FERİT BURAK AYDAR
Sel Yayıncılık 2021 176 s.
"Ferit Burak Aydar bir seri olarak tasarlandığı öğrenilen bu kitapta 17. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar yazılmış “klasik” romanları ele alıyor... İyi bir roman tanımı hangi özelliklerden ortaya çıkar? Bir eserin dışarıya mesaj vermesiyle mi, günlük deneyimleri tek bir kişinin yaşamadığına dair avutucu ve yer yer aforizmayla dolu kolektif satırlar içermesiyle mi, yazarın kendi yaşamıyla kurduğu ilişkiyle mi?"
Pandemiyle birlikte yaşayış şekillerimiz dahil bütün ritüeller değişmek zorunda kaldı. Bu değişim sırasında podcast dahil bütün iletişim ağları ilgiye mazhar oldu. Edebiyat, politika ve tartışma içeren her ses kaydı, insanı içeren her bağlantıya günler geçtikçe duyulan özlem hâlâ devam eden günlük kaydın kısacık içeriği aynı zamanda.
Podcast serisinden önce leziz çevirileriyle tanıdığım Ferit Burak Aydar da –sanırım tek bir odada geçirdiğim günlerin hatrına– iki kitap hediye etti: Hamlet’in Bağlanan Basireti Üzerine (2020) ve Klasik Okumaları-I Kahramanlar Çağı (2021).[1] Bu yazıya iki duyumu farklı zamanlarda çalıştıran son kitabını dahil etmek istiyorum; tezimi yazarken –tek değil– birçok ölüyle konuşmanın alışkanlığı beni bu tercihe sevk etti. Barış Bıçakçı’nın Bizim Büyük Çaresizliğimiz (2004) romanının 32. bölümünün ilk cümlesi değiştirilerek buraya monte edilebilir: “Kitapları yutanlar şöyle der: ‘Neden bir tane! On tane alın!’”
“Klasik” ifadesinin bir bütünlüğü teşhir eden tarafı vardır. Belki eski olandan bahsediliyordur, belki de gün geçtikçe değer kazanan bir eserden, ancak “klasik” öyle ya da böyle bu anlamları içeren bir mıknatıs işlevi görür. Madem kitabın isminden başlandı, devamını da getirmek gerekir. Kahramanlar temel olarak anlatının başkarakterleridir, ancak vurgu noktası burada değildir. Antik Yunan dünyasının epik ve tragedyalarında gözlemlenen kahramanlardan farklıdır. Kahraman kendisini yüce kavramlara adayarak metafizik bir kurtuluş beklentisiyle hareket etmez. Romanın kurucu ve devam ettirici kadrosu (Cervantes, Fielding, Shakespeare, Shelley, Balzac) birincil olarak maddi yaşamı temel alır.
Aydar bir seri olarak tasarlandığı öğrenilen bu kitapta 17. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar yazılmış “klasik” romanları ele alıyor. İspanyol anlatılarından doğan dille sağlanmış ironi ve belirsizlik, zamanının ötesinde bir “eylemsizliği” muştulamanın ötesinde kadın sorunu, denizlere açılmadan duramayan karakterler, dönemin ahlakına mugayir olduğunu düşünen mekanik editörler...
Yazar kitapta baskın bir şekilde ifade ediyor: “Yazarın yiyip içtiği onun olsun, bize ne okuduğu lazım!” Özellikle bir temcit pilavı muamelesi gören yazar-eser ilişkisine en baştan bir ayrım konuyor. Eser yazarın bütün kişisel eğilimlerinden, politik temayüllerinden ayrı okunmalıdır: “Şöyle ki, yazarla anlatıcı arasında kesinkes ayrım yapan ve metni yazarından bağımsız ele almak gerektiğini savunan yaklaşımı kesinkes Marksizme borçluyum.” (s. 9) Bir roman tarihi oluşturmanın, eserlerle sıkı bağ kurmanın yeri geldiğinde ekonomi-politikle, tarihsel ve toplumsal olanla görülmesi şiarı artık her yerde okurun yüzüne çarpıyor. Aydar bunun yerine yukarıdaki kavramları kapsayan “kültür” tarihini ortaya koyuyor. Tarihsel üst üste binmeler ise aslında eserlerin okuyucuya daima okunmuş ve yorumlanmış olarak geldiğini hatırlatır. Eleştiri de burada kendisini gösterir: Neden Don Quixote’nin, Hamlet’in, Robinson Crusoe’nun böyle (Marksist, eko-feminist) ya da şöyle (yapısalcılık, yeni eleştiri) yorumlanmasına ihtiyaç vardır?
Klasik Okumaları-I yer yer kahramanlar üzerinden okunan bir eser olsa bile kahraman da kendi başına yekpare değil elbet. Kahramanı oluşturan şeyler, mekân, çevre ve ilişkilerdir, eşyalar ve psikolojik monologlar… İster değişim densin ister özgünlük. Her okumadaki deja lu’dan artakalan bir tarafı vardır.
