Batık Bir Gemi'de deniz, bir yandan anlatıcının arzularının tekinsizliğinin simgeler, diğer yandan ise anlatıcının yaşlılığını teyit eden bir ayna işlevi görür
03 Ağustos 2017 14:31
Daima iki tür sanat olmalı, kaçış sanatı
-zira insanların yemek ve derin uyku kadar
kaçışa da ihtiyacı vardır- ve kıssa sanatı;
bu ikincisi insanlara nefreti unutturup
sevgiyi öğretecek türden bir sanat olmalı.
Wystan Hugh Auden (1935)
Oktay Akbal’ın (1923- 2015) Batık Bir Gemi (1997) adlı romanı, kendini dinlemek için bir sahil kasabasına kaçan, yaşı geçkince bir adamı anlatıri. Batık Bir Gemi’de ana temalar yaşlılık/ ölüm ve zamanın geri döndürülemeyecek şekilde geçmiş olmasıdır; bu ana temalara deniz üzerinden ifade edilen korkular eşlik eder. Bu temalar, Gérard de Nerval, Thomas Mann, Ziya Osman Saba, Rainer Maria Rilke, Asaf Hâlet Çelebi, Oscar Wilde, Yahya Kemal, Behçet Necatigil, William Shakespeare gibi çeşitli isimlerin yazdıklarından alıntılarla temel birer edebiyat meselesi olarak ortaya koyulur. Anlatıcı rolünü de üstlenen yaşlı adamın denizle kurduğu ilişki, adım adım ölüme yaklaştığını hisseden birinin hatalarıyla yüzleşme mecburiyetinin ve kişisel tarih inşasının en paradoksal yönü olan “unutma çabası”nın altını çizmektedir. Uçsuz bucaksız görüntüsü ile ölümü ve (ölümden sonraki) sonsuzluğu çağrıştıran deniz, karakterde derin bir korku yaratmaktadır. Anlatıcının deniz karşısındaki tedirginliği, ilk bakışta, yaşı nedeniyle, ölüm korkusunun basit bir yansıması gibi görünür. Ancak, anlatıcının iç muhasebesindeki kimi unsurlar, denizin “eril histeri”nin tetikleyicisi olarak da değerlendirilebileceğini düşündürmektedir.
Eskiden kadınların hastalığı olarak düşünüldüğü için adını Yunanca “rahim” anlamına gelen “hysterus”dan alan histeri, sinirlilik, sert duygusal tepkiler ve geçici kişilik değişimi gibi göstergeleri olan bir hastalıktır ve bilinç dışına itilen -çoğunlukla cinsel kökenli- arzulardan kaynaklı bir nevroz olarak tanımlanmaktadır. Histeri üzerine öncü çalışmaları yapan Sigmund Freud, konuyla ilgili ilk kitabında (Josef Breuer ile birlikte Histeri Üzerine Çalışmalar, 1895) sadece kadın vaka analizleri sunmuş; ancak, kariyerinin ilerleyen aşamalarında erkeklerin de histerik olabileceğini ifade etmiştir. Freud kendi analizine yöneldiğinde, kendisini de histerik olarak tanımlar (Micale 253). Batık Bir Gemi’de anlatıcı açıklıkla histerik olduğunu dile getirmez; ancak, arzularını bastırmasına neden olan koşullardan duyduğu memnuniyetsizliği ifade eder ve olayların başka türlü geliştiği çeşitli senaryolar düşler. Romanda, Batık Bir Gemi başlığının General Charles de Gaulle’ün bir sözünden geldiği belirtilmektedir: de Gaulle’ün “yaşlılık batık bir gemidir” sözü, anlatıcının bu kıyı kasabasındaki iç muhasebesinin kapısının yaşlılık, ölüm gibi temalarla aralanabileceğini gösterir (24). Aslında bu başlık, söylen(e)meyenlere yapılan vurguyu da yansıtmaktadır: Batık Bir Gemi adı, daha en baştan, suyun altında kalan, görmediğimiz ve orada olduğunu dahi bilmediğimiz unsurların da olabileceğini hatırlatır.
Bu romanda bir kişisel tarih inşası söz konusudur ve olay örgüsü, büyük ölçüde, anlatıcının iç muhasebesine dayanmaktadır. Anlatıcı bir yandan kendi yaşamına ilişkin içsel bir sorgulama yürütürken öte yandan sorgulama sürecinde yazdıkları aracılığıyla kendi kişisel tarihini inşa etmektedir. Kısacası, yaşananlar, yaşananların tarihe dönüştürülmesi ve bu süreçte bellekten süzülenler, döner dolaşır ve en sonunda Batık Bir Gemi’yi meydana getirir. Anlatıcı hem eyleyen hem de eylemleri inceleyen ve yorumlayan kişidir. Romanda sık sık beliren sessizlik, kendini dinleme, kendine dönme vurguları, aynı anda hem etken hem edilgen olma durumuyla yan yana gelmektedir. Denizin eşlik ettiği anlarda ise bu ikili yapı gerginlik yaratmakta, adeta bir kimlik yarılmasına dönüşmektedir.
