Bir hayalet-anlatı: İstasyon

"Hah, neredeyse adının verdiği ‘ünlem’ hissiyle dünyaya atılmış bir metin gibiydi: Bir ortak alana şahsi bir yerden atılmış, aciliyetli bir metin. İstasyon ise son derece ketum, kapalı ve ortak alanla pek ilgilenmeyen bir kitap. Hah’ta kapının önüne çıkıp adeta bağıran bir ses varken, burada tersi, kapıyı çaldığınızda açmayan bir ev sahibine benziyor anlatıcı."

08 Eylül 2022 21:00

Bazı anlatılar ve hikâyeler niyeyse okuma ânında değil, okuduktan sonra, belki çok sonra insanın kafasında dalgalanmaya başlıyor. Okurken altı çizilen cümlelerde ya da insanın zihninde çakan şimşeklerde değil, daha sakin bir tavırda, okuduktan çok sonra bir anlam kazanan bir tortu ya da genel bir atmosferde gizli bu anlatıların gücü. Okuduktan çok sonra, olur olmaz zamanlarda gelip insana hayalet gibi ‘musallat’ olan bu anlatılara ‘hayalet-anlatılar’ diyebilirim. (Böyle bir edebi terim yok, belki de şu anda bulunmuş oldu.)

Mesela eskilerden Kafka ve Camus’nün anlatıları hayalet anlatılardır bu anlamda: Dava’yı ya da Yabancı’yı okurken cümlelerin altını çizmeyebilirsiniz, okuma süreci bir uğultuyu da andırabilir ama Kafka ya da Camus okuyan kişinin zihninde bir tortu ya da iz kalır. Bu iz, bir hayalet gibi, daha sonra gelip sizi bulur. Yaşadığınız şeylere “Kafka ya da Camus romanındaki gibi” demenize izin veren şey de budur. Okurken tam anlam veremediğiniz, müphem anlatılar etkisini böyle hayaletimsi bir biçimde gösterir. Bu anlatıların zihinde bıraktığı temel his de genelde ‘tuhaflık’tır. Tuhaf, tam anlam verilemeyen, tüketilip rafa kaldırılamayan, anlamdan kaçan ama yine de anlam ihtimaliyle dolu olan bir şeyler. Anlam ihtimaliyle dolu olmayı vurgulayalım: Kafka gibi yazarların bir gücü de ‘durumları kavramlaştırmaları’dır. Okuduktan çok sonra, bir yerde “Şato’da ya da Dava’da olduğu gibi” diyebilirsiniz. Kafkaesk denen şey buradan çıkar. Hayalet anlatıların bir özeliği de ‘soğukkanlı,’ neredeyse apatik olmalarıdır. Sakin, ketum, kendini ele vermeyen (ve metne bir ‘yabancılık’ kazandıran) cümleler bir hayaletimsi etki yaratırlar.

Birgül Oğuz’un İstasyon’u böyle hayaletimsi bir anlatı; okuduktan çok sonra akılda kalan bir his ara sıra insanı yokluyor ya da insana musallat oluyor. Kitaptaki bazı sahneler de, eski bir filmden sahneler gibi insanın aklına üşüşüyor. Bunda kitabın ser verip sır vermeyen kapalı üslubu ve anlatıyı saran ‘tekinsiz’ his etkili oluyor sanırım. Muğlak bir şeylerin insana musallat olan gücü.

Benzer bir muğlaklığı Bilge Karasu’nun uykuyla uyanıklık arası gidip gelen Kılavuz’unda bulabilirsiniz. İstasyon ve Kılavuz’u birbirine yakın kılan bir şeyler var:[1] İstasyon’un ikinci bölümünün başına “bir nevi Kılavuz hissi” diye not almışım. İki kitap da ani bir yolculuğa çıkan, bir belirsizlik içinde yol alan anlatıcılara ve kilit noktaların gölgede bırakıldığı bir yapıya sahip. Bir benzerlik de şu: İki anlatı da kaygılı anlatıcıların bir krizin eşiğinde durduğu bir ‘kaygı estetiği’ne sahip. Freud’un Türkçeye ‘tekinsiz’ diye çevrilen ve temelde kaygıya odaklanan unheimlich tanımı da iki anlatı için kullanılabilir. Unheimlich, malumunuz, tanıdık olmayan, eve-benzemeyen, yabancı ama bir yandan da tanıdık olan şeyleri ifade eder. Lacan buna ‘olağanın içine yerleştirilmiş’ yabancılık diyor. Olağan bir sahneye musallat olan bir tuhaflık, bir hayalet gibi.

