Ahmet Ümit: Başarısı ne olur, bilmiyorum; ama bir yazar, bir aydın olarak geçmişe bakarak ve İttihat ve Terakki’yi mümkün olduğunca nesnel anlatmaya çalışarak önemli bir vicdani sorumluluğumu yerine getirdim...
10 Aralık 2015 14:30
Türkiye’de polisiye edebiyat denince adı ilk anılan yazarlardan Ahmet Ümit, yeni romanı Elveda Güzel Vatanım’ı okurla buluşturdu. Ümit bu kez, yakın geçmişe, İttihat ve Terakki yıllarına götürüyor okurunu ve büyük bir aşka yazılan mektuplar eşliğinde hem bir tarih hem de birey dünyasında derin bir yolculuğa çıkarıyor. Ahmet Ümit’le yeni kitabından yola çıkarak tarihten bugüne uzanan bir söyleşi gerçekleştirdik.
Elveda Güzel Vatanım yine bir tarih anlatısı eşliğinde ilerleyen bir polisiye. Diğer romanlarından biraz da farklı…
Evet, söylediğin gibi, Elveda Güzel Vatanım öteki romanlarımdan biraz farklı. Şöyle ki, benim önceki romanlarımın çoğunda günümüzde bir cinayet işlenirdi ya da olay olurdu; bu olayın bir şekilde uzak tarihle (Hititlerle, Romalılarla ya da mistik düşüncelerle…) bağlantısını anlatırdım. Bu romanda ise hikâye tümüyle tarihte, yani geçmişte geçiyor. Hem de yine ilk kez yakın tarihte, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerindeyiz. 1906 ile 1926 yılı arasındaki yirmi yıllık dönemi anlatıyorum. Tıkanmış bir politik sürecin olduğu, İttihat ve Terakki’nin ortaya çıktığı günlerdeyiz. Bu politik krizden çıkmak için Batılılaşma öngörülmüş daha önce, 2. Mahmut döneminde. 1876’da Meşrutiyet ilan edilmiş; fakat 1878’de Abdülhamit, Rus Savaşı’nı da bahane ederek Meşrutiyet’i kaldırmış. O günlerde önce sivil daha sonra da asker aydınlar arasında Abdülhamit’e karşı bir mücadele başlıyor. Bu aslında İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin başlangıcı sayılabilir. İşte Elveda Güzel Vatanım, İttihat ve Terakki’nin güçlendiği, giderek iktidar ortağı, sonra iktidarın kendisi olduğu, ardından çöktüğü, onunla birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nun da çöktüğü bir dönemi anlatıyor.
Roman, 1926’nın sonbaharında başlıyor. Başlangıç noktasının bu zaman olmasının bir nedeni var mı?
Mustafa Kemal ve arkadaşları, Cumhuriyet yönetimini kurduktan sonra, İttihat ve Terakki ile bir hesaplaşmaya gidiyorlar. Kendileri de eski birer İttihatçı olmalarına rağmen böyle bir hesaplaşmaya gidiyorlar; çünkü İttihatçı grubun yeniden işbaşına gelmesini istemiyorlar. Eski İttihat liderleri Enver Paşa, Talat Paşa kurtuluş mücadelesinde yer almak için çok kez Mustafa Kemal’i ikna etmeye de çalışmış; ama Mustafa Kemal bu isimleri hep uzak tutmaya çalışıyor. Ve 1926 yılı sonbaharında Mustafa Kemal’e İzmir’de bir suikast teşebbüsünde bulunuyor bir grup İttihatçı. Bu olaydan sonra, eski İttihatçıların büyük bölümü yargılanıyor, idam ediliyor. İşte bu romanın başlangıç noktasını 1926 sonbaharı seçmemin nedeni... Roman 1926 yılında, Pera Palas’ta başlıyor. Başkahramanımız Şehsuvar Sami eski bir İttihatçı ve tetikçi. Orta düzeyde bir kadrodan, önemli bir adam. İzmir Suikasti teşebbüsü gerçekleşene, ardından İttihatçı avı başlayana kadar, Beşiktaş’ta bir evde kalıyor. Fakat bu olaylar olunca, kendisi de eski bir İttihatçı olduğu için yargılanacağını, öldürüleceğini düşünüyor. “Kim vurduya gideceğime, öldürülürsem bunu herkes görsün” diyerek Pera Palas’a yerleşiyor. Daha önemlisi de bundan sonra olanlar. Zira kahramanımız, 1906’da verdiği kararı sorgulamaya başlıyor…
