Hollanda’nın koloniyal zulmünü ilk eleştirenlerden Multatuli’ye saygısını gösteriyor şehir. Bir başka Amsterdamlı düşünürün, Spinoza’nın heykelinin çevresinde de bir alıntı var. “Devletin amacı,” diyor Spinoza, “özgürlüktür...”
08 Şubat 2015 02:00
Plinius, Naturalis Historia´da günümüzün Hollanda’sına denk düşen bataklık bölgesini anlatırken, “her yirmi dört saatte iki kere okyanusun devasa med-ceziri koskoca bir kara parçasını kaplar ve bu bölgenin denize mi, karaya mı ait olduğu hakkındaki ezeli doğa çekişmesinin üzerini örter” der. “Burada yaşayan bu sefil insanlar evlerini ya yüksek yerlere kurarlar, ya da med-cezirin en yüksek noktasından daha yükseğe kurulmuş insan yapımı platformlarda hayatlarını sürdürürler; etraflarındaki karayı deniz örtünce sanki gemilerdeki denizciler gibi olurlar; ama sular çekilince de karaya oturmuş kazazedelere benzerler.” Zamanın Hollandalılarının acıklı hayatını anlattıktan sonra (hayvancılık yapamazlar, süt içemezler, med-cezirde kaçamayan balıkları tutup yerler, çamuru güneşte değil rüzgârda kuruturlar, turba yakıp kuzey rüzgârında donmuş bedenlerini ve yiyeceklerini ısıtmaya çalışırlar...), “şimdi Roma milleti tarafından fethedildikleri için, köleleştirildiklerini söylüyorlar bir de!” der, “bu işler böyledir. Kader insanları cezalandırmak için onları sakınır sık sık.”
O günden bu güne, Hollanda bu bataklığı kurutup ehlileştirmiş, bu bataklıktan tertipli, düzenli bir ülke yaratmışsa da, Amsterdam’da hâlâ neyin gerçekte kara, neyin su olduğunun son derece esnek, pazarlığa tabi bir durum olduğu kendini sık sık hissettiriyor. Bir gün, bakıyorsunuz, kara sandığınız bir yerde yeni bir kanal açılıveriyor, üstelik eski tuğlalar kullanıldığı için sanki o kanal yıllardır oradaymış gibi bir hali de oluyor. Med-cezir artık kontrol altına alınmış olsa da, biz de, sonuçta, Plinius’un anlattığı gibi direkler üzerinde bir yapıda yaşıyoruz hâlâ. Amsterdam, neyse ki, Plinius’a bu sözleri için kızmamış, onu hayvanat bahçesinin duvarında onurlandırmış:
Suyla böylesine içiçe olmak, sokakta sürekli bir nem, hafif bir küf, yosun kokusu; bol bol ağaç, ve biraz bakımsız bırakılan her noktada serpilen, bazen prehistorik bir şehvetle büyüyen bitkiler anlamına geliyor.
Ülkenin suyla böylesine içiçe olması, havada sürekli olarak bol bol su damlacığı olmasına; bu durum, nesnelerin konturlarının daha az keskin, renklerinin daha koyu, daha zengin olmasına; ülkenin dümdüz olması ve okyanusla arasında hiçbir dağ olmaması, gökyüzünün gözalabildiğine, kat kat bulutlarla dolmasına; karayla durmadan içiçe geçen içdenizler ve göller ise, ayna görevi yaparak, güneş ışığının bulutların altına yansımasına yol açıyor. Klasik Hollanda resmindeki meşhur ışığın nereden geldiğini bu ilkelerle açıklayan güzel bir belgesel var.
Kapıyı çalın, size açılacaktır.
“Finn Mac Cool kadim İrlanda’nın efsane kahramanlarından biriydi. Aklen pek sağlam olmasa da fiziği ve bünyesi fevkalade görkemliydi. Her biri bir atın bel çevresi kalınlığındaki butları aşağı doğru incelerek bir tayın bel çevresi kalınlığındaki baldırlarıyla birleşiyordu. İnsanların bir dağ geçidinden geçmesini engelleyecek denli kocaman kıçının genişliğinde yüz elli velet hentbol oynayabilirdi.”