Jacques Lacan’a göre öznenin, “ben”in ortaya çıkabilmesi için “öteki”nin varlığı zorunludur; öznenin “ben”leşmesi için çocuğun kendisini “öteki” olarak görebileceği bir ayna evresi gerekir (Lacan 149-156). Batık Bir Gemi, yaşlılık döneminde deneyimlenen böylesi bir evreyi konu etmektedir. Anlatıcı deniz karşısında kendisini bir birey olarak tescil eder ve korkularıyla yüzleşir. Anlatıcının roman boyunca süren muhasebesinde söylenenler kadar söylen(e)meyenler de bulunmaktadır; bu romanda “eril histeri”yi belirginleştiren de dile getiril(e)meyenlerdir. Romanda söylen(e)meyenlerin izini sürmeye çalıştığımızda, deniz imgesinin şaşırtıcı bir biçimde, ilk aşklara ilişkin cinsel bileşenlerin anılmasıyla, anlatıcının kendilik sorgulamalarının belli bir ânında karşımıza çıktığını görürüz. Bu an, Jacques Lacan’ın “öznenin yarılmışlığı” olarak anlattığı, kişinin kendisini “öteki”nin gözünden görmeye başladığı, kendisini bir özne olarak sabitleyemediği, özne ama aynı zamanda da inceleme nesnesi olduğu andır (Lacan 2011, 217). Bu çerçevede deniz ilginç bir simgesellik kazanmaktadır; iç muhasebesini yapan anlatıcının tecrübe ettiği benlik yarılmasının keskinleştiği noktalarda deniz, yutuculuğu ve bilinmezliği ile belirmektedir.
Roman, anlatıcının 1937’deki ortaokul yıllarından anımsadıkları ile başlar. Anlatıcı, alt kattaki kiracıları ile birlikte yokluk çektikleri yılları, ilk aşklarını anar; hastane odalarına uzanır; lise yıllarında arkadaşlarıyla birlikte çıkarttıkları dergiyi, öğretmenlik yıllarını ve ilk kitaplarının çıkışını anımsar; babasının ölümünü ve yakın arkadaşı Ahmet’in intiharını düşünür. Akbal, yaşlı adamın kişisel tarihini gözden geçirdiği ve kendisiyle hesaplaştığı birkaç günü, hatırlamak istedikleriyle değil de unutmak istedikleriyle boğuşarak yaşadığını dramatik bir şekilde gösterir. Deniz adeta unutulmak, bastırılmak istenenlerin yüzeye çıkmasını sağlayacak bir unsur gibidir. Suyun üzerinde olmak, alttaki derinliğin (bilinç dışının) yarattığı korkuyla birlikte değerlendirilmektedir. Anlatıcı, kaldığı otelde onun edebiyata olan ilgisini paylaşan Magda’ya platonik bir ilgi duymaya başlar. Ancak Magda evlidir ve kıyı kasabasına kocasıyla birlikte gelmiştir. Bu imkânsız aşktan doğan melankoliyi edebiyata yönlendiren ve bir şeyler yazmaya çalışan anlatıcının yazdıkları, Magda’ya ilişkin gözlemleri ve kendi iç muhasebesi, bir üstkurmaca özelliği de taşıyan Batık Bir Gemi’yi oluşturur. Anlatıcı, romanın sonunda, geldiği büyük şehre dönmeye karar verir. Diğer bir deyişle, karaya, “güvenli tarafa” döner.
