"Sinemacılığı kendi kendine öğrenen Kim Ki-duk, üzerinde en fazla tartışılan Koreli yönetmenlerdendir. Kendini hep mukayese edildiği ve bir kısmını fazlaca entelektüel bulduğu meslektaşlarından ayrı tuttu. Filmlerinin konusu zaman zaman rahatsız edici bulundu, kadına ve kadın-erkek ilişkisine bakışı, şiddetten kaçınmayışı yüzünden eleştirildi, ama tekniği nedeniyle de övgü aldı."
14 Aralık 2020 18:17
Güney Kore’nin, hatta Yeni Asya dalgası diyebileceğimiz akımın en tanınmış, en çarpıcı yönetmenlerinden Kim Ki-duk, 59 yaşında bir Letonya hastanesinde koronavirüse yenik düştü. Delfi haber portalının verdiği ölüm haberinin kaynağı, Riga’daki bir uluslararası belgesel film festivalinin başkanı olan Vitaly Mansky idi. Seul’deki Dışişleri Bakanlığı ise, “Yerel saatle 11 Aralık’ın erken saatlerinde Letonya’da COVİD-19 tedavisi görürken ölen 50’li yaşlarında Güney Koreli bir erkek”ten söz etmiş ve haberi dolaylı olarak doğrulamıştı.
Kim Ki-duk, eşine ender rastlanır bir yönetmendi. Sinema ya da sanat eğitimi yoktu, ona bakarsanız eğitimi yoktu. Erkek-kadın ilişkilerine farklı bir yaklaşımı olan Kim Ki-duk’un Kore toplumuna radikal bakışı ülkesinde kimilerine itici gelirken, sağlam bir hayran desteği de edinmişti. Filmleri Avrupa festivallerinde gösterilmeye başlanınca bu hayran kitlesi birden büyüdü. Yabancı ülkelerde daha iyi tanınan ve sevilen yönetmen, filmlerinde anlamadığı şeyler hakkında sorular sorduğunu söylüyor:
“Film yapmamın amacı, seyirciyi bir soruyla karşı karşıya getirmek. Ben sonunda cevabımı buluyorum. Herkes de filmleri izleyince kendi cevabını bulacak.”
Sorularına cevap ararken de hep tartışmalara yol açtı, aykırı bir yönetmen oldu, aykırılığından gurur duydu. Sinemacılığı kendi kendine öğrenen Kim Ki-duk, üzerinde en fazla tartışılan Koreli yönetmenlerdendir. Kendini hep mukayese edildiği ve bir kısmını fazlaca entelektüel bulduğu meslektaşlarından (Hong Sang-Soo ve Lee Chang-dong gibi) ayrı tuttu. Filmlerinin konusu zaman zaman rahatsız edici bulundu, kadına ve kadın-erkek ilişkisine bakışı, şiddetten kaçınmayışı yüzünden eleştirildi, ama tekniği nedeniyle de övgü aldı. Yönetmen aykırılığa karşı tepkiyi, ana-akımda yer alanların bu akım dışında kalanlardan duyduğu huzursuzlukla açıklıyor. Kim, elbette ana-akım dışında. Böylece kendini diğerlerinden ayırmış oluyor ama bir başka faktör de çocukluğu ile ilk gençliğinin etkileri…
Kim Ki-duk, bir dağ köyünde doğdu, Kore gazisi despot bir babanın oğluydu. Haşin bir çocuktu, dokuz yaşında ailesiyle Seul’a gitti. İlkokul dışında kurumsal bir eğitim görmedi. On yedi yaşından itibaren fabrikalarda çalışmaya başladı. Yirmi yaşında deniz piyadelerine katıldı. Askeri hayata çabuk uyum sağladı, beş yıl orada kaldı. Bu tecrübe ona bazı filmlerini yaparken de yardımcı oldu. Önce senaryo yazmaya başladı, sonra da yönetmenlik yapmaya… Yazdığı senaryolardan ikisi ödül kazanınca kendini sinemanın içinde buldu. İlk filmi Crocodile (Timsah) ile (1996) hem takdir, hem tepki aldı. Crocodile’ın kahramanı, Seul’un Han Nehri’nde intihar edenlerin cesetlerini nehirden çıkaran esrarengiz bir adamdı.
Aslında çetin geçen çocukluğu, askerlik hayatı ve ressamlık dönemi sinemasına yansımıştır. Elindeki paranın tamamıyla bilet alıp gittiği Fransa’daki ve sonra Almanya‘daki ressamlık yıllarını Volker Hummel’in onunla yaptığı söyleşide anlatıyor. Hummel The Isle’daki gerçeküstü imgeleri ve “Bad Guy”daki Egon Schiele tablolarını sorunca şöyle anlatıyor:
“Fransa’da Montpellier plajlarında ressamlık yaparak iki yıl geçirdim. Resmî sergim falan olmadı. Kendi kendime resimler yapar, tablolarımı sokaklarda sergilerdim. Almanya’da, Münih’te de sokak sergileri yaptım. Egon Schiele’nin eserlerini orada tanıdım. Bad Guy için onun resimlerini (bir kitaptaki röprodüksiyonlarını) seçmemin nedeni, arzuyla kuşatılmış insanları anlatmaları. İlk bakışta müstehcen konular gibi görülüyor ama dikkat edince anlıyorsun ki çok dürüstçe anlatılmışlar. Önceleri Gustav Klimt’i daha çok severdim, şimdi Schiele’yi tercih ediyorum.”