O karar, herkesin hayatını değiştiren bir karar, kahramanımızın tüm hayatını bu noktaya getiren bir karar…
Şehsuvar Sami, yıllar önce Selanik’te yaşarken, Ester isimli Yahudi bir kıza âşık. Büyük aşk yaşıyorlar. Bizim oğlanın yazar olma hevesi var. Kızsa şair ve sıradışı biri. Beraber Paris’e gidip yeni bir hayat kurma hayalleri kuruyorlar. Fakat devrim başlıyor ve bizimki İttihat ve Terakki’ye katılıyor. Sadece katılmakla kalmıyor; aynı zamanda tetikçi oluyor. Ve bir tercih yapıyor. Aşkı değil, devrimi tercih ediyor. İşte Pera Palas’a yerleştiği sıralarda “Ben 20 yıl önce ne yaptım”ı sorgulamaya başlıyor. Bu sorgulama yöntemi de şöyle, Ester’e 45 tane mektup yazıyor. Bu 45 mektupta, jurnal de diyebiliriz, Ester’e kendi hem duygularını hem de 20 yılda olan biteni, neler yaşadığını, nelerin değiştiğini anlatıyor; bir yandan da anlamaya çalışıyor. Aslında bu 20 yıl boyunca hem en ön saflarda yer alıyor; insanların ölümlerine, sürgünlere şahit oluyor, insanlar öldürüyor; ama hem de “Biz ne yapıyoruz,” diye sorguluyor. Her seferinde de vicdanını rahatlatacak bir açıklama buluyor.
Burada bir paradoks da var; çünkü Cumhuriyet rejimini yaratan aslında İttihat ve Terakki’nin fikirleri...
Aynen öyle. Romanın bir yerinde zaten “Bizi kovalıyorlar, kovuşturuyorlar; ama aslında iktidarda olan bizim fikrimiz” diyor. Hatta Mustafa kemal ve arkadaşları daha ileri giderek saltanatı kaldırıp Cumhuriyet’i ilan ediyorlar. Diğer yandan Cumhuriyet rejimini bunları tasfiye etmekten yana; çünkü korkuyor onlardan. Ve bu tasfiyenin sonucunda işte bizim karakterimiz Şehsuvar Sami de böyle bir hesaplaşmanın içerisine giriyor.
Bu hesaplaşmada İttihat ve Terakki’nin hikâyesini, Osmanlı’nın son dönemini ve genç Cumhuriyet’in hikâyesini alternatif bir bakışla izlerken, aynı zamanda tek tek karakterler üzerinde de, olanların etkilerini izliyoruz.
Gayet tabii. Mesele şu: Ben bir romancıyım, tarihçi değilim. Dolayısıyla da tarihi gerçekleri açıklıyorum diye bir iddiam yok. Sadece yazarken mümkün olduğu kadar tarihi gerçeklere sadık kalmaya çalışıyorum; o yüzden bu kadar çok araştırıyorum. Ama asıl amacım bütün öteki romanlarımda olduğu gibi, böylesi bir kırılmanın karakterlerim üzerindeki etkilerini anlatmaya çalışmak. Bir romancı da zaten bunu yapar; çünkü dediğim gibi, ben tarihçi değilim. Ama o tarihi anlatacaksam bunu iyi bilmem gerektiğini düşünerek iyi çalışıyorum. Kitabın arkasında olağanüstü bir kaynakça verdim ki “bunları okudum ey insanlar” diye değil, İttihat ve Terakki'yi merak ediyorsanız böyle bir kaynakça var, bunları okuyabilirsiniz diye…
Yeri gelmişken sorayım; bu roman için nasıl çalışmalar yaptın?
Romanlarıma hazırlanırken hem bol bol okuma yapıyorum hem de çok geziyorum. Bu roman için de çok gezdim. İttihat ve Terakki coğrafyası çok geniş bir coğrafya. Önce Paris’e gittim. Sokak sokak, romanda anlattığım yerleri gezdim. Bonaparte Sokağı’nda Jön Türklerin lokalini buldum, burası İttihat ve Terakki’nin doğduğu yerlerden. Sonra hareketin başladığı Selanik’e gittim defalarca. Selanik’te suikastların gerçekleştiği ara sokakları gezdim. Sadece Selanik değil, Manastır’a gittim. Orada Şemsi Paşa’nın vurulduğu Drahor Nehri’ni buldum, dağa çıktıkları yerleri gezdim. Hem çok zor hem de çok eğlenceli bir süreçti bu süreç benim için. 4 yıllık çalışmalarımın toplamında çok hoş bir duygu içindeydim.
İttihat ve Terakki’yi, o yılları anlatma fikri nasıl doğdu? Zira öncesinde çok bildiğin bir dönem olmadığını konuşmuştuk…
Kendimi bildim bileli bu ülkedeki politik meseleler sürüyor, çözümlenmiyor bir türlü hiçbir şey, politik meselelere bağlı ekonomik, sosyal birçok meseleyle de uğraşıyoruz. Dünya tarihinde çok önemli rol oynamış bir coğrafyada bugün var olan Türkiye Cumhuriyeti’nin neden bir türlü demokratikleşemediğini, neden ekonomimizin düzelmediğini, neden bir türlü huzur ve barışı yakalayamadığımızı hep dert ediyorum bir yazar ve aydın olarak. Ve bunu düşündüğüm zaman, bunun köklerinin tarihte saklı olduğunu anladım. Hem uzak tarihte hem yakın tarihte. Bilhassa yakın tarihte çok şey var günümüzü belirleyen. Örneğin, Osmanlı İmparatorluğu gibi yüksek bir imparatorluk neden çökmeye başlıyor? Ve bu çöküşten nasıl çıkacağız? Denemişler, Cumhuriyet çözüm olur diye; fakat bir türlü çıkamamışız. Bu benim çok ilgimi çekti. O zaman bu modernleşmede bir sıkıntı var; ne olmuş, dönüp burayı anlatmak istedim.
Peki bulduğun temel yanıt ne?
Hem İttihatçıların hem Mustafa Kemal ve arkadaşlarının, öncesinde Jön Türklerin örnek aldıkları model Fransız İhtilali. Fransız İhtilali'ne benzer bir ihtilal gerçekleştirmemiz lazım. Fakat böyle bir şey yok.
Neden yok?
Fransız İhtilali dipten geldi. Yani köylüler, küçük burjuvalar ve burjuvalar kralı devirmek istediler ve devirdiler. Çünkü kral onları engelliyordu ve halk bu devrimi yapmayı seçti. Bizde ise halkın böyle bir isteği yok. Halk adına aydınlar devrim istiyor. Yani halk da umutsuz belki; ama çıkıp da “Yeter kardeşim, padişaha kaşı çıkalım” demiyor. Değişmeyen bir şey var bu topraklarda: Kul kültürü. 3000–3500 yıllık bir tarih var burada; Hitit, Roma, Selçuklu ve Osmanlı imparatorlukları kurulmuş buralarda, çok güçlü imparator ve padişahlar boy göstermiş. Bunların hepsi ideolojik olarak farklı dillere sahip olsalar da fark etmiyor, hepsi “Ben yetkiyi Tanrı’dan, kutsal olandan alıyorum. Ve sen kulsun, bana karşı gelmen kutsala karşı gelmen demek olur. Ağzımdan çıkacak lafla senin hayatını biçerim” diyor. Bu kültür ne yazık ki değişmedi. İttihat ve Terakki bunu değiştirmek istiyordu, yani kullar değil vatandaşlar yaratmak istiyordu; onlar da bir padişaha dönüştüler. Mustafa Kemal de bu kul kültürünü yıkmak istiyordu; ama o da her ne kadar karşı olsa da bir padişah olarak algılandı. İsmet İnönü, Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Turgut Özal… Bugün de bu böyle. Bu kul kültürü kırılmadan bu ülkede gelişmenin, modernleşmenin, demokrasinin yahut çağdaşlaşmanın gerçekleşmesi mümkün değil.