Edebiyatımızda histeri ile deniz imgesinin yan yana geldiği ilk yapıtlardan biri, Fatma Aliye ile Ahmet Midhat’ın birlikte yazdıkları, 1891’de Tercümân-ı Hakikat gazetesinde yayımlanan, hem öksüz hem de yetim olan ve okumayı süslenmeye tercih eden Vedad’ı dönemin genç kızlarından farklı bir portre olarak sunan Hayâl ve Hakîkat adlı romandır. Bu romanın Ahmet Midhat tarafından yazılan “İsteri” başlıklı son bölümünde, Vedad’ın histerisinin tedavisi için deniz hamamları önerilir (115). Ahmed Midhat, bir cümleyle de olsa, “erkeklerde bile bu hastalık müşahade olunmuştur” tespitine de yer verir ama bu konuyu derinleştirmez (117). Ahmet Midhat’ın “histerik” kızlara deniz hamamı önermesinden, eril histeriye ise şöyle bir dokunup geçmesinden yüz küsur yıl kadar sonra, Oktay Akbal, “eril histeri”yi bir romana dönüştürür. İlk bakışta, Akbal’ın Batık Bir Gemi’sinde de deniz simgesi, Vedad’a “deniz hamamı” önerilmesindeki gibi, iyileşme, uzaklaşma, tedavi vb. temalarla birlikte düşünülecek bir tarzda ele alınmış gibi görünür. Zira, anlatıcı, üstü kapalı bir şekilde cezaevi anılarından söz eder ve inzivaya çekilerek yaralarını iyileştirmek ister gibidirii. Geçmişini açıkça ortaya koymadığı için ne zaman, ne kadar süreyle ve hangi suçlamayla hapishaneye girdiği saptanamayan karakterin kıyı kasabasına kaçması, kendini dinleme ve hatalarını gözden geçirme izleği, hayat muhasebesi temasıyla yan yana gelir.
Denizin romanda ilk belirişi, zihnindeki anıların içinde yolunu kaybeden anlatıcının, ilk cinsel deneyimini hatırlarken ona çarpan bir topla “uyanış” yaşayıp plajda olduğunu fark etmesi ve defterine aldığı notlarına dönmesiyle gerçekleşir:
“Deftere yazdığınız yeni bir yapıt mı?” dedi birden, açtım baktım, karmakarışık satırlar. Elle yazmasını beceremem. Yazıyorum ama yazdıklarımı okuyamıyorum. Bir çiziktirme.
“Ne anlatıyorsunuz?” dedi.
Bir insanı, yaşlı bir insanı. Belki kendimi.
[...]
“Denize pek az giriyorsunuz?” dedi.
“Ben yüzmeyi bir türlü öğrenemedim. Oysa üç yanı deniz bir kent insanıyım.”
[...]
Sonra el ele koştular dalgalara. Bana “Hoşça kal!” bile demediler, diye düşünürken, baktım Magda suya atlarken döndü, elini salladı. (13)
Kendi el yazısını okuyamama, anlatıcının çelişkili öznelik hâllerinin bir ifadesidir. Magda’nın kendi el yazısını okuyamayan yaşlı adam karşısında aynalayıcı bir rol üstlenmesi, adamı kendilik bilinci hakkında tedirginliğe iter ve kendisini sorgulamasına neden olur. Anlatıcı, Magda’nın onu nasıl gördüğü fikriyle boğuşurken çetrefil bir sorgulamanın içine düşer.
Bu kendilik sorgulaması, kadınları ve aşkı ön plana alır. Anlatıcı yaşamında iz bırakmış kadınları, aşkları gözden geçirir, hatalarını tartar; kendi kendine “batık bir gemi suyun içinde kolay kolay dağılıp gitmezmiş, olduğu gibi dururmuş yıllarca” diye telkinlerde bulunur (24). Bu telkin, suyun yıpratıcı bir gücü olduğunu hatırlatan ve anlatıcının suda parçalanma, “dağılıp gitme” korkusunun altını çizen bir örnektir. Magda’yı da içine alan deniz, anlatıcı için metaforik bir aynaya dönüşür: “Deniz soğuktu. Ayağımı soktum, hemen çektim. Ortalık güneş içinde. Herkes kumlara serilmiş. Magda yok ortada. Gittiler mi? Görüşmeden gider mi?” (26). Bütün bu sorgulama boyunca suyun üzerinin gençliğe vurgu yapması zaten ilk bakışta göze çarpmaktadır. Ancak bu gençlik/ yaşlılık karşılaştırmalarının olduğu sahnelerde, suyun çok soğuk olduğu ve anlatıcının suya girmeye “cesaret edemediği” yine anlatıcı tarafından not düşüldüğü için ve bütün bunlar olurken, Magda denize girip yüzdüğü için, denizin temsil ettiği uzaklaşma ve iyileşme isteğinin daha derin cinsel bileşenleri de olduğu sezdirilmektedir.