Alıntı, Flann O’Brien’ın Ağaca Tüneyen Sweeny romanının Gülden Hatipoğlu çevirisinden; tam da bugünlerde son düzeltmelerle uğraşıyoruz. Durum buyken, mahallemizin devini görünce Finn’i hatırlamamak mümkün olmuyor.
Mahallemizin devinin gerçek hikâyesi ise şöyle: bu bölgede tersaneler, kereste işlikleri varken buralarda olan bir gemi süslemesi bu; kaybolmuş, sonra bulunup heykel olarak dikilmiş.
Amsterdam’da tuğlalar, demirler, taşlar, harfler, yazıtipleri, heykeller hep bir şeyler söylüyor, gelip geçenlerden kafalarını kaldırıp bakmalarını istiyorlar:
Bu anıtsal, devasa çınarlar da aslında şehrin en gözönündeki noktasında, ama gözden kaçabiliyorlar.
Her şehrin etrafında büyüdüğü, merkez aldığı tarihi bir göbektaşı, bir “omphalos”u oluyor; bir de, bir şehirde uzun süre yaşadıysanız, yürümeye başladığınızda sizi çeken, niyetiniz oraya gitmek olmasa da kendinizi orada bulduğunuz şahsi bir çekim merkezi, size ait bir omphalos illa ki oluşuyor.
20 yıldan uzun yaşadığım Ankara’da benim için bu nokta yıllarca Konur Sokak’taki Dost Kitabevi’nin önüydü; Amsterdam’da 16. yılımdayım, buradaki göbektaşım da Spui meydanı. Amsterdam’ın en iyi kitapçısı Athenaeum burada; cuma günleri, kendi başına incelenmeye değer bir tipleme olan homo sahafus’ların ironik hoşsohbetlikleriyle güzel kitaplar sattıkları sahaf pazarı da bu meydanda kuruluyor.
16 Haziran 2012’de, Ulysses’in üçüncü Hollandaca çevirisi yayımlandığında, iki çevirmen Athenaeum’un balkonundan Güneşin Sığırları’ndan bir parçayı okumuşlardı.
Amsterdam’ın küçük Beguinage bahçesi, Begijnhof, Bruges’deki kadar güzel ve anlam dolu olmasa da, Spui meydanının keşmekeşinde kolayca gözden kaçabilecek bir kapıyı açınca karşınıza çıkacak değerli bir sürpriz, ufak bir sessizlik ve tarih vahası.
(Spui meydanı ve omphalos demişken, hatırlarsanız, Buck Mulligan için, bugün adı Joyce kulesi olan Martello kulesi “omphalos”tur; o kuleden başlayarak İrlanda’yı helenize edecektir. Kuledeki repliklerinden biri şöyledir: “Teyze hanım Malachi için her zaman çirkin hizmetçiler seçer. Onu iğvaya götürmesinler diye. Adı bile Ursula”. Begijnhof’un kapısını da koruyan Azize Ursula, evlenmemek için yalnızca bizzat kendisi feci şekilde can vermekle kalmamış, beraberinde 11,000 bakireyi de zamansız ölümlerine sürüklemişti.)
Bir şehrin sokaklarını öğrenirken zihnimdeki topografyanın düğüm noktalarında hep kitapçılar oluyor. Tüm dünya şehirlerinde belli başlı kitapçılar ya kapanıyor, ya da taşınıyorlar artık. Bu nedenle, aklımdaki bu düğüm noktaları da hızla kullanışlı bilgiler olmaktan çıkıp fantom ağrılara dönüşüyorlar: çocukluğumun kitapçılarının, Ankara’daki Galeri Kültür’ün, Tarhan’ın şimdi tümden çamaşır ve kötü yiyecek satmaya teslim olmuş yerlerine acıyla bakıyor, Amsterdam’da defalarca ziyaret ettiğim kitapçıların yokolup yerlerini butiklere ve cafe’lere bırakmasını çaresizlikle izliyorum.