Modernist romana geçmeden, gerisinde kalan envanteri göstermek açısından da kitabın gayet doyurucu olduğunu söylemek mümkün. Sadece romanlardan değil, bir anti-romandan da bahis açar Aydar: Tristram Shandy. Bütün incelemelerinde eserin dışına da mutlaka değinen yazar, romanın kuruluş döneminden itibaren ekonomik ve pedagojik saiklerle de düşünülmesi gerektiğini ifade eder: “Neo-klasik düstur, yani 18. yüzyılda egemen olmuş sanat anlayışı sanatın hem eğlendirmesi hem de eğitmesi gerektiğini savunuyordu. Eğer öyleyse, eğlendirmeyi doruk noktasına çıkarıp eğitmeyi de tersinden yapan Tristram Shandy bir neo-klasik şaheserdir ve bugün klasik eserlerde gülüp eğlenmeyi unutan ya da asli öğe olarak görmeyen bizler için de bulunmaz bir nimettir.” (s. 96)
Henry William Bunbury tarafından Tristram Shandy için yapılmış illüstrasyonlardan biri.
Roman farklı noktalarıyla bir bütün oluştursa da, en yalın haliyle sunulsa da bireyin hikâyesidir. Bireyin doğuşu ve ölümüyle noktalanan bildungs çerçeve sadece bir tanesine örnektir. Aydar da Tristram Shandy’nin en baştan, hatta fazla başından aldığını gösterir: “Sterne, Tristram Shandy’de bunu düz anlamda alır. Mademki romanlar bir bireyin hikâyesini anlatıyor, gerçekçilik adına o hayat en ince ayrıntılarıyla bize sunuluyor, o halde en gerçekçi ben olmalıyım ve en baştan başlamalıyım” der. (s. 96) Yukarıda ifade etmiştim, fazla başından alır Sterne, yani ana rahminden.
İyi bir roman tanımı hangi özelliklerden ortaya çıkar? Bir eserin dışarıya mesaj vermesiyle mi, günlük deneyimleri tek bir kişinin yaşamadığına dair avutucu ve yer yer aforizmayla dolu kolektif satırlar içermesiyle mi, yazarın kendi yaşamıyla kurduğu ilişkiyle mi? Aydar bu konu hakkında şöyle der: “İyi bir roman ne hikâye anlattığından, hatta bir hikâye anlatıp anlatmadığından bağımsız olarak duygu dünyamızı besler. Bizi kendi halimize kaldığımızda, gündelik hayatla muhatap olduğumuzda, o hayatla kısıtlanıp kaldığımızda uyanmayacak duygulara ve farklı düşüncelere sevk eder.” (s. 149) Bu ifadeleri Dorian Gray’in Portresi romanına giriş yaparken kullanır yazar. Wilde’ın bu eserini bir de okuyucusunu sarsan ve bir daha eski haline getirmeyen bir kültürel nesne olarak okumak gerekiyor.
Klasik Okumaları-I sadece devamının geleceği belli olan bir seriyi müjdelemiyor, aynı zamanda Aydar’ın 2019 yılında yaptığı çevirinin[2] Türkçedeki ilk sansürsüz ve tam metin olduğunu haber veriyor. Tam çeviri ve sansür hikâyesini uzun uzun anlattıktan sonra şöyle der Aydar: “Metnin sansürlenmiş olduğundan bahsettik. Fakat o kadar da sansürlenmemiş, daha doğrusu sansürlenememiş, zira ahlak zabıtaları kafalarının içinde çalan sirenlerle metne tebelleş olsalar da, başlığı gözden kaçırmışlardır: Başkarakterimize verilen isim de kasıtlı bir tercihtir. Roman boyunca örneğin “Michelangelo’nun tattığı, Montaigne’in ve Winckelmann’ın ve Shakespeare’in bildiği türde bir aşktı bu” ifadesinde olduğu gibi, tarihî şahsiyetler ve kurumlar aracılığıyla eşcinsel aşkın hiç de bir sapma olmadığını, tarihte olağan bir yere sahip olduğunu göstermeye çalışır yazar. İşte Dorian adı da benzer bir göndermedir. Dorian, yani Dorlar; bu demektir ki eski Yunan; o demektir ki eski Yunan felsefesinde el üstünde tutulan cinsellik, yani erkek erkeğe cinsellik, eşcinsellik.” (s. 152)
O halde Dorian Gray’in Portresi’nin özgün ya da iyi olarak algılanmasının ardında yatan dil oyunları ve yayımlanma serüveni midir? Aydar’a göre böyle değildir elbette. Bazen bütün eleştiri geleneklerini, heretik çıkarsamaları bir kenara bırakıp sadece metne odaklanarak ondan keyif alırsınız veya duygularınızı ürpertir, sizi kışkırtır, sağa sola fırlatır. Bu hisleri uyandıran da “iyi bir roman”dır: “Bir metni okuruz ve güzel yazılmıştır, zekâmızı kışkırtır, duygularımızı galeyana getirir ve sebebini düşünmeye bile fırsat bulamadan bir metni severiz.” (s. 152)
Aydar’ın metnine herkes farklı bir taraftan bakacak şüphesiz. İskenderiye Okulu’nun –kaