Aşikârlık Dehşeti, cüretkâr okurlarını bekliyor. Sadece felsefe, bilim ve sanat alanında “düşünmeye başlamak” isteyenler için değil, gündelik yaşamındaki aşikârlığın boğucu –ve sıkıcı– dehşetinden kurtulmak isteyen herkes için
21 Mart 2019 09:30
“İnsan düşünür.” Bu azametli ölçüde basit, kendisi bayağı gibi görünse de epey radikal bir stratejinin parçası olan önerme, Etika‘nın II. bölümünün II. aksiyomudur. Muhtemelen insan türüne hiçbir şey, düşünüyor olduğundan daha aşikâr gelmez. Öyle ki düşünce için farklı hâl, eylem ve etkinliklerle ilgili görünen çok sayıda terim üretilmiştir: zihin, akıl, bilme yetisi, anlama yetisi, kavrayış, zekâ, bilinç, bilinç dışı, hayal gücü, mantık vb... Sırf bu terminolojik zenginlik bile, bilhassa felsefede, düşüncenin vaktinin çoğunu kendi üzerine düşünmekle geçirdiği izlenimine kapılmamıza yol açar (ki nihayetinde Spinoza’nın radikal stratejisi felsefe tarihinde nadir bir harekettir, zira düşüncenin odağını bedene ve bedenliliğe kaydırmaya meyleder). Üstelik düşünme öyle türden bir aşikârlıktır ki, fiziksel bir sakatlığın örneğin yürüme, görme, koku alma, işitme vb. gibi canlıların bir kısmına ortak işlev, duyu ve etkinlikleri ortadan kaldırma ihtimali bulunsa da, bir kez dünyaya gelen bir insanın düşün(e)mediğini asla söyleyemeyiz. Bizim gibi düşünmese de, bizim terimlerimiz ve kaygılarımızla düşünmese de ve düşündüğünü bize iletemese de onun düşündüğünü biliriz. Peki o hâlde, örneğin bir yürüme pedagojisine ihtiyacımız olmadığını iddia edebilecek durumdaysak –ki değiliz ve böyle pedagojiler vardır–, ondan bile fazla, neden bir düşünce pedagojisine ihtiyacımız olsun?
Marcus Steinweg’in Aşikârlık Dehşeti de ilk bakışta düşünme üzerine düşünen bir kitap gibi görünür. Haklı bir izlenimdir bu kuşkusuz. Fakat mesele şu ki, bu kitap düşünceyi kendi içselliğinde (birtakım zihinsel töz, yapı, yeti ve kuvvetler bakımından) düşünmediği gibi, düşüncenin dünyayı kendisi tarafından düşünülmeye yatkın aşikârlıklarla örülü, teskin edici bir el-altındaklık-alanı olarak temsil etmesi karşısında düşünür. Bu uzun cümlenin, Steinweg’i her tür idealizmden uzakta konumlandıran ilk yarısı epey anlaşılır olsa da ikincisi üzerinde durmamız gerekecek. Bu, Steinweg’in “içkinlik yanılsaması” olarak adlandırdığı şeydir (s. 55) ve bu kitabın tümüyle bu yanılsamayı dağıtmak misyonuyla yazıldığını söylemek hiç de abartmak olmaz.