Deniz/ anne (mer/ mère) simgeselliği, anlatıcının iç muhasebesine kattığı geçmişe dönüş vurgusuyla, çocukluğun o kusursuz saflığına duyulan özlemi de düşündürür. Su, anne karnındaki sıvıların bir metaforu olarak düşünülecek olursa, romanda da suyla sarmalanmış, korunaklı bir tamlık hâlinin verdiği güvene duyulan bir özlem söz konusu diyebiliriz. Böylece deniz imgesi, anne karnındaki “ilksel an”a geri dönüş özleminin bir ifadesi konumuna geçer. Batık gemi bir fallus metaforudur; bu nedenle anlatıcının cinsel endişelerinin sembolik taşıyıcısı konumundadır. Onu saran deniz ise “annenin fallusu”nun bir metaforudur. Anlatıcı, hem annenin fallusuna ulaşmak ister, hem de kendi ayakları üzerinde durabilmek (dağılmamak, parçalanmamak) için, bu isteği bastırması gerektiğini düşünür. Anlatıcının kendi kendine konuştuğu satırlarda, suyun sarmalayıcı dişiliği erkeklik kurgusunun dağılmasını başlatacak bir tehlike olarak belirir. Bu endişeler Magda’ya projekte edilir ve anne karnına dönüş özleminin bastırılmasında olduğu gibi, Magda’ya duyulan arzunun bastırılmasıyla eril histeri ortaya çıkar. Deniz korkusunun Magda ile yan yana gelme arzusunun eşliğinde belirmesi, anlatıcının bu kıyı kasabasındaki öykü yazarlığı konumunu pasif bir yaşam tarzı olarak değerlendirmesi ve aktif yaşama, aşkla, gençlikle, eylemle erişilebileceğini düşünmesi, anlatıcının ölüm karşısında harekete geçme ve yaşama yönelme eğilimini göstermektedir.
Batık Bir Gemi’de, sudan duyulan tedirginlik, ölüme adım adım yaklaşan anlatıcının aslında yaşamın ilksel saflığına sığınma arzusuna yuvarlandığını göstermekle birlikte, anlatıcının arzularının bastırılmasının yol açtığı bilinç dışı tepkilere de göndermede bulunmaktadır. Deniz, bir yandan anlatıcının Magda’ya duyduğu arzunun tekinsizliğinin simgesi olarak belirmekte; diğer yandan ise Magda’nın yanında kendisini onun gözüyle gören ve yaşlılığını teyit eden anlatıcı için bir ayna işlevi görmektedir. Denize girenleri seyrederken bir yandan da bir şeyler yazmaya çalışan anlatıcı, düşüncelerle boğuştuğu kısa süreden sonra “deniz uzaktan güzel” demeye başlar; içindeki korku belirginleşir: “Hiçbir zaman denizi sevmedim, uzaktan güzel, eşsiz, ama içinde ya da üstünde olmadan. Herkes gibi olmak için denize giriyorum desem yeri. Ama yüzme öğrenemedim. Bu deniz korkusu nereden geliyor?” (41). Bu soru, romanda çocukluk korkularına referansla geçiştirilir. Anlatıcı, çocukken denize düştüğünü başkalarına referansla “düşmüşüm” diyerek aktarır; ama bu hatırayı derinleştirmez. Ancak bu kritik soru, Magda’nın sudaki görüntüleri eşliğinde dile geldiği için, korkunun sebebi anlatıcının içinde uyanan arzulara bağlanmaktadır.
Akbal’ın Batık Bir Gemi’si, bir modern zaman anlatısının içine “eril histeri”yi başarılı bir şekilde yerleştirmekle kalmaz, erkek egosunun yaşadığı yarılmadan nasıl etkilendiğini de tüm açıklığıyla gösterir. Romanın anlatıcısı suya girip açıklara yüzemez, Magda ile birlikte olamaz, ona olan duygularını ifade edemez; ama bütün bunları yazar ve yazıyı bir çeşit hesaplaşmaya dönüştürür. Yazarak yaşadığı yarılmanın üstesinden gelmeye çalışır. Romanın sonuna yaklaşıldığında, kıyı kasabasındaki on gününün sonlarına doğru, anlatıcı yazarak da kurtulamayacağına karar verir:
Yazmak, kurtulmak mı? Neden kurtulmak? Kendimizden belki. Bir değişik dünya yaratıp içinde yaşamak. Bir mahkûm gibi. Başka dünyalar öte yanda dururken, başka insanlar, başka kadınlar. Niye hep uzaktaydım? Bir utanç duyar gibiydim, yaşamın sıcaklığına kendimi kaptırmaktan hep korktum [...] Oysa ben Necatigil’in “Saklı Su”yuna benzettim kendimiiii. Kimseler duymadan, görmeden, bir köşeye çekilmek, gözlerken uzakta, dikkatlerin dışında yazmak...(51)
Magda çoktan ülkesine dönmüştür. Anlatıcı ona ilişkin hatırladıklarını da pişmanlıkları arasına ekler; birlikte bir gelecekleri olabilir miydi diye kendisine sorarken yaşlılığına yeniden vurgu yapar: “Magda Almanya’daki evinin balkonunda mı? [...] Karnında bir kıpırtı mı var? Türkiye anısı bir yeni insan mı yolda? Beni düşünür mü? Yaşlı yazarı, ölüme yaklaşmışken, kendini yaşamın dalgalarına bırakmak isteyen adamı... Çağırsam gelir miydi?” (88).
