. Bir süredir fırsat buldukça, her birini hevesle çevirdiğim yazarların, Rolf Lappert’in, Christoph Ransmayr’ın, Dieter Forte’nin, Peter Weiss’ın, Herta Müller’in yapıtları arasında turladığım, boşlukları kapatmaya çalıştığım bir dönemden geçiyorum. Nicedir uzak kaldığınız yoğun bir ilişkiyi pekiştirmek gibi. Sık sık Kafka’nın Almanca dünyasına döndüğüm de oluyor. Ve tabii yetişebildiğim kadarıyla Türkçe ve çeviri edebiyat, galiba daha çok geçmişi yâd edercesine.
Öğrencilere, çevirmen adaylarına, dille ve metinle uğraşmak olmak isteyenlere ne önerirsiniz peki?
Edebiyat çevirisiyle sınırlayacak olursam, öğrencilere ve çevirmen adaylarına, genç enerjileriyle öncelikle kendi okumalarını yapmalarını, edindikleri çeviri eğitimini kaliteli çeviri örnekleri ve editörlerin tecrübeleriyle beslemelerini öneriyorum. Ve tabii her fırsatta bolca pratik yapmalarını.