Bunda belki de şaşılacak bir şey yok, Schiele de “düşmüş kadın”ların resmini yapmayı severdi. Tıpkı The Isle ve Bad Guy’da Kim Ki-duk’un yaptığı gibi. Yönetmen, Hummel’le söyleşisinde “Herhalde çoğu kişi aynı fikirde olmayacak ama bence erkek ile kadın arasındaki ilişki de aslında bir tür fuhuştur, para söz konusu olmasa da,” demişti. Bu konuların izleyicilere ille de itici geldiği söylenemez doğrusu. Gerçi festivallerde bile yarısında filmden çıkan izleyici (hatta basın mensubu) olmuştur ama, sevmeyeninden çok gözükara hayranı vardı. Başta tepki gören eserleri bile sonunda kült film olmuştu. Onun kadın-erkek ilişkisinin tanımı olarak gördüğü fahişelik ile dilsizliği birleştiren The Isle, uluslararası festivallerde hayli şoka sebep oldu, ama aynı zamanda Amerikan sinemasının da ilgilendiği ilk Ki-duk filmiydi. Roger Ebert’in sitesindeki eleştiride filmin “tüyler ürpertici ve mide bulandırıcı” olduğu söylendikten sonra, “Ama aynı zamanda güzel, öfkeli ve hüzünlü,” denmiş.
“Tuhaf bir hastalıklı şiirselliği var, sanki Marquis de Sade pastel peyzajlarla ilgilenmeye başlamış gibi.”
Kim Ki-duk da izleyicilerin ödünü koparan korku filmi Moebius / Moebiuseu’nun konusunu “penisin yolculuğu” diye özetlemişti.
Yabancı ülkelerde daha fazla tanındığından söz ettik. Ülkesinde son yıllarda sevilmeyişinin nedeni ise, Kim Ki-duk’un, alter-egosu gözüyle bakılan gözde oyuncusu Cho Jae-hyun’un (hatta Kim’in menajerinin) bir TV programında üç aktris tarafından tacizle suçlanması. Kim Ki-duk iddiaları reddetti, aktrisler açtıkları davaları kazanmadı. Ama yönetmen de onlara açtığı davaları kazanmadı. Güney Kore/Kazakistan ortak yapımı son filmi Din’i (2019) de ülkesinde çekmedi.
Oradan oraya göçmekten, fuhuş ve fahişelerden sonra Kim Ki-duk’un bir başka ana teması ise, dilsizlik ve konuşmayan insanlar. Kadınlı-erkekli, bu özelliği taşıyan karakterleri var. Yönetmen, filmlerinde konuşmayan insanlar olmasını, onların derinden yaralanmış oluşuyla açıklıyor. Tutulmamış vaatler yüzünden insanlara duydukları güven yıkılmış. Onlara laf olsun diye “seni seviyorum” denmiş. İnançlarını, güvenlerini yitirmişler ve konuşmayı bırakmışlar. “Medet umdukları şiddete, bir tür beden dilini tercih ediyorum” diyen Kim Ki-duk’a göre, bu tecrübeler o insanlarda kabuk tutmuş yaralar olarak kalıyor.
Sonra da 2003 yılında çektiği Bom Yeoareum Gaeul Gyeoul Geurigo Bom / Spring, Summer, Fall, Winter… and Spring / İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ve İlkbahar (2003) geliyor. Kim Ki-duk filmlerini çoğunlukla severim, ama karşıma çıkan bu uzun soluklu şiir sanki onun değil gibiydi. Aynı zamanda yakınım olan bir meslektaşıma, “Bunun Kim Ki-duk filmi olduğundan emin miyiz?” diye sordum. “Saçmalama!” dedi. Zaten dipten dibe ustanın işaretlerini de taşıyordu. Kim Ki-duk filmde, bir Budist keşişle yanındaki çocuğun yaşadıkları tecrit edilmiş, yüzer Budist tapınağında, mevsimler gibi geçen yılları anlatıyor. Afişinden başlayarak bir şiir, zaman zaman iyice çetinleşen bir rüya, genç bir ruhun gelişmesi üzerine dönüp kuyruğuna kavuşan bir film: Usta ile çırağı ve onlardan medet uman kayıp, acılı ruhlar ile esas şifa olan doğa… Guardian gazetesinin filmi çok beğenen eleştirmeni Peter Bradshaw meseleyi, “serkeş bir punk-Budizm” olarak tanımlıyor.
Peki, gün gelip de ana-akıma malolmuş Chan-wook Park ya da Bong Joon Ho gibi çalışmayı istedi mi hiç? Volker Hulle’ye “Kesinlikle hayır,” diyor:
“Ben o yönetmenlerden farklı bir element olduğumu düşünüyorum. Onlar daha çok tahta ya da metal gibiyse, ben daha çok toprak gibiyim. Onlar başka bir şeye dönüşür, ben dönüşemem.”
•