Annie Ernaux’dan sinemaya: Kürtaj

"Film kendi istediğini başarıyla yerine getiriyor ama açtığı kapıdan Türkçede birçok kitabı yayınlanmış yazar Annie Ernaux’nun dünyasına girmek de mümkün ve bu belki daha da ilginç."

07 Şubat 2022 20:16

Bazı sloganların, dile getirile getirile kanıksanmış bazı gerçeklerin aniden pırıl pırıl anlamlarına yeniden kavuşmaları, söylene söylene matlaşmış doğruların doğrulup ayağa kalkmaları, ‘politik doğruculuk’ denerek kenara atılmış bazı kanıların varlıklarını yeniden ortaya koymaları iyi sanat eserlerinin belli başlı erdemleri arasındadır. Sanat eseri, hikâyesinin tekilliği içinde, onun kuvvetiyle birden bu doğruları önümüze koyar, tartışılmaz biçimde tartışmaya açabilir. ‘Benim bedenim, benim seçimim’ de bunlardan biri.

Annie Ernaux’nun ‘Büyük Olay’ ya da ‘Sarsıcı Olay’ diye çevrilebilecek, Türkçeye fazlaca dolaysız adıyla Kürtaj diye çevrilmiş L’Evenement romanından sinemaya uyarlanan film geçtiğimiz Venedik Film Festivali’nde büyük ödülü kazandı. Gösterimi sırasında salonu terk edenler, kendilerini rencide edilmiş hissedenler olmuş. Kürtaj hikâyesinden öte, hikâyenin ‘bedene bu kadar yakın’ anlatılmasından incinmişler anlaşılan. Bu durum, son zamanlarda büyük festivallerin, bazı filmlerin ‘bedene yakın’ tutumunu görme ve ödüllendirme teamülünün ne kadar doğru olduğunu hatırlatıyor. Berlin Film Festivali de (ikisini de Türkiye’de gördüğümüz) Romen filmi Dokunma Bana! ile Macar filmi Beden ve Ruh’a festivalin büyük ödüllerini vermişti. Her iki film de kadın yönetmenlerin işiydi. Kürtaj da Lübnan asıllı Fransız kadın yönetmen Audrey Diwan’ın filmi, başrolünde de Romen asıllı Fransız oyuncu Anamaria Vartolomei oynuyor; anlaşılan başka ‘milliyetlerin’ egemen Batı kültürüyle karışıp kaynaşması iyi sonuçlar veriyor. Filmin iki yan rolünde ise epeydir ‘böyle bir film olsa da oynasak!’ diye bekliyormuş gibi görünen iki ünlü Fransız kadın oyuncu var. Agnes Varda’nın vagabonde’u Sandrine Bonnaire son derece geleneksel bir anneyi, Anna Mouglalis ise hayli barok (romandakinden farklı) bir kürtajcıyı canlandırmanın tadını çıkarmışlar.

L’Evenement/Kürtaj  filminin ‘benim bedenim, benim seçimim’ deme biçimi bu cümleyi söylemenin birçok biçiminden farklı. “Evet tabii, öyle olmasına da öyle de,” diyor film, “ya ‘benim bedenim’ ile ‘benim seçimim’ arasındaki koca boşlukta neler var, ne toplumsal hayaletler dolanıyor orada, ya bedenden seçime geçmek bu doğruyu dile getirmek kadar kolay değilse?”

Çizilen her şeyden önce erkek ‘aydın’ ortamı, akademi; filmin ima etmekle yetindiği Fransız ‘60’larında, tutucu bir şehir olan Rouen’dayız. Anne Duchesne başarılı bir Fransız dili ve edebiyatı öğrencisi, onu çok ‘takdir eden’ hocası ise ‘tutkulu’ bir erkek hoca. Film, onu Aragon’la Elsa Triolet aşkından Victor Hugo’ya kadar edebiyat hakkında coşup taşarken göstermeyi önemsiyor. Anlaşılan o ki, coşku ve tutku erkekler için; kızlara önerilen ise ağırbaşlılık. Olsa olsa erkeklerin coşkularıyla coşkulanabilirler.

Filme bakılırsa, 1960’lar Fransası’nın erkek entelektüel ortamında insanı ‘bakışlarıyla delip geçen’ Camus ile ‘ondan daha karmaşık’ Sartre arasında seçim yapma mecburiyeti erkek öğrenciler için de geçerli belki, ama bu mecburiyetin kız öğrenciler için belli ki cinsel imaları var. Bir kız öğrencinin duvardan kendisini seyreden Sartre oyunu afişi altında mastürbasyon yaptığı sahne anlamlı; önerilen erkek modelleri onları tarassut altında tutarken, bu kızların çevrelerini saran genç erkeklerin hamile kalmadan cinsellik yaşamak durumunda olan kız arkadaşları için ellerinden gelen bir şey yok. Empati yoksunluğu bu ‘yoklar’ın başında; hele de bu genç kadınlardan biri kendisini bekleyen tuzaklardan birine düşüp hamile kalırsa! Kürtaj yapmak ve yaptırmak ise o yıllarda karşılığı hapis cezası olan bir suç.

‘O yıllarda’ diyoruz da, yazar Annie Ernaux’nun romanda ifade ettiği gibi ‘bitmiş’ bir hadise de değil önümüzdeki:

Bu kürtaj deneyimini yaşamış olduğum biçimin –yasadışılık– artık aşılmış bir tarihi kurcalaması, onu öyle gömülü olarak bırakmak için geçerli bir neden gibi görünmüyor bana – adil bir yasanın paradoksu hemen hemen her zaman ‘bütün bunlar geçmişte kaldı’ adına eski mağdurları susmaya zorlasa da, bu nedenle aynı eski suskunluk olmuş olanların üstünü örtüyor.”

Anne hamile kalıyor ve filmin kendine özgü –neredeyse basbayağı polisiye, çünkü ortada bir ‘suç’ var– gerilimi, Anne’ın çevresini saran çeşitli imkânsızlıklar ormanından geçerek kürtaj olmanın yollarını aramasından doğuyor. Öncelikle, hamile olduğunun öğrenilmesi, erkeklerin alaycı bakışlarından ‘hafif’ bir kızdan faydalanmaya kadar uzanan bir tepkiler zincirine yol açıyor. Aile daha da karışık bir durum. Tatilden tatile eve gelen, çamaşırlarını seve seve yıkadıkları, bilmedikleri bir konuda ama ‘iyi okuyan’ bir kızlarının olması işçilikten küçük burjuvalığa geçmiş bu aile için gurur kaynağı ama sanki sevgi dolu bir aymazlığı da beraberinde getiriyor. Ardından doktorların bilimsellik kılıfı altındaki ahlakçılıkları, kız arkadaşların kıskançlıkları, erkek vicdanı denen o oynak şeyin gelgitleri derken, Anne nihayet aynı deneyimi geçirmiş bir kız arkadaşla gece yarısı gizlice buluşup ondan kürtaj yapan bir kadının adresini alabiliyor.

Çocuğun babası olan uzak kentteki hukuk öğrencisinin bencilliği, kendini konudan sıyırıvermesi de cabası. Erkek dünyasının bencilliğine, üstelik de nispeten hafif bir sahnede, ‘mutlu’ bir çiftin de yer aldığı plaj sahnesinde değinilip geçiliyor. Öbür çiftin erkeği Patrick, sevgilisi Celine’den sırtını kremlemesini isteyecek ve şaka yollu da olsa kızın ‘siz erkekler de tuhafsınız, bir şey mi istiyorsunuz emir mi veriyorsunuz, belli değil!’ cümlesiyle karşılanacaktır. Cilvedeki gerçek…

Gerçekten de öyle; ve bu talepkâr ‘baba yasası’ bütün erkeklerce gayet derinden, farkına varamayacakları kadar derinden benimsendiği için de doğalmış gibi geliyor, her şeyden önce de erkeklere… Bu yüzden de film Anne’ın filmi ve türlü fiziksel engeller, dağlar tepeler aşmaya çalışan kahramanımızı da gerçek bir ‘kahraman’, bir çeşit Super-woman sayabiliriz. Filmde Anne’ın hikâyesinin ‘bedene yakın’lığı sadece onun bedeninden bir şey çıkarıp atma isteği değil, bunu başarabilmek için o bedenle durmadan hareket etmek zorunda olması da bir bakıma. Herkül’ün Oniki işinden çok daha zor! Bu arada metaforlar bulmasına hiç de itirazımız ol(a)mayacak; adresi verilen kürtajcının falanca ‘çıkmaz’ında oturmadığını, o sokağın aslında aynı adlı bir caddeye ‘çıkan bir geçit’ olduğunu öğrenmekten duyduğu sevinç mesela. Sonuçta metaforlar bir işe yarıyorlarsa, sadece sözcük oyunları değillerse…

Filmin geri kalanı Anna Mouglalis’in canlandırdığı, hükmedici ve boğuk sesli kürtajcı kadının –bir nevi feminist ikon, bir ebe-cadı-hekim ululaması– açtığı kapıdan geçerek bir Rosemary’s Baby dünyasına adım atmamızla devam ediyor. (Bebek hain doktorun verdiği tam tersi işe yarayan ilaçla rahme daha da tutunuyor, vb.) Ki bu da filmin gerilim dolu, karakterin etrafını sıkıca saran, onu boğan dünyayı anlatmakta kullandığı yakın planlara, çerçevelemelere hiç de ters düşen bir şey değil. Kaldı ki bir metafor da sayılabilir; bazen insanın en yakın çevresindekilerin soğuk kalpliliği şeytanın marifetlerinden daha kötüdür.

Film kendi istediğini başarıyla yerine getiriyor ama açtığı kapıdan Türkçede birçok kitabı yayınlanmış yazar Annie Ernaux’nun dünyasına girmek de mümkün ve bu belki daha da ilginç. Ernaux keskin bir sınıf farkındalığı olan ve bunun bütün ilişkilere ve durumlara bulaştığını her an hatırlatan, ‘edebi’ bir üsluptansa az ve öz konuşmayı seven bir yazar. Sözcükleri işe koşuşunda bazen –kendisinin sevmeyeceği bir tabirle– şiirli bir taraf bulabileceğiniz kadar net:

“Anıların şiirselliğine, eğlenceli alaycılığa yer yok. Dümdüz bir yazı bana doğal geliyor, vaktiyle annemle babama belli başlı haberleri verirken kullandığım yazının ta kendisi. (…) Bütün nostaljik, patetik ya da alaycı biçimleri reddetmemin nedeni, okura ikili bir anlam göstermek ve ona sırdaşlık zevki sunmak değil. Sadece bu sözcükler ve bu cümleler (…) dünyanın sınırlarını ve rengini çok iyi anlattığı için. Bu dünyada hiçbir zaman bir kelime başka bir kelimenin yerini almazdı.”

Kürtaj deneyimini dile getirişinde yazıyla ilişkisini daha da altını çizerek hatırlatacak bize:

“O görüntüler tekrar gözümün önüne geldiğinde ya da o sözleri tekrar işittiğimde hissettiğim allak bulak oluşun o zamanlar hissettiklerimle alakası yok, bu sadece yazının heyecanı. Şöyle demek istiyorum: yazıyı mümkün kılan ve hakikatin kanıtı olan heyecan.”

Nihayet, filmden farklı olarak Ernaux’nun romanının en vurucu yanı da kürtajcısını tarif etmesi, kendi ‘yazısına oturtması’:

“Gözlüklü, gri topuzlu, koyu renk elbiseli, kısa boylu ve tombuldu: yaşlı köylü kadınlara benziyordu. Beni hızlı hızlı dar ve karanlık mutfaktan geçirip, partal eşyaların bulunduğu biraz daha büyük odaya aldı. (…) Daha sonraları, hızlı hızlı kırpıştırdığı gözlerini, sık sık ağzının içine çekip ısırdığı alt dudağını, o belli belirsiz, sürekli izleniyormuş gibi halini hatırladıkça, aslında onun da korktuğunu düşünecektim. Ama nasıl ki hiçbir şey kürtaj olmayı engelleyemezse, onun kürtaj yapmasını da yine aynı şekilde hiçbir şey engelleyemezdi. Para yüzünden tabii ki, bir de belki kadınlar için faydalı bir şey yapıyor olma duygusu… Ya da gün boyu hastaların ve doğum yapmış kadınların altlarını temizleyen hemşire yardımcısının Cardinet Geçidi’ndeki iki göz dairesinde, kendisine belki doğru dürüst bir günaydın dahi demeyen doktorlarla aynı iktidara sahip olmasının gizli tatmini vardır. Dolayısıyla asla tanınıp takdir edilmeyecek, hatta daha sonra kendisinden utanç duyulacak bu bilgi ve beceri için, bunun tehlikeleri için çok büyük bir bedeli göze alması gerekiyordu.”

Bu etkileyici filmi görünüz, ama asıl, filmin önerdiği Juliette Greco-Jeanne Moreau kırması, boğuk sesli kürtajcının gerçeğinin Adile Naşit olduğunu anlamak için de Anne Ernaux’nun yazdıklarını okuyunuz.

 

Bütün alıntılar Annie Ernaux’nun Kürtaj (İletişim) ve Babamın Yeri (Can) adlı kitaplarından. çev. Siren İdemen.