On Kadın, Bir Hayal romanında karşılıksız aşkları anlatan Atilla Birkiye: Biz aşk’ın yasaklandığı bir toplumda yaşadık, yaşıyoruz. Dolayısıyla aşk’ın varlığı doğal muhalefet olur
02 Nisan 2015 15:00
On Kadın, Bir Hayal... ama sonsuza dek sadece hayal halinde kalan ve ulaşılamayan olası saadet… Nasıl başladı bu hikâyenin ve sonrasında kitabın yolculuğu?
İki yıl önce Cumhuriyet gazetesi kültür- sanat editörü Celâl Üster, Oktay Akbal’ın doksanıncı yaşı için bir yazı istedi. Oktay Akbal’ın yapıtlarını yeniden gözden geçirdim, bazılarını bir kez daha okudum; bu okuma sürecinde de Batık Bir Gemi’de şu yazılanlar beni roman yazmaya götürdü: “On kadın seçmişim! ‘On kadın ve bir erkek’ diye bir romana başlamıştım. Öncekiler gibi bu da yarım kalmış. Bu gidişle de kalacak...” O zamana kadar ne böyle bir konuyu yazma ne de roman yazma düşüncesi vardı. Hani birden bir ışığın parlaması gibi. Bu kez de karşılıksız ya da gerçekleşmemiş aşkları yazayım, dedim. Böylesi aşklarda hayal çok baskındır mâlûm. Hayalin içinde yüzer insan. Dolayısıyla Akbal’ın roman anlatıcısının düşündüğü kitap adındaki “erkek”, “hayal” oldu! Bu hayal, gerek o on kadınla ilgili süreçte gerekse de hep beklenilenin, arzu edilenin zihinsel tasarlanması olarak da On Kadın, Bir Hayal’de yer aldı.
Romanı yazarken, Oktay Akbal’ın Batık Bir Gemi romanından sizi ya da Batık Bir Gemi’yi sizin romanınıza çağıran neydi?
Yalnızca yukarıda sıraladığım cümleler değildi. Her şeyden önce Akbal’ın özellikle de Suçumuz İnsan Olmak romanı benim yazarlığımı etkilemiştir. Oktay Akbal’ın romanlarına novella demek daha doğru. Ne yazık ki novella tanımı ülkemizde pek benimsenmedi. Akbal bence bu türün en önemli yazarlarından biridir. Yaşadıklarını kurmacaya dönüştürmeyi son derece iyi yapmış bir yazardır. Bu anlamda da örnektir. Ayrıca, yapıtlarında anlatıcı ile yazarın arasında kurduğu ilişki için şunu der: “Her şey de yazılmaz ki!” Dolayısıyla Batık Bir Gemi’deki dört cümle ama o cümlelerin taşıdığı sanatsal fikir, Suçumuz İnsan Olmak’taki “duygu” ve tema benim romanımın “işaret fişeği” oldu. Suçumuz İnsan Olmak’ta da yaşanamamış, tamamlanamamış bir aşk öyküsü, hani parmakların arasından kayan, o eski İstanbul atmosferi de eklenerek anlatılır.
Bir iz sürme değil benim Batık Bir Gemi ile kurduğum ilişki. O romanda altmış beş yaşındaki bir adam güneye gider, bir tatil kasabasına; biraz mevsim dışıdır, tenhadır, zihinsel bir dinlenmedir bir bakıma, bir yandan da yaşamını sorgular. Yaptıkları ettikleri, aşkları. On Kadın, Bir Hayal’de de benzer bir şey var. Anlatıcımız Dubrovnik’te bir kadını beklerken anılarına döner.
Peki ya Dubrovnik?