Hem yakın tarih olduğu için detayı ve olayların güncelliği de daha fazla hem de hâlâ çok tartışılan meseleler. Yani 31 Mart Ayaklanması, 1915 Ermeni Tehciri, Trablusgarp Savaşı, Dünya Savaşı, gazeteci cinayetleri, sürgün edilen bir padişah… Ben çok azını sıraladım burada. Kurgulama süreci çok zorlamış olmalı…
Tabii, çünkü zor bir dönem. Bu benim 24. kitabım; ama beni en zorlayan roman oldu. Eminim çok zevkle okunacak; ama beni inanılmaz zorladı. Çünkü dediğin gibi, bu 20 yıl çok karışık bir dönem. İttihat ve Terakki öyle bir örgüt ki, iyi ya da kötü gibi tanımlarla değerlendirilemez, eksik kalır. Baştan çok olumlu başlayıp, giderek kötülüğe, despotizme dönüşen bir yapı. Bu despotizmin nereden kaynaklandığını anlamak lazım. Bir yandan da bugün Cumhuriyet’in İttihat ve Terakki sayesinde olduğunu da söylemek lazım. Dolayısıyla tüm bu bakış açılarıyla çalıştığım için, araştırma dönemini tamamladığımda, asıl mesele artık kurgulamaktı. İttihat ve Terakki’nin önemli olaylarını çıkardım önce. Beni en çok rahatlatan, ana karakterim Şehsuvar Sami’yi tetikçi olarak konumlandırmak oldu. Böylece onu en önemli olaylara dahil edebildim. Trablusgarp Savaşı, Dünya Savaşı, suikastler, Alman elçilerle yapılan görüşmeler, darbe kararı alınması vs. Peki 1915 Ermeni Tehciri’ni nasıl anlatacağım? Kahramanımla okul zamanlarından sınıf arkadaşı bir Ermeni’yi karşılaştırdım, başlarına gelenleri bizzat o Ermeni arkadaşı anlattı. Kurgu böyle şekillendi.
Kitapta “Tarihi yenenler yazar” diyorsun. Resmi tarih “yenenlerin” yazdığı tarih de olsa, edebiyat başta olmak üzere sanat bir öteki gerçeği, bir başka ihtimali ortaya çıkarma gücüne sahip, ne dersin?
Doğru. Dünyanın her yerinde tarihi yenenler yazıyor ve yalanlarla yazıyor; çünkü kendilerini yüceltmek istiyorlar. Ama bilimsel gerçekler mutlaka bir yerde ortaya çıkıyor. Tarihte çok önemli bir örnek var; Kadeş Savaşı. Hititler ile Mısırlılar savaştı. Her iki taraf da “Biz kazandık” diye döndüler ülkelerine. Çok uzun süre boyunca bu savaşı Mısır’ın kazandığı sanıldı. Gerçek sonradan ortaya çıktı. İki ülke tarafları da savaştan döndüklerinde, savaşı nasıl kazandıklarını taşlara yazdılar. Mısırlılar mermere, Hititliler kerpiçe yazdı. Kerpiç yok oldu, mermer kaldı. Bu yüzden bu savaşı Mısır kazandı sanıldı. Oysa uğrunda savaşılan Umarru Krallığı, savaş sonunda Hititlilerde kalmış. Yani savaşı Hititliler kazanmış. Bu, çok uzun zaman sonra da olsa, finalde ortaya çıktı. Dolayısıyla hakikat bir yerden çıkıyor. Sorun, bu hakikati anlatan tarihçide. Ama evet, haklısın, edebiyat çok işlevli. Estetik haz verir, kaçışı sağlar, aydınlatır ve bilgilendirir. Bir özelliği de bilgilendirmektir. Okuyanın bakış açısını genişletip, her şeyle bir sorgulama ilişkisi kurmasını sağlar. “Bize böyle öğrettiler; ama şimdi bu kişi de şöyle yazmış, doğru olabilir mi,” dedirtir. Resmi tarihe karşı böyle bir duruşu var edebiyatın. Ayrıca bir roman yazdığınızda hem bugünü hem de geleceği etkiliyorsunuz. Bu çok güçlü ve öğretici bir eylem de bir yandan. Mesela biz bugün Rus Devrimi’ni Boris Pasternak’tan öğreniyoruz. Rus–Fransız Savaşı’nı Tolstoy’dan öğreniyoruz. Yahut dönüp baktığımızda Kurtuluş Savaşı’nı Yakup Kadri’den, Halide Edip’ten; İttihat ve Terakki’yi Mithat Cemal Kuntay’dan okuduğumuzda, yeni bakış açılarıyla yorumlama perspektifi ediniyoruz. Romanın böyle bir bakış açısı içinde olmasını çok önemsiyorum. Bir sakıncası var; toplumsal eleştiri yaparken, romanın estetik değerlerinden ödün vermek. Yani çok aşırı politikaya kaçarak, politikanın romanın dokusunu bozmasına izin vermek çok sakıncalı ve yanlış.
Aşırı politikaya kaymamak, yani romandan ödün vermemek için ne yapmak, nelere dikkat etmek lazım?
Aşırı tarafgirlikten kaçmak lazım, karakterleri çok canlı anlatmak lazım, karakterlerin çelişkilerini çok güzel vermek lazım, arka planı çok iyi anlatmak lazım. Bütün bunlar olursa roman bu didaktiklikten uzaklaşır.