Romanın sonunda anlatıcı kıyı kasabasından ayrılmak üzere eşyalarını toplar. Akbal, batık gemiyi denizin dibinden ağır ağır çıkarır ve böylece bütüncüllüğüne bir zarar gelmemiş, denizde dağılmamış, suya kapılmamış “batık gemi,” anlatıcının fallusu olarak yeniden bir güç vurgusu kazanır. Batık Bir Gemi’nin sonunda geminin artık “batık” bir gemi olmaktan çıkması, denizden “direkleri” ve yelkenleri zarar görmeden adeta bir zafer edası ile yükselmesi dikkat çekicidir:
Batık gemi denizin dibinden ağır ağır su yüzüne çıkıyor. Önce direkleri, yelkenleri, bayrağı, derken kapkara gövdesi… Yıllar onu değiştirmemiş, bozmamış, yıpratmamış! “Ben pırıl pırıl bir gemiydim eskiden, inanırdım saadetli yolculuklara” demiş bir şair dost… Başka biri de “Süslenmiş gemiler geçse açıktan/ Sanırım gittiği diyar bendedir” diye yazmış... Ben ne süslenmiş bir gemiyim, ne de mutlu yolculuklara inanıyorum. Ben yalnızca seni istiyorum. Ne kadar yaşam payım kalmışsa seninle geçirmek” (92)
Yaralı erkek egosuna ve eril histeriye ilişkin romanda dile getirilen gözlemler, fallusun yeniden bir güç simgesine dönüşmesi, romantik bir arzunun dile gelişi ve anlatıcının belirsiz bir sevgiliye seslenişi ile sonlanır. Su yüzüne çıkışa atfedilen diklik ve bütünlük, bilinçdışı korkuları ve tedirginlikleri bastırmak için zafer ve fetih imalarına ihtiyaç duyulması durumunu da gözler önüne sermektedir. Zihninde ölüm duygusunu tartan yaşlı anlatıcısı aracılığıyla, romanda eril histerinin yıkıcılığını ve erkek egosunun kırılganlığını başarıyla gözler önüne serse de Akbal, kitabına bir son olarak “suya karşı” kazanılan bir “zafer” imasını uygun görür. Anlatıcı, Magda’ya kapılışıyla, hem tamamlanmak için denizin “sırlarına” ulaşmak istemiş, hem de alışkanlıklarına ve düzenine geri dönemeyeceği korkusunu, batma tedirginliğini güçlü bir şekilde yaşamıştır.
Anlatıcının yazıya ve hatırlamaya yüklediği anlam, bütün bu yaşananlardan sonra su yüzüne çıkan “batık gemi”nin suyla süren teması nedeniyle önemli ve ayırt edicidir. Her ne kadar artık batık değilse de gemi hâlâ suyun “içinde”dir; bu nedenle de denizin üstlendiği sınır çizgisi rolü devam etmektedir. Yazı, söylenenleri kaydeder; ancak kimi zaman söylen(e)meyenler ve anlatılamayanlar veya ancak bilinç dışı bir şekilde ifade edilebilenler, bir olayın gerçekliğini anlamak için çok daha fazla önem taşırlar. Batık Bir Gemi, gerçek bir yüzleşmenin “unutmaya” çalıştıklarımızı da tekrar tekrar hatırlamamızla mümkün olduğunu ima eden bir romandır ve denizin tedirginlik veren simgeselliği nedeniyle, bastırılan duygu ve arzularla yüzleşme de bu tekrar hatırlama işinin önemli bir parçası olarak belirginleşmektedir. Akbal “batık gemi”yi suyun yüzüne çıkarsa da, sudan “kaçma”nın mümkün olmadığını da söylemiş olur. Bu roman, Akbal’ın uygun gördüğü sona rağmen, suya girmeye/ batmaya/ aynaya bakmaya cesaret edenlerin, yani kendilerine bir birey, bir yazar, bir erkek olarak dışarıdan bakmayı başarabilenlerin, Lacan’ın yarılma dediği andan kendi gerçeklikleriyle ilgili bütünlüklü bir kavrayışa bir adım daha yaklaşarak çıkacaklarını incelikli bir şekilde göstermektedir.