Biz de, kendi romanımızın özgünlük’ünden söz ediyoruz, geçmiş-günümüz romanlarını haz alarak okuyoruz da içine girdiğimiz durum Fikret’in “Sis”inden bin beter!
12 Ocak 2017 13:55
Tevfik Fikret’in “Sis”i gibi. Üstat yüz yıldan fazla bir zaman önce yazmış; 1902’de. Boğaz’ı, İstanbul’u sis kaplamış, köşebaşında da iki istibdat hafiyesi olmalı, Büyükdere’deki evinin penceresinden dışarıya bakıyor, hiçbir şey görünmüyor. Metafor günümüze kadar geliyor. Şimdi Boğaz, İstanbul, ülke kar altında. Karşıki kıyılar, Üsküdar, Salacak, başımı şöyle sola çevirdiğimde Kuzguncuk, Beylerbeyi, biraz uzakta olan Çengelköyü hiç görünmüyor. Hiçbir şey görünmüyor, belli belirsiz ışıklar işte, gece inmemiş ama karla gün bitiyor.
Kuşkusuz kar güzel; beyaz sonsuzluk. Ölümü de belki bulursunuz ama daha çok zamanın durması gibi bir şey ve de doğanın belleğimize işlenmiş olumlu imgesi. Öte yandan “ilerisi”nin görünmemesi. Üstadın “Sis”ini çağrıştırıyor. Sanırım yaşadığımız dönemin özelliği böyle bir çağrışım yaptırıyor. Önceki yıllarda pek aklımıza gelmezdi; şiir şöyle biter:
Örtün, evet, ey hâile… örtün, evet, ey şehr;
örtün, ve müebbet uyu, ey fâcire-i dehr!
Ahmet Muhip Dıranas da bu şiiri sâdeleştirmiş. Yukarıdaki dizeler de “Yağma”nın şâirinin kalemiyle:
Örtün evet, ey facia… Örtün, evet, ey kent;
örtün, ve de sonsuz uyu, evrensel orospu!
Üstat İstanbul’a kızmış ama kızdığı doğal olarak şehrin o günkü temsil ettiği.
Bir kez çatlayınca bir daha eski hâlini alamıyor ne yazık ki! İnsanın kalbi de kırıldığında kolay kolay onarılamıyor. Ne var ki zaman, bazen iyi bir ilâç olabiliyor, belki yıllar geçtikten sonra kırgınlığınız geçiveriyor, affediyorsunuz. Ama nesne (madde) öyle değil. Bir vazo kırıldı mı, ne kadar keskin, güçlü yapıştırıcıyla yapıştırın eskisi gibi olmuyor. Özneninki düzeliyor da nesneninki düzelmiyor; oysa ilk bakışta tersiymiş gibi geliyor.
Yaşadığımız günleri açıklamak çok kolay görünmüyorsa da dehşetini iliklerimizde duyumsayabiliyoruz. Karın görsel çekiciliği bir yazının kıvılcımı bile olamıyor; yine de hayat diyorsunuz! Ama var olan durum’un şiddeti odanızın içine kadar, masanıza kadar gelmişse ister istemez gerilere gidiveriyorsunuz, bir başlangıç noktası arıyorsunuz. Her ne kadar o noktaya dönüş olmasa da!
1839’da Tanzimat Fermânı ile gelen bir çatlama var. Belki de yarılma demek gerek. Bu tarih Batılılaşma’nın (sonra modernleşme olarak karşımıza çıkacak) bir başlangıç noktası. Daha öncesi var kuşkusuz. Romanımız da başlangıcından neredeyse günümüze kadar bu sorunu irdeleyip durdu. Bu rastlantı değildi, “bir denk düşme” vardı. Zâten o kapı açıldıktan sonra da roman girmişti.
Çatlama şimdi derin bir yarık hâlinde, ilk çatlaktan bu yana giderek açıldı; açmışlar. Başka türlü olabilir miydi? Bunlar kuşkusuz çok farklı sorunlar/sorular ama bu noktada –ilk aklıma gelen– Beşir Fuad’ın intiharını nasıl açıklamalıyız?