Kitapta bir yerde geçiyor, “Neden Fransız edebiyatında, Rus edebiyatında düello var, Türkiye edebiyatında yok,” diyor kahramanımız. Yine kitapta verilen yanıt çok dikkatimi çekti. Biraz istersen sen bahset…
Aslında bütün mesele biraz önce konuştuğumuz gibi bireyin oluşamaması, ortaya çıkamaması. Bir şekilde birey ortaya çıkamadığı için de örgütler ortaya çıkamıyor; onun yerine cemaatler ortaya çıkıyor. Bir gruba bağlı olanlar ve tümüyle o gruba biat etmiş insanlar ortaya çıkıyor. Bu sadece sağ için geçerli değil, sol örgütler için de geçerli. Onlara da baktığın zaman, ki ben onların içinden geliyorum, orada da sorgulama, eleştirme, kuşku duyma yöntemleri çok gelişmiş değil. Sağ tarafta tarikatlar, dinin kendisi, bir şeye biat etme ve inanma şeklinde. Bugün politik olarak aslında demokrasiyi zehirleyen en önemli etken bu biat etme kültürüdür. Bütün siyasi partilerde görebilirsiniz bu kültürü. Böyle olunca birey çıkıp da “Benim görüşüm bu, bana hakaret ettin” demek yerine “Başkanıma, cumhurbaşkanıma, parti başkanıma, cemaat liderime hakaret ettin” diye ortaya çıkıyorlar ve bir cemaat gibi davranıyorlar. Eh, böyle olunca da düello yerine linç kültürü başlıyor. Kendileri gibi olmayan ya da kendilerini onaylamayanları linç edip ortadan kaldırıyorlar. Yani özetle düellonun gelişememesinin tek nedeni bireylerin olmamasıdır. Siyasi krizimizin nedeni de bence açıkça budur.
Peki, bu biat kültürü sence nasıl yok edilebilir? Kitapta “İktidarı değiştirmek zordur; ama daha zoru kültürü değiştirmektir” diyorsun.
Asıl mesele o zaten. Çünkü iktidarlar değişiyor; ama zihniyet değişmediği için de insanların kafası değişmiyor, siyasal erk, ekonomi değişmiyor. O nedenle önemli olan, kültürü değiştirmek. Kültürü değiştirmenin çok fazla yolu var. Sanat da önemli bir yol. Ama bütün kesimlere ulaşmıyor. Türkiye’de en çok okunan yazarlardan biri benim; ama diyelim ki yılda 500 bin kitabım yayınlanıyor; bir kitabı iki kişi okusa, bir milyon okunuyor. 80 milyon ülkede bu sayı hiçbir şey değil. Sinemaya, tiyatroya kaç kişi gidiyor, kaç kişi sergi geziyor? Bunun çabasında olmak lazım. Kul kültürünün ortadan kalkması, kültürün değişmesi için bunların gücü çok büyük. Tarihsel akış bizden yana. Fakat Althusser’in lafıyla söylersek “Gelecek uzun sürer.” Bugünden yarına olmuyor. Bak, Cumhuriyet kuruldu ve kaç yıl geçti aradan, hâlâ sorunları çözemedik. Sanat çabasını sürdürmek lazım.
Romanda Şehsuvar Sami ve arkadaşları, daha iyi bir gelecek için girdikleri mücadelede cinayetler işliyor, ölümlerden dönüyor, savaşlara katılıyorlar. Vicdanını sarsan her olayda, ölümde, gelecek için yapıyor olduğu umudu içini rahatlatıyor. Gelecek için silahlanmak… Sadece romandan bahsetmiyorum; sen buna nasıl bakıyorsun?
Tabii ki hak vermiyorum. Birinci mesele, siyasetin ahlaklı olması lazım. Bunun anlamı ne? Şeffaf, eleştirilebilir ve şiddetten uzak olması lazım. Eğer bir yerde şiddet varsa, mutlaka orada kirli ve karanlık işler dönüyordur. Yani kim olursa olsun, şiddetten uzak durmak lazım. Sivil direniş yöntemleri bulmak lazım. Muhalefetin şiddetten uzak durması lazım. Silahla, insan öldürmeyle hiçbir yere varılamaz ve korkunç bir gelenek hediye edilir. Bu gelenek, öldürme geleneğidir ki zaten var. Bundan uzaklaşmak lazım.
Kitabın ana meselelerinden biri İttihat ve Terakki, yakın dönem Türkiye tarihi. Ama bir diğer konu da var ki, aşk...
Aşk bir kere doğal bir duygu; yani kimse “Ben âşık olacağım” diye karar veremez. Bir insanı çok beğenirsiniz ve onunla bir ilişkiniz olmasını istersiniz. Bu da mümkün; ama aşk dediğimiz şey bu değil. İnsanlar çoğunlukla bunu karıştırıyor. Biraz kendiliğinden gelen bir şey ve çok güçlü bir duygu aşk. Bütün varlığımızı etkileyen bir şey. Biriyle iyi vakit geçirme, bir şeyleri paylaşma meselesi değil aşk. Bütün ruhumuzun altüst olması… Ve burada çoğunlukla acı var. Mutluluk kısmı çok az çünkü. Neden acı var? Çünkü siz birini alıyorsunuz ve ona inanılmaz değerler yüklüyorsunuz. Fakat sonra o kişinin o değerleri yüklediğiniz kişi olmadığını görüyorsunuz. Yani aslında o kişiye de haksızlık ediyorsunuz. Aşk dediğimizde aslında imkânsız bir şeyden bahsediyoruz. Kendimizi kandırıyoruz ve bu bizim hoşumuza gidiyor. Kendimizi kandırdığımızın farkında bile değiliz. Farkına vardığımızda aşk bitiyor zaten.
Romanda edebiyat ustalarına da selam gönderiyorsun.
Agatha Christie’nin 1926 yılından itibaren İstanbul’a geldiğini biliyoruz. Pera Palas’ta kalmış olması da büyük bir ihtimal. Christie’yi otelde Şehsuvar Sami ile karşılaştırdım. Bir başka büyük yazara daha gönderme var; Selanikli meczup Tressias. Romanda “Hıristiyanlar gelecek, siz gideceksiniz” diyor. Orada Sophokles’in kahin karakteri Tressias’a gönderme yaptım.
Elveda Güzel Vatanım’ı romancılık kariyerinde nereye koyuyorsun?
Açıkçası ben bu kitabı yazdığım için çok mutluyum. Başarısı ne olur, bilmiyorum; ama bir yazar, bir aydın olarak geçmişe bakarak ve İttihat ve Terakki’yi mümkün olduğunca nesnel anlatmaya çalışarak önemli bir vicdani sorumluluğumu yerine getirdim.
Kitapların her seferinde onlarca dile çevriliyor. Ama bu kitabın çeviri çalışmaları diğerlerinden hızlı başladı...
Şimdiye kadar 23 dilde 47 kitabım yayınlandı. Beyoğlu’nun En Güzel Abisi, Yunanistan ve Bulgaristan’da çok sattı. Bu iki ülkede birlikte çalıştığım yayınevleri kitabı satın aldılar ve çeviri çalışmaları başladı. Çok hızlı bir şekilde yayımlanacaklar oralarda, neredeyse Türkiye’yle eş zamanlı yayımlanacak diyebiliriz. Bu çok değerli bir şey. Türk edebiyatı tüm yazarlarıyla çok zengin, güçlü bir edebiyat. Fakat ülkedeki politik yapılar, demokrasi meselesi ve Batı’nın bize önyargıyla bakması, Türkçenin çok yaygın bir dil olmaması gibi nedenlerle, yazarlarımızın kitaplarının yurtdışında yayınlanması çok sancılı ve sıkıntılı oluyor. Bunu kırabilen yazarlardan biriyim. Ve şuna inanıyorum; biz yurtdışında okundukça, sayımız arttıkça, öteki yazarlarımızın da sayısı artacak. Merak edilecekler. Ve sanıyorum ki daha fazla yazarımızın romanları, şiirleri, öyküleri yabancı dile çevrilecek.
Kitap tamamlandı ama sen her zaman masadan kalkamayan insanlardan birisin, var mı yeni çalışmalar?
Başkomiser Nevzat hikâyeleri var. Penguen’e yazdığım, Körebe isimli uzun novella var. Muhtemelen onlardan oluşan bir Başkomiser Nevzat kitabı çıkaracağız yakında. Ama asıl büyük romanımız Berlin’de geçiyor. Başkomiser Nevzat Almanya’ya gidecek. Bergama’dan Almanların götürdüğü Zeus Tapınağı’nı anlatacağım, oradan yola çıkarak belki bir Neo-Nazi Almanyası’nda Türklerin durumunu anlatacağım. Romanda hem bugün hem de Antik Yunan olacak.
Elveda Güzel Vatanım romanının tanıtım filmini buraya tıklayarak izleyebilirsiniz.