Doğrusu yalnız felsefenin değil, sanat ile bilimin de tarihinde her tür atılım ve yaratım, “düşünmek nedir” sorusuna hâlihazırda verilen cevabın dışına çıkıldığında gelmiştir. Bu, bilimde Kuhn’un “paradigma” dediği şeydir örneğin, belki de sanattaki spesifik karşılığı müze-sergi-sanat okulu-eleştirmen ağının kurumsallaşmış görüşleri gibi bir şey olacaktır. Bunların ikisini de içine alan daha felsefî bir kavram ise, Deleuze ve Guattari’nin Felsefe Nedir?’de bahsettikleri “düşünce imgesi”dir. Öyleyse durum şöyledir: Düşünce daima, kendisini önceleyen bir düşünce imgesine yakalanmıştır. Bunu akademik öğrenim içinde yükselerek felsefeci, bilimci, sanatçı hâline geldiğimiz çağımızda daha şiddetle duyumsuyoruz. Bütün bir pedagojik süreç, bu imgenin “düşüncenin kuvvetleri”ni belli ifade araçları içinde kullanmayı öğrenen öğrenciye tatbik edilmesinden oluşur. Bu durumu, Steinweg’in terimiyle ve başlığa aldığımız düşünce pedagojisiyle gerilim hâlinde bir “aktif gayri-düşünce” pedagojisi olarak adlandırabiliriz. Demek aktif gayri-düşünce ile düşünmek arasında, bugün varsayılmaya pek gönül indirilmeyen bir ayrım bulunur. Aktif gayri-düşünce, akademik, bilimsel, gündelik yaşamı sürdürmek üzere haklı çıkarılmış birtakım kurallar ile stratejilere uygun, meşru ve aşikâr nesnelere yönelen, şablonlaşmış prosedürleri takip eden düşüncedir. Düşünmek ise, bunun tam aksine, öncelikle bunları askıya alma cüreti göstermekle ilgilidir. Bütün bu gayri-düşünce pedagojisinin yarattığı şey içkinlik yanılsamasıdır. İster bir sosyal bilimcinin araştırma sahası ister bir fizikçinin parçacıkları, ister bir ressamın renk, çizgi ve eğrileri, isterse de bir felsefecinin soru(n)ları ve kavramları söz konusu olsun, aktif gayri-düşünce pedagojisi bize daima kesinlikler ve aşikârlıklar sunar. Üstelik bu durum sadece akademik öğrenimle sınırlanmaz, hem akademinin ürettiği ortak duyu hem de gündelik deneyimden doğan sağduyu bizi şeylerin verilmişliklerini olduğu gibi kabule zorlar. İşte, bu şeylerin verilmişliklerini manzaranın nihai sınırı olarak kabul etmek, içkinlik yanılsaması denen şeydir. Bu bize akademik açıdan doğru düşündüğümüz, sağduyuya uygun bir şekilde düşündüğümüz sürece henüz düşünmediğimizi söyler. Tam da bu yüzden bir düşünce pedagojisine, bir dizi gerekçelendirilmiş prosedürün tatbiki olmayan, bizi kesin cevapların önden belirlenmiş sahasından ziyade gerçek soruların ufkuna taşıyan bir karşı-pedagojiye ihtiyacımız vardır. Bu pedagoji, düşüncenin imkânı üzerine bir soruşturma olacaktır.
Peki ama niçin aşikârlık dehşetengiz bir şeydir? Çünkü düşüncenin en büyük düşmanı olarak aşikârlık, düşüncenin üzerine çullanır, ona saldırır ve onu imkânsız kılar. Aşikârlık, şeylerin bu güven verici içkinliği, yani nesnelerin düşünceye sorunsuzca verilmişliğine dair bu yanılsama, dünyanın tüketilebilir bir ölü-imgesini sunar ve diğer bir yanılsama, öznenin kendini “evinde hissetmesi” yanılsamasıyla tamamlanır. Gerçekten düşünmediğimiz müddetçe, gerçekliği “verildiği gibi” kabullendiğimiz müddetçe, kendimizi evimizde hissederiz. İşte, Steinweg’in aşkınlık ile olan olumlu ilişkisinin kökünü burada bulacağız. İçkinlik yanılsaması “naif bir gerçekçilik” anlamına gelir, oysa “düşüncenin görevi idealizm ve [naif] gerçekçiliğin reddiyle; aşkınlığı içkinlik alanından alelacele defetmek yerine, onu bu alanın boşluğunun göstergesi olarak kavrayan yükseltilmiş bir gerçekçiliğin icadıyla doruğa ulaşmalıdır.” Çünkü, “aşkınlık, içkinliği bütünselleşmeden kurtarır. Teolojik bir şeyi temsil etmek şöyle dursun, bu durumda içkinlik diye bilinen tutarlılık alanındaki indirgenmez tutarsızlığın adıdır aşkınlık.” (s. 118) Demek ki aşikârlığın düşüncenin canını okuyan dehşetinin ötesinde, gerçekten düşünmeyi başlatan bir şok, bir başka dehşet daha vardır. Özne “kavranamazla karşılaştığında” kendi kavram ve koordinatlarını işlemez kılan, “dünyanın ortasında, başka bir dünyaya değil, olgusal kayıtsızlığıyla bu dünyanın kendisine giden bir geçit açan” (s. 84) dehşet.
Kesinliğin karşısında, dünyanın “bütünsel imgesi”nin dağılmasından, onun altındaki tutarsızlığın, yanıltıcı saf içkinlikteki aşkınlığın, yani imgelenemez olanın keşfinden doğan bu dehşet, düşünmeye başladığımızın habercisidir. Burada artık dilde ve düşüncede kendimizi evimizde hissetmeyiz. Aksine, evi terk etmeye zorlanır, huzursuzluğu duyumsarız. Özne de gerçekliğin bir parçası olduğundan bu gerçek tutarsızlığın deneyimi, öncelikle öznenin tutarsızlığının, zeminin dayanıksızlığının ve öznenin gayri-içselliğinin (yani kendine içkin olamayışının) da deneyimidir. Özne daima bir dışarısıyla irtibatında, bir dışarısının kıvrılması olarak öznedir, “kaosun vekili ve icracısıdır.” (s. 54) Özne-olmak, kaosa güvencesiz bir şekilde dalmak, verili olanın konforundan vazgeçmek demektir. “Ne de olsa felsefeciler dünyaya güven duymayı bırakarak yerleşirler dünyaya. Herhangi bir aşikârlıktan yoksun bir gerçeklikte yaşarlar.” (s. 23)
Öyleyse, şimdi Steinweg’in Descartes, Hegel, Nietzsche, Heidegger, Husserl, Wittgenstein, Foucault, Lacan, Deleuze, Derrida vb. gibi yan yana getirmesi epey zor bir dizi filozofu nasıl müttefik edindiğini anlayabiliriz. Felsefeyle ilgili sorun, aşikârlık sorununun bir versiyonudur. Burada da herhangi bir okur (ister akademide ister evinin sıcağında olsun) genellikle alımlanması en kolay olanı, yani aşikâr olanı alımlamaya yatkın olacaktır. Akademi kuşkusuz bu eğilimi iyice besler (muhtemel istisnalar, kaideyi doğrular). Filozofu gerçekliğin tutarsızlığıyla karşılaşma çabamızda bir refakatçi kılmak yerine, onun öğrettiklerinden nihayetinde bir aşikârlık, huzur verici bir kesinlik modeli yapar ve bunu gerçekliğe dayatırız. Bu açıdan bu tehlikeden mutlak olarak kaçabilecek hiçbir filozof ve felsefe yoktur. Çünkü biz okurlar, onların eserlerine çoğu zaman dünyaya verdikleri tutarlılığı keşfetmek, dahası, dünyaya bir tutarlılık vermek adına döneriz. Bu bizim “aptallığımız”dır. Steinweg, Nietzsche okumanın yarattığı şokun bile onu okuyan aptalı kendi aptallığından koruyamayacağını söyleyecektir. (s. 22) Bu yüzden, felsefe aptallığa karşı bir mücadele (Deleuze) ya da Steinweg’in ifadesiyle, “aktif gayri-düşünceye karşı bir mücadele” (s. 22) olarak tanımlanmalıdır.
Steinweg’in başka filozoflarla ilişkiye girme stratejisi aptallığın tam karşıtıdır ve okuduğu filozofları, onların gerçeklikteki tutarsızlıkla temas etmeleri bakımından okur. Bu stratejiler (“Ev” üzerine parçada “ev[i] çöle kurmak”, “gemilere binip okyanusları kat etmek” denir [s. 23]) çok çeşitli olsalar da, her filozof kendi tarzında dünyanın bu kökensel tutarsızlığıyla her tür güvencenin ötesinde temas etmektedir. İşte aşkınlık budur, içkinliğin bir parçası olmakla birlikte, bir içkinliği kendine kapalı, yani tutarlı olmaktan alıkoyarak dışarıya açan tutarsızlık. Bu yüzden okumak da, “kendi aşikârlığımın tutarsızlığıyla temasa geçmek”, “kendi yetilerimin sınırlarını durmaksızın aşmak” olmalıdır. (s. 50) Bu, hiçbir şeyin, ama öncelikle bir özne olarak benin verili sayılamayacağı vahşi bir dünyaya adım atmaktır. Felsefe metnini okumak ve felsefeyi icra etmek, bu verilmişliği muştulayan, özneye uyuşuk bir konfor temin eden, düşünceyi imkânsız kılan aktif gayri-düşünceye savaş açmaya cüret etmek demektir.
Aşikârlık Dehşeti, cüretkâr okurlarını bekliyor. Sadece felsefe, bilim ve sanat alanında “düşünmeye başlamak” isteyenler için değil, gündelik yaşamındaki aşikârlığın boğucu –ve sıkıcı– dehşetinden kurtulmak isteyen herkes için. Belki de bu kitap bu yüzden Nietzsche’nin bir zamanlar Böyle Buyurdu Zerdüşt’üne yazdığı ithafla “hiç kimse ve herkes için bir kitap” olarak tanımlanabilir. Çünkü Steinweg’in düşünce pedagojisi yalnızca düşüncenin imkânı üzerine bir soruşturma değil, yaşama ve yaşamaya dair etik bir sorunsallaştırmadır da.