İstasyon’un Kılavuz’dan ayrıldığı nokta şu: Kılavuz uyku-uyanıklık, rüya-gerçek gibi ikiliklerin belirsizliği üzerinden ilerleyip daha çok ‘psikolojik’ bir tekinsizlik yaratırken, İstasyon bu belirsizliği sosyolojik bir zeminde ve rüyayla hiç ilgilenmeyen somut bir dünyada ilerleyerek kuruyor. Bilge Karasu’nun anlatısı, tabiri caizse ‘uykulu’ bir anlatıdır: Sıcak yaz günlerinde, bir tatil kasabasında yarı-uyur yarı-uyanık bir halde sürüklenir. İstasyon’sa uyumayı reddeden, tetikte kalmaya çalışan, dalgınlığı felaketi olarak gören bir karakterin, sıcak bir tatil kasabasında değil, soğuk bir adada geçirdiği günlerin hikâyesidir. Kılavuz gündüz-düşlerinin cazibesine kapılıp muğlaklıktan joussisance denebilecek bir haz alırken, İstasyon can sıkıcı bir gündüz vaktiyle baş etmeye çalışır. İki anlatıyı birleştiren noktaysa, her iki anlatının bir tuhaflıkla hemhal olmasıdır: tuhaf oldukları ölçüde de okura musallat olan bir ‘hayalet’ anlatı olmalarıdır.

Karasu’nun Kılavuz’u üzerine çok şey yazıldı, ben bu karşılaştırmayı burada bırakıp İstasyon’u bir ‘hayalet-anlatı’ya dönüştüren şeyleri anlatmaya çalışacağım.

1. Kapalı yazı

Önce şunu söylemek isterim: İstasyon’da anlatıcı, daha önceki Birgül Oğuz kitabı Hah’ın açık hissinin yerine, araya girip bir şeyler söylemenizi zorlaştıran bir kapalılık kuruyor. Kendi kendine fısıldar ya da konuşur gibi yazdığını da söyleyebilirim. Hah, neredeyse adının verdiği ‘ünlem’ hissiyle dünyaya atılmış bir metin gibiydi: Bir ortak alana şahsi bir yerden atılmış, aciliyetli bir metin. İstasyon ise son derece ketum, kapalı ve ortak alanla pek ilgilenmeyen bir kitap. Hah’ta kapının önüne çıkıp adeta bağıran bir ses varken, burada tersi, kapıyı çaldığınızda açmayan bir ev sahibine benziyor anlatıcı. Hah’taki şu ünlemi hatırlayalım: “Bir dilim olsa bas bas diyeceğim: Savulun! Bu nasıl çember, daralıyor.” Burada ise, dünyaya bağırmaktan vazgeçmiş, kendi kozasını ören biri var. Üslup açısından İstasyon ateşten çok küle yakın bir metin. Hayaletimsiliğinin bir nedeni de bu olabilir.

2. Kapalı mekân

İstasyon belirsizliği mekânsal anlamda daha en başta kuruyor. Anlatıcı Deniz, hayatındaki bir kriz sonucu yeni bir hayat teklifini kabul eder. Kendisine yeni teklif edilen ‘hayat’ başkentteki bir adada, İstasyon adlı bir sığınma-evinin sorumluğunu üstlenmesidir. Metin ‘ada’yı (bekleneceği üzere) İstanbul’a değil, bütün okurlarda Ankara çağrışımı yapması kuvvetle muhtemel bir isimsiz ‘başkent’e taşıyarak bu yolculuğu daha baştan ‘tuhaflaştırıyor’. Burada, bu mekândan özgürleşme hamlesinde hayırlı bir yabancılaşma var: Tanıdıklığın yok edilmesi yazıyı öne çıkarır. Yazının mekânı dış dünyadan bağımsızlaştığında ya da belirsizleştiğinde, yazıyı bir hissin kaplaması daha muhtemeldir. Mekân bir ortaklık alanı olmaktan çıkar, ‘unheimlich’ bir his kazanır. Varoluşçu sorgulamalara, kriz-sonrası tefekkürlere daha uygun hale gelir ki, Deniz’in meselesi temelde bir varoluş sorgulaması olmasa bile bir varoluş ‘yoklaması’dır.