Aslında bu biraz komik ya da şaşırtıcı bir durum. Henüz roman fikri yoktu, o ışık parlamamıştı, o sıralar oğlumla konuşuyoruz Dubrovnik’e gitsek diye. Benim gibi İstanbul’dan ayrılmasını hiç sevmeyen, uçaktan nefret eden biri için muhteşem bir tasarı! Üstelik –o sıralar– vize de yok. Dubrovnik’i konuşmamızın nedeni de oğlum bir vesileyle gidecek, babasını da götürmek istiyor! O günlerde, kitaplarım Özgür Yayınları’ndan çıkıyor, aynı zamanda danışmanlık da yapıyorum ama yayın yönetmeni Adnan Özer. Adnan benim kırk yıllık arkadaşım. Bir gün, Adnan yayınevine geldiğinde, daha merhaba, nasılsın falan demeden bana “Dubrovnik ile ilgili bir roman yazmalısın” demez mi? Şimdi Adnan’ı nasıl kırarım! Bu da başka tür bir işaret fişeği!
Öte yandan romanın “hayal” bölümü olarak adlandırılabileceği, bir anlamda “olay örgüsü”nün omurgası olan bölümler ki aslında tek bir bölümdür, Dubrovnik’te geçer. Burada anlatıcı bir kadını bekler. Burası, İstanbul ile beklediği kadının yaşadığı Avrupa’da ismi verilmeyen ama bir şarap bölgesi olan yerin (ülke) orta noktasıdır. Dubrovnik’i, yazınsal bir “oyun” olarak da düşünebilirsiniz.
Romanda tek bir kahraman var, anlatıcı… Kadınların yaşananlara bakışını göremiyoruz, bizi romanın kahramanıyla, anlatıcıyla baş başa bırakıyorsunuz. Neden böyle?
Bunun en önemli nedeni, anlatıcının, Dubrovnik’te beklerken geçmişteki yaşanmamış aşklarını anımsaması ve yanındaki deftere bunları yazması. İster istemez onun bakışı egemen oluyor, o defter de romanı oluşturuyor. Zaten beklemesini de yazıyor, onlar da yukarıda söylediğim başlıkları olmayan bölümler. Böyle olunca da, bu roman mıdır, sorusu akla gelebilir. Roman özelliği var yok değil ama buna da novella demek daha doğru, ne var ki biz, dediğim gibi bu adlandırmayı benimseyemedik bir türlü. Tarz olarak 17.- 18. yüzyıl novellasına da benzetebilirsiniz. Ama öte yandan novella da romanla uzak değildir, onun şemsiyesi altındadır. Birinci tekil şahıs anlatıcının olması da doğal olarak bu “tek taraflı” bakışı pekiştiriyor.
Öte yandan sorunuzdaki “imâ”yı açarsak, evet bir “egoist” olma durumu var, yok değil. Anlatıcı açısından kuşkusuz. Belki de karşılıksız aşklar, yaşanmamış aşklar olduğu için kadınları onun açısından görüyoruz; her şeyden önce bu yaşanmamışlık daha çok anlatıcıda derin iz bırakmış. Belki bir- iki bölümde anlatılan kadınlarda bir şekilde benzer iz’ler bulabiliriz ama yılların geçmesi, uzaklaşma vb. nedenlerden dolayı anlatıcı da, biz de o izleri bilemiyoruz.
Beşir Fuad’ın bu romanda ya da romanı yazarken sizde tetiklediği neydi?
Beşir Fuad, İstanbul gibi, aşk gibi yazınsal “takıntılarım”dan. Anlatıcının, bir şekilde Dubrovnik’te olduğunu öğrendiği Beşir Fuad’ın kitabına (ki şiir kitabı olduğunu sanıyor) ulaşma- ulaşama ile anlattığı kadınlarla aşkı yaşayıp- yaşayamama koşutluğu var. Beşir Fuad her şeyden önce edebiyatımız, kültürümüz için çok önemli bir karakter. Ancak değeri göz ardı edilmiş. Yeni yeni söz eder olduk. Öte yandan Beşir Fuad’ın bir ikilemi var, intihar mektubunda okuruz bunu. İki kadın arasında kaldığını yazıyor. Bu aslında görünendeki nedenlerden biridir. Bile isteye böyle de yazmış olabilir, ardından yapılacak yorumun yönünü değiştirtmek için. İronik bir miras sizin anlayacağınız. Ama ikilem fikri de bana cazip geliyor. 2004’te yayımlanan Aşk İntiharın Peşinde romanımda Beşir Fuad’ı, yaşamöyküsünü değil de intihar mektubunun üzerinden giderek bir şekilde yazmıştım. Şimdi, burada da yazınsal bir “oyun” diyebiliriz, yine giriverdi.
Kahramanımız sabırlı, kararlı bir adam olduğu kadar biraz da tedirgin ve sanki korkak da gibi. Sanki istediği aşk duygusuna ve dünyasına ulaşamamasının nedeni kendisi… Siz anlatın, nasıl bir adam hayal ettiniz siz?
Güzel bir yorum: “Sanki istediği aşk duygusuna ve dünyasına ulaşamamasının nedeni kendisi...” Böyle olunca hayal dünyasında daha mı sınırsızca yaşıyor, olabilir tabiî ki! Benim tuhaf bir çekingenliğim vardır, bir yanıyla sosyal yanım vardır, öte yandan bu yaşımda bile anlayamadığım bir çekingenlik. Sanırım bana biraz da babamdan geçti. Benden de bu romandaki anlatıcıya geçmiş olmalı. Bunun bir kurmaca olduğunu unutmadan, benden anlatıcıda çok şey var, doğrusu. Öte yandan bir kurmaca olduğu için mesafe de var. Duygu dünyasının ortaklığı çok, bunu bile isteye böyle oluşturdum. Zaten bu da, benim hemen hemen yazarlığımın genelinde var, öteki romanlarda, şiirlerde, denemelerde, “anlatı” diye adlandırdığım lirik metinlerde de var. Ama mesafe koymak istemişimdir, o mesafe, yazma sürecinde kapanmıştır, bu belki “içtenlik” belki de bir zaaf”. Burada çok mesafe koymak istemedim, özellikle de duygu dünyasıyla ilgili olarak. Özcesi, romantik, gerçekten yalnız ve “bekleyen” bir adam, On Kadın, Bir Hayal’in anlatıcısı.
Kerime Nadir neden hep aşk romanları yazdığı sorusuna "Hayatta üzerime en fazla tesir eden ve beni yazmaya sevk eden amil, insanların aşk konusundaki vefasızlığı, egoizmi, anlayışsızlığı olmuştur” diyor. Atilla Birkiye ne der, bu soruya nasıl yanıt verir?
Aşkını bir türlü dile getiremeyen insanların oluşturduğu bir toplumda büyüdük. Dile getirilmesinin de çoğunlukla ayıp sayıldığı ya da yasaklandığı bir toplum. Âşık olunca alay edilen bir gençlik, çocukluk. Çoğunlukla böyleydi. Şehirde de böyleydi. Bu bir tepki oldu her şeyden önce. Lise sonda iki arkadaşım, o zamanki deyimle çıkıyorlardı, kız, oğlandan bir yaş büyüktü ve Ermeni’ydi. Oğlan benim çok yakın arkadaşımdı. Âşıktılar birbirlerine, onlara özenerek bakıyordum ve beni etkiliyorlardı, onlar adına seviniyor, onlar adına duygulanıyordum. Ama oğlanın ailesi istemedi bu ilişkiyi, evlenme isteklerinin olup olmadığını anımsamıyorum ama o ilişki bitirildi. Neden, kızın büyük olmasından çok Ermeni olmasıydı. Neyse, liseden sonra hepimiz bir tarafa dağıldık; ertesi kış bunun romanını yazmaya kalkıştım. İlk roman girişimim! Yaşananları lise arkadaşlarımdan dinlemek istedim ve onlara roman tasarımı anlattım, daha sorularıma geçmeden benimle alay etmişlerdi! Başkalarının aşkları da beni etkiler; okuduklarım, filmler falan, böyle bir duygu dünyası işte, sanırım bu da, az çok annemden geçti! Aşk, duygu olarak, bir yaşayış olarak, hayal dünyasındaki varoluşuyla da beni hep çekmiştir.
Bir yazınızda da “Sanma ki yalnızca aşk ve aşka dairdir hayat ile ilişkim! Sanma ki bunca aşka düşüşüm, bunca aşka dair yazışım, yazı coğrafyamı bunca aşkla bezeyişim bir kaçıştır; hayır, bir muhalefettir, bir ideolojidir iktidarlara karşı! Tüm iktidarlara karşı! Otoriteye karşı” diyorsunuz. Aşk muhalefet midir sahiden? Neye karşı?
Öncelikle şunu söylemem gerek, tüm o aşkı yazmaya çalıştığım romanların katmanlarında siyasî meseleler vardır. Örneğin önceki romanım İstanbul’da Aşktan İkmale Kalanlar’da... “Aşk Üçlemesi”nin ilk iki cildinde. Sıkıyönetim dönemi bir şekliyle ele alınır, hissettirilir, sorgulanır. Ancak “doğrudan” bu tür sorunlara değinmekten, yazmaktan hep kaçınmışımdır. Yazılmaz mı, yazılır tabiî ki ama benim tercihim değil.
Evet muhalefettir. Her şeyden önce biz bir şekliyle “aşk”ın yasaklandığı bir toplumda yaşadık, yaşıyoruz. Yirmi birinci yüzyılı sürmemize karşın bunun büyük oranda değiştiğini düşünmüyorum. Değişmesi için nedenler çok ama. Dolayısıyla böyle bir düşünceye, aşk’ın varlığı doğal muhalefet oluyor. İkincisi ise, aşk insanın öyle bir duygusu ki, bence âşık olduğunda kendini en üst düzeyde gerçekleştiriyor; bu tanımsız gerçekleştirme biçiminde olabildiğince de özgür oluyor, hiçbir zaman olamayacağı kadar, sınırları yok bunun! Savaşların dünyasında, şiddetin dünyasında, aşktan uzaklaşıyoruz ister istemez. Ama tam da bu noktada böyle bir dünyada, yıllarda, aşktan daha yakını olamaz insana, ayakta durmak için. O duyguyu içinde yaşatabilmeli, o duygudan uzaklaşmamalı bu büyük şiddete karşın.
Türkiye edebiyatının geçmişindeki aşk romanlarıyla, -diyelim ki 10 yıl önce-, bugünkü aşk romanları arasında nasıl bir fark var? Bir okur olarak gözlemleriniz ne yönde?
Evet, ancak bir okur olarak söyleyebilirim, çünkü bu epeyce araştırma isteyen bir konu. O eski romanlardaki incelik yok her şeyden önce. Romantizm’i değil de romantik’liği ele alalım; yâni bir adlandırma değil de bir sıfat olarak alalım, evet, ondan uzaklaşma var. Kuşkusuz farklı bir çağda yaşıyoruz, bol tüketim çağında, ister istemez yazınsal gelişmişlik de olacak, kaçınılmaz olduğu gibi olması da zorunlu. Bunlar doğru. Romantizm akım olarak geride kaldı, getirdikleri bence önemliydi. İki yüz yıl geriye gidecek hâlimiz de yok, zaten hayat buna izin vermez. Öte yandan romantik olma durumunun önemsenmesi gerektiği söylüyorum; sanki o kaçıp gitti. Ama dönmeli, dönecektir, inanıyorum. Görebildiğim kadarıyla en büyük fark bu! Dildeki, üsluptaki inceliği de pek bulamıyorum!
Sizi deneme yazılarınızdan da biliyoruz ama sanıyorum eskisi kadar yazmıyorsunuz. Ve zaten galiba şöyle de bir sorun var; Türkiye’de sahiden bir tür olarak deneme okunmuyor…
Hiç okunmuyor desek yeri. Oysa yirminci yüzyıl edebiyatımıza baktığımızda, denemenin çok önemli bir yeri olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla çok önemli denemecilerimizin de olduğunu söylemek yanlış olmaz. Zaten deneme olmazsa, edebiyat eksik kalır. Dünya yazarlarına da bakın, büyük yazarların çoğu deneme yazmıştır. Deneme edebiyat’ın “düşünce”sini üstlenmiştir her şeyden önce. Biz orada fikri görürüz, edebiyat için bize gerekli olan fikir vardır, onun “tartışılması” vardır. Biz denemede üslup görürüz, şimdi hocam Nermi Uygur’u nasıl anımsamam, bu üslup özelliği, öteki türlerde yazanlar için de bir örnek oluşturabilir, oluşturmuştur da, dahası bir yazar oluşumunun en önemli öğesi olan dil sorunları da o deneme içinde tartışılır. Hem de kullanışına da tanık oluruz iyi denemelerde, iyi denemecilerde.
Deneme ile roman yakın akrabadır. Bence roman, hikâye’den çok denemeye yakındır. Montaigne ile Cervantes çağdaştır, büyük yapıtları –ki dünyanın da büyük yapıtları– arasında yirmi beş yıl var. Klasik romanın anlatıcısının, şu “tanrı anlatıcı”nın, düşünsel çıkarsamalarını okuduğumuzda Montaigne’in sesini duyarız. Kaldı ki bu özellik, günümüz roman anlatıcısına kadar da uzanmıştır. Bunlar iyi güzel de, Türkiye’de gerçekten deneme okunmuyor!
Evet, eskisi gibi yazmıyorum dahası dergilerde yazmıyorum. Romanlarımızdaki aşk temasını ele alan denemeler yazıyorum Notos’ta. “Romantik Yolculuklar” başlığı altında yılda üç bazen iki deneme yayımlıyorum. İki yıl önce yayımlanan, doğrudan kitap olarak yazdığım, herhangi bir bölümünü hiçbir dergide yayımlamadığım İstanbul’da Mavi Bir Tereddüt var. Anılardan da destek alarak, güncel gözlemlerle birlikte, acaba denemeye ulaşabilir miyim dediğim, deneme olarak düşündüğüm bir kitap. Bir deneme dosyam var, ilk metinlerden (mitoloji, destan) yirminci yüzyıla yol alan, çeşitli ders ve seminerlerimden oluşan, “anlatı serüveni” diyebileceğim bir dosya. Akademik bir çalışma değil de bir deneme! Ancak ne zaman kitaplaşır bilmiyorum. Bir türlü oturup çalışamıyorum, bunun nedeni belki de denemeye olan ilgisizliktir; yine de deneme yazmayı sürdürüyorum, işaret ettiğiniz gibi eskisi kadar çok dergilerde yayımlamasam da! Ben denemeden kolay kolay uzaklaşamam!