Murat Belge son kitabı Step ve Bozkır’da iki ülkenin edebiyatını, batılılaşma-modernleşme sorununun ekseninde irdeleyerek roman çözümlemeleriyle karşılaştırıyor. Önce Batılılaşma derken mekân’a vurgu yapıldığının, sonra modernleşme diyerek de zaman’a vurgu yapıldığının altını özellikle çiziyor. (Bence iki sözcüğün yer değiştirmesinin çok çok ötesinde bir saptama.) Şimdilerde çoğunlukla modernleşme diyoruz. Bu iki ülke, iki imparatorluk, Rusya ile Osmanlı, Batılılaşma evrimini yaşıyor. Bu süreçte Belge, yine “yüz yıllık bir zaman” farkı olgusunun altını çiziyor, birçok örnek gösteriyor. Orada olanların benzeri hemen hemen yüz yıl kadar sonra Osmanlı’da oluyor.
Beşir Fuad’ı da Bazarov’e benzetiyor Murat Belge. Evet Bazarov bir roman karakteri. [1] Öte yandan “doğabilimci, pozitivist” vb. Jale Parla’ya göre Tanzimat romancıları hem oğul hem babaydı; babasız kalmış oğullardı dolayısıyla da aynı zamanda babalar kuşağıydı ve de kuşağın gençlerinden ele avuca sığmaz Beşir Fuad da Batılı bilgi kuramını “gerçek anlamda” tek benimseyendi. Parla, Beşir Fuad’ı mitolojideki Daidalos’un oğlu İkaros’a benzetiyordu.[2]
Mîmâr Daidalos, kendi yarattığı labirent’te oğluyla sıkışıp kalır. Bu labirent’i yapması da bir ceza sonucudur. Yine öncesinde bir kadın, aşk vardır. Sonunda kendisine ve oğluna balmumundan kanat yapar ve labirent’ten uçarak kurtulmayı tasarlar. Harekete geçmeden önce de oğlunu, güneşin çekiciliğine kapılıp yükselmesin diye defalarca uyarır. Ne var ki İkaros havalandığında, bu noktada doğaüstü gücü elinde bulundurmanın çekiciliğinden kurtulamaz ve yükseldikçe yükselir. Burada Güneş’e ulaşma da var; Güneş doğal olarak Tanrı dolayısıyla bir meydan okuma da var. Babil Kulesi mitosunun benzeri. İkaros güneşe yaklaşınca kanatları erir, yere çakılıp ölür!
“... Oğluna Namık Kemal adını koymakla birlikte kısa yaşamını Namık Kemal’in temsil ettiği babalar kuşağıyla kavgayla geçiren Beşir Fuad kuşkusuz ki Namık Kemal’in o ünlü şair tanımına uyan bir yazardı ve benimsediği misyonun yükü altında eziliyordu. Beşir Fuad Batı’nın bilgi kuramını benimsemeden batılılaşma olamayacağını görmüştü, ama bu bilgi kuramının benimsenmesi her şeyin, gelenek, kültür ve en önemlisi dini inançların yeniden gözden geçirilmesini gerektiriyordu. Babalar kuşağı, yani Şinasi, Namık Kemal, Ahmet Mithat, Samipaşazade Sezai, Muallim Naci ve Recaizade Ekrem buna henüz hiç hazır değildiler. Kişiliğini ve dehasını çok takdir ettikleri, hatta etkisinde kaldıkları bu genç edebiyatçıya aşırılıklarından vazgeçmesi için sık sık nasihat etmekten başka bir şey de yapamıyorlardı.”[3]
Ne yazık ki Cumhuriyet’in Aydınlama “anlayışı” Beşir Fuad’ı pek benimsememişti. Pek hatırlamak istemedi, gündeme getirmedi. İntihar biçiminden dolayı mıydı? Yoksa görüşlerinden dolayı mı? Oysa görüşleri Cumhuriyet düşüncesine pek uzak değildi. Belki maddeci oluşu. Batının bilgi kuramı da bu topraklara çok çok fazla gelmişti. Gelmişti ama bir yandan da batılılaşmak-modernleşmek için elden gelen yapılıyordu, neyse...