Bir mekân olarak ada zaten başlı başına yabancı bir şeydir. Bir kesintidir. Öfori ile melankoli, açıklık ile kapalılık arasında gidip gelen bir kesinti. İstasyon bir kış mevsimi anlatısı olduğu için, ada bir melankoli, kapalılık mekânına dönüşüyor. Boş sahil kenarlarının o tekinsiz ama rahatlatıcı hissi. Deniz karakteri olup bitenlere bir çekidüzen vermek ve şeyleri yerine oturtmak için bu adada olduğu için, bu boşluk ve terk edilmişlik iyi bir şey. Ama bir yandan da ada demek imkânsız aylaklık demek. Bir kapanma demek. Bir kaybolamama hali demek. Metin boyunca Deniz’in bir türlü kaybolamadığını, yabancısı olduğu adada üzerinde sürekli gözler olduğunu hissediyor insan. Bu gözler metnin üzerindedir aynı zamanda. Bir bütün olarak metnin. Kapalı bir mekânda gözetlenme hissi de İstasyon’un ‘tuhaf’ atmosferine katkıda bulunuyor diyebilirim.

3. Kapalı sosyoloji

İstasyon’a daha çok anlatıcının ‘kafasındaki sesler’ hâkim olsa da, sosyolojinin seslerini duymak da mümkün. İstasyon bir bakıma bir ‘Ohal’ anlatısı. Deniz üniversitedeki işinden ‘siyasi’ nedenlerle atılmıştır, adada olağanüstü güvenlik önlemleri uygulanmaktadır, geceleri silah seslerine benzer sesler duyulmaktadır. Hah’ta 12 Eylül’le, darbeyle, dağıtılan gösterilerle, Özal’ın politikalarıyla, ‘eski devrimci hissin’ parçalanmasıyla açıktan hesaplaşan, bir yandan baba kaybının yasını tutarken, bir yandan da toplumsal bir şiddetin yasını tutan Birgül Oğuz, İstasyon’da daha yakın bir zamanda yaşanan baskıyı arkada belli belirsiz bir kuvvet olarak hissettiriyor. Adını söylemeden, daha çok bu baskı ve yaşanan şiddetin ‘kemiklerini’ ya da anatomisini göstererek. Kitabın genel ‘kapalı’ tonuna uygun olan bu dolaylı ve suskun sosyolojik manzara da kitabın bir ‘hayalet’ olarak gücünü artırıyor diyebilirim. Anlatılan Ohal’in adının konmaması, bu Ohal manzarasının bir anlamda başka Ohal’lere de benzerliğini, bir Ohal anatomisini de hissettiriyor. Melih Cevdet’in daha mesafeli bir yerden bir Ohal’i (dünyanın herhangi bir yerinde geçebilecek bir Ohal’i) anlattığı Gizli Emir’de olduğu gibi.

4. Kapalı örgüt

İstasyon adını kitaptaki bir ‘sığınma evi’nden alıyor: İstasyon zor durumda olanların gelip sığınabileceği bir evdir. Deniz de adadaki bu eve bir süre ‘ev sahipliği’ yapmaya gider. Ama İstasyon’a dair hiçbir ayrıntı yok kitapta: Kim, neden, ne zaman kurmuştur, işleyişi nasıldır gibi soruların cevapsız kalır. Aslında bu sorular sorulmaz bile. Bir ‘şey’ olarak kabul edilir. Tek bildiğimiz bu ‘ev’in bir süre sığınmaya ihtiyacı olanlara açık olduğu ve enternasyonel bir yapıya sahip olduğu. Kitapta ‘İstasyon’ fiziksel anlamda da belirsiz bir yerdir: Deniz oraya gittiğinde ne bir işaret ne de bir tabela görür. “Evi bulmak kolay olmadı… bahçe kapısını sarmaşık sarmıştı, kapı numarası yoktu, posta kutusu da.”

İstasyon, zor durumda olanlara bir sığınak sağlayan bir zamane örgütlenmesi olarak aklıma Latife Tekin’in Sürüklenme’de kurduğu enternasyonel örgüt Takviye’yi getirdi. “Değersizlik duygusu yaşayan insanlara yaratıcı güç kazandırma ilkesi” üzerine kurulan Takviye de işleyişi tam belirtilmeyen, biraz belirsiz bir yapıdır. Burada kritik şey şu sanırım: Hayatta varolanı yazıda temsil etmek değil, yazıda bir siyasi yapı kurup, bunun hayata sirayet etmesini beklemek. Bu yazınsal icatların gücü şudur: Biri bir gün kalkıp böyle bir yapı da kurabilir, sadece bir konuşmada ‘aa bak istasyon gibi’ de diyebilir: Şöyle ya da böyle hayat yazıdan etkilenmiş olur. Az buz bir güç değil.