Ve tabii bir de şiir. Siz kendinize şair demeseniz de şiirle aranızda hep özel bir ilişki içerisinde olduğunuzu biliyoruz…
İki tanım; birincisi ben kendime “şiir heveslisi” diyorum, ikincisi de “haddini aşma!” Ama bizim topraklarda doğup da şiir yazmamak olur mu? Şiir benim son derece beslendiğim bir alan. Çok güçlü bir şiirimizin olduğunu düşünüyorum. Ana dilimden okumanın büyük şansı da var. Kuşkusuz onlar birilerinden etkilenmiş, olabilir, her yerde böyledir ama kendi dillerinde de en güzelini yazmışlar. Beslenmemek söz konusu değil; hatta beslenmek için oraya yönelmemek büyük hata olur. Bu süreçte işte o heves ile haddini aşma birleşince şiirler yazdım, hem de epeyce yazdım. Yine aşk temalı ve İstanbul sayfalarının olduğu. İlk şiirim 1990 yılında yayımlandı, ilk şiir kitabım da 1995. Şiir ile düzyazının birlikte yer aldığı kitaplarım da oldu. Yirmi yıldır da modern şairlerimizin şiirlerini sahneye taşıyorum, tiyatro oyuncularının seslendirdiği dinletiler hazırlıyorum. Ayrıca Anlat, Şehrazat müzikalinin baştan sona liriklerini de yazdım. Şu ân Mersin Devlet Opera ve Balesi’nde sergileniyor. Şiir yazmayı da sürdürüyorum, hatta itiraf edeyim, yine haddimi aşarak ve hevesle hazırladığım bir dosya da var son şiirlerden oluşan; ama henüz karar veremedim kitap olarak yayınlayıp yayınlamayacağıma!
Ülkenin geçtiği sıkıntılı zamanlara yaşamınız boyunca tanık oldunuz. Darbeler, muhtıralar, baskılar.. Tüm bunlar sizi romanda, şiirde, deneme yazılarınızda nasıl etkiledi sizce?
Evet, doğrudur, henüz beş yaşımdaydım, seçilmiş bir başbakan ordu gücüyle asılıyordu; birçok insan da ne acıdır ki seviniyordu! Gerisi, malûm, darbelerle geçen yakın tarihimiz, büyük bir kısmı faşist, baskıcı dönemlerdir; gerçi baskı her zaman vardır. Tersten bakınca şöyle düşünüyorum. İlk yazım 1978 yılındadır ama yayınlama yoğunluğu hemen seksenin başındadır; yâni 35 yıldır yazılar ve kitaplar sürüyor. Deneme, şiir, roman, tanıtım, makale, ayrıca antolojiler, derlemeler de var. Tüm bunlar, beni korumuş. Şunu yazdın, bunu yazdın, iyi yazdın kötü yazdın bir kenara, zaten yetmişlerin sonundaki örselenmiş genç kuşaktanız, evet beni korumuş. Her şeyden önce zihinsel olarak ayakta kalmamı sağlamış. Yapılan haksızlıklara, adaletsizliğe, yalana karşı, bunlara tanık olup da hiçbir şey yapamama durumundaki bireyler olarak bizi korumuş. Yazma süreci ki benim için edebiyat, bir direnme süreci olmuş. 12 Eylül’de haksız yere işkence görüp askerî hapishanelerde zulüm gören arkadaşlarımdan benzer şeyleri dinledim. O sıralarda Yazko Edebiyat’ta yoğun olarak yazıyordum. Yazılarımı bekliyorlarmış; büyük moralmiş. Kuşkusuz yalnız benim değil, başka yazarların yazısını da, başka dergileri de. İçeride izin verildiği sürece okuyabilmişler. Arkadaşlarım olduğu için, daha çok ben yazdım mı, diye ya da ne yazdım diye dergiyi dört gözle bekliyorlarmış.
O dönemin sancılarının, sıkıntılarının daha çok romanıma ve denememe girişi var. Yukarıda roman bağlamında kısaca söz etmiştim. Denemelerimde de yazdım. 1 Mayıs 1977’yi, 16 Mart 1978’i nasıl yazmam, yaşadığım günler, tanıklıklarım. Başkaları da tabiî ki. Denemelerimde, elimden geldiğince yazınsal estetiğin içinde kalmaya çaba göstererek yazmaya çalıştım. Benim kuşağımın hemen hepsi bir şekilde yazdı. İlk zamanlardı, belki biraz acemice yazdık, belki biraz aceleye getirdik. Biz yönelmesek bile, genç belleklerimize saplananlar, gördüklerimiz, tanık olduklarımız, şiirimize, romanımıza, hikâyemize, denememize bizi aşıp girecekti; kaçınılmaz, hayatın diyalektiği!