JOOT, bizim gibilerin sevdiği türden bir sahafın çok iyi bir örneği. Çok iyi seçilmiş, derlenmiş kitapları bir arada bulunduran, karmaşanın içinde bir şeyler aradığınız değil, tam tersine aradığınızın farkında bile olmadığınız kitapların karşınıza çıkabildiği bir sahaf. Yeri, Amsterdam’ın en alımlı, en güzel bölgelerinden birinde. Bu sokaklar da büyük bir hızla kitapçılarından, müzik dükkânlarından arındırılıyor, her gün daha da çok butiğe ve cafe’ye kavuşuyorlar. Bugünlerde, JOOT’un kapısında bir karikatür asılı; karikatürde, bir kitapçıda “burada bir butik açmayı çok istiyoruz, batacak gibi olursanız bizi arar mısınız?” diye soran iki kadın var. Resimde, Karl Lagerfeld’i JOOT’un yerini kötücül bir alıcı gözüyle süzerken görüyoruz.
Nescio, Latince “bilmiyorum” anlamına geliyor. Hollanda dışında az tanınan, 1882 doğumlu bir yazarın takma adı. Bir yandan çalışma hayatıyla uğraşırken bir yandan da kitaplarını yazmış. Kitapları kendi ömründe çok az takdir görmüş, çok az satmış; bugünse Hollanda’nın en önemli, en sevilen yazarlarından biri. Bazı kitaplarının açılış cümleleri her Hollandalının ezbere bildiği, Hollanda edebiyatının en önemli cümleleri haline gelmiş. Oosterpark’taki heykel, Nescio’nun en sevilen kitaplarından birinin, ideallerinin peşinde koşmaya çalışan üç genci konu eden De Titaantjes’in, “küçük Titanlar”ın açılış cümlesini konu alıyor:
13 Nisan 2014’te, Orhan Veli’nin 100 doğum gününde, bu noktada, bu heykele bakarken, Melih Cevdet’in meşhur“Fotoğraf” şiirini ve bu şiirin bahsettiği meşhur fotoğrafı hatırlamamak da mümkün değil. Heykelin etrafında dönerken şunu düşündüm: hâlâ De Titaanjes’deki, “Beni bu güzel havalar mahvetti”deki aynı dertlerle, edebiyat sevgisini iş hayatının gerçekleriyle denkleştirmekle uğraşıyoruz; ama acaba o kuşak daha mı gamsız, daha mı cesurdu bize göre?
Multatuli, yine Hollanda’nın en tanınmış yazarlarından birinin manidar (muhtemelen Ovidius’un Tristia’sındaki bir satırdan alınmış) takma adı. Multatuli, devlet memuru olarak gittiği Java’da Hollanda’nın koloniyalizm adına yaptığı zulmü ilk defa yazmış olmasıyla önemli. Bu heykeli, bu şehrin, bu ülkenin muhaliflerine böylesine saygı gösteriyor olmasını göstermesiyle de değerli buluyorum.
Düşünceler başlıklı kitabında, 415 numaralı aforizmasının son satırlarına, din meseleleri hakkında şunu demiş: “Niemand weet het, en zy die beweren het te weten zyn 't onderling niet eens”: “Kimse bilmiyor, bildiğini iddia edenlerin dedikleri de birbirini tutmuyor.” Üzerinde bu alıntının yazılı olduğu bir tişörtüm var, giyip geziyorum.
Kendi ömründe pek makbul olmamış başka bir Amsterdamlı düşünürün, Spinoza’nın heykelinin çevresinde de bir alıntı var. “Devletin amacı”, diyor Spinoza, “özgürlüktür”.
Fotoğraflar: Armağan Ekici