İstasyon’un ketum yapısından bahsetmişken, İstasyon’daki tek ‘sığınmacı’ olan Elif’ten de bahsetmek lazım. Elif on üç yaşında bir kız çocuğu, sessizliği ve yabaniliğiyle bir Reha Erdem karakterini –mesela A Ay’daki kız çocuğu, ki o hikâye de adada geçiyordu– andırıyor ve kitabın ‘hayaletimsi’ duygusuna bir katman daha ekliyor.

5. Kapalı anlam / dalgınlık

İstasyon’un tekinsiz havasında genel bir ‘dalgınlık’ halinin de etkisi var. Deniz, anlatıcı, genelde dalgın bir karakterdir, etrafındaki dünyayla arasında yarı-geçirgen bir perde var gibidir. Adadaki konukluğunu bir kendine gelme, bir derinleşme, bir ‘şeylere düzen verme’ vesilesi olarak gören Deniz bir türlü kendine gelemez. Dalgınlık denen küçük hayvan hep üzerindedir. Şöyle diyor bir yerde:

“Adadaki ilk günler hummalı bir uyanma çabasıyla geçti. Bilincimin yarısı suda biteviye alçalan bir çakıltaşı, eşsiz bir dibe gidiyor. Diğer yarısı belirsiz düşüncelerden sıyrılmak için suyun yüzeyine çıkmaya azmetmiş.”

Bu dalgınlığın suya ya da geçmişe ya da mesela ‘bilinçaltı’na dalmakla da bir bağı var. ‘Şimdi ve burada’ tam anlamıyla olmamakla da bir bağı var. Deniz’in ‘ayılma’ ve hayatındaki yarım kalan şeyleri toparlama –mesela edebiyat üzerine ders notlarını toparlama– çabası, kitapta sonuç vermez. Bu kriz ve olası çıkış hikâyesinde şeyler yerine oturmaz.

Bu dalgınlığı bir anlamda Anglo-Saksonların ‘other-worldly’ dediği şeye yakın okumak lazım. Adada ‘başka bir dünyadan gelmiş gibi’ duran yabancı karakter, dalgınlığıyla da tuhaftır: “Çok çok dalgındınız, herkesin dikkatini çekecek kadar.” Deniz ara sıra bu dalgınlıktan kurtulmak için kendini silkelese de sanki asıl olan dalgınlıktır bu anlatıya göre. Deniz’in annesinin ölümünü hatırladığı sahnelerin sonu da dalgınlığa bağlanıyor. Annesi bir gün denize girmiş ve bir dalgınlığa kendini bırakıp bir daha geri dönmemiştir.

Dalgınlığın elbette tefekküre dalmak ya da ‘kendi içine’ dalmakla da bir bağı var. Bütün kitabı bir ‘dalgınlık savunusu’ gibi de okuyabilirsiniz. Deniz anlatının başındaki dalgın, biraz da mizantrop halinden bir şey ‘kaybetmez’ anlatının sonunda. Her şeyin net, berrak ve hızlı olmasının istendiği bu çağda bir yavaşlık, dağınıklık ve dalgınlık savunusu. Kundera’nın o enfes romanı Yavaşlık’ı gibi. Savunusu dediğime bakmayın, bunu açıkça savunan cümleler yok bu genelde suskun kitapta. Kitabın ‘havası’ bu savunuyu taşıyor, dalgın havası. Kitap Deniz’in adadaki macerasında onu eşlik eden köpeği Arkadaş’la birlikte manzaraya ‘dalmasıyla’ bitiyor: İki anlamda da ‘dalmak.’

Velhasıl, İstasyon bütün bu dalgınlığı, yavaşlığı, yabancılığı ve ‘olaysızlığı’yla insanı yıllarca meşgul edebilecek bir ‘hayalet’ anlatı.

 


[1] İstasyon’la Kılavuz’u karşılaştıran başka bir yazı için bkz. Yavuz Arkın, "Kılavuz’unu takip et İstasyon’da bekle!", Litera Edebiyat