Öte yandan Beşir Fuad da herhalde iki kadın arasında kaldığından ya da kalıtsal bir delirme olasılığından dolayı intihar etmedi. Bunlar bir dehâ için neden olabilir mi? Ya da bazı çevrelerin ileri sürdüğü inançsızlığından dolayı bir sürüklenme sonrasında! Selahattin Hilav “... bilimsel bilgilere dayanan bir dünya görüşünden kaynaklanan bir seçme özgürlüğü, yani yaşamı ya da ölümü seçme özgürlüğü söz konusudur” diyor.[4]
Yine Step ve Bozkır’a dönecek olursam Belge, söz konusu iki imparatorluğun Batılılaşma serüveni için –özcesi– şöyle diyor:
“18. yüzyılın ilk çeyreğinde bu iki toplum aynı yola girdiler; ama hızları farklıydı. Rusya daha kararlı adımlarla yürüdü ve mesafe aldı. 19. yüzyıldaki büyük rönesansının birikimini yaptı. Osmanlı ise çok oyalandı, çok vakit kaybetti. 19. yüzyıl Osmanlı için bir ‘devam’dan çok bir ‘yeniden başlama’ evresi oldu.”[5]
Sonraki yüz yıl iki toplum için mâlum. Rusya’da dünyanın en önemli devrimi oldu, ardından farklı bir modernleşme, Sovyetler modeli diyelim, yetmiş yıl sonra da dağılma. Yeri gelmişken bir şeyi eklemek gerek. Klasiktir, Sovyetler için hep komünist rejim denir. Öteki sosyalist ülkeler için de. Ancak dünya henüz komünist düzeni görmedi, ütopya ütopya olarak kalmakta. SBKP’nin 1972 yılındaki kongresinde “komünizme geçiş” ilân edildi. Ancak “geçildi” diye deklare edilmedi. Bu Gorbaçov’a kadar sürdü. Zâten deklare edelse bile, bu iş öyle kolay olmuyor. Temel mesele “devlet mekanizması”nın dağılması. Tam tersi sosyalist bürokratik bir devlet vardı! Ne var ki bu söylemi en çok da CIA benimsedi! Bizde de darbelerle, idamlarla, cinâyetlerle, baskılarla, tutuklamalarla vb. vb. geçti! Şimdi bir kin, öfke, bir şiddet, hızlı bir kutuplaşma; neyse bu da başka –ama çok yakıcı– bir sorunsallık!
Yirminci yüzyılda edebiyatımızın (romanımızın) olgunlaşmasıyla güçlü romanlar, romancılar çıktı ama 19. yüzyılın ikinci yarısındaki Rus romanı kadar güçlü olamadı. Bu dönem romancılar ve romanlar Avrupa’yı, dünyayı, bizi de etkilemişti. Kaldı ki yirminci yüzılı da pek boş geçmediler. Stalin zamanında unutturulmak istenenler daha sonra okurla buştu, evrenselleşti. Bulgakov, ondan sekiz yaş küçük olan Platonov sayılabilir.
Sonuçta biz de, kendi romanımızın özgünlük’ünden söz ediyoruz, geçmiş-günümüz romanlarını haz alarak okuyoruz da içine girdiğimiz durum Fikret’in “Sis”inden bin beter!
Üstat, sis dağıldıktan sonra evden çıkabilmiştir ardında iki hafiye olsa da. Şu günlerde, bir zamandan beri, her evden çıktığımızda sanki bir kâbusun içine giriyoruz. Kar şimdi evde tutuyor da kâbus uzakta duruyor. Yalnız İstanbul da değil, ülkenin geneli böyle. İşin ilginç yanı, İstanbul’a kar yağdığında, biraz kaldığında şehir bir kaos’tur!
Kardan dolayı evden çıkamamanın bir benzeri de Daidalos mitosu. Jale Parla, İkaros ile Beşir Fuad arasında ilgi kuruyordu; aslında baba-oğul mitosu iç içe geçmiş iki mitostur. Şimdi için sanki Daidalos ibretlik: kendi yaptığı labirent’ten çıkamamak. Çıktığında da oğlu ölecek. Gece iyice indi, her yer beyaz, deniz görülmeyen mavi. Kar iyi güzel, keyifli ama Behçet Necatigil’in unutamadığımız “Evler” şiirinin son öbeği de şöyle:
Şu dünyada oturacak o kadar yer yapıldı:
Kulübeler, evler, hanlar, apartımanlar
Bölüşüldü oda oda, bölüşüldü kapı kapı
Ama size hiçbir hisse ayrılmadı
Duvar dipleri, yangın yerleri halkı,
Külhanlarda, sarnıçlarda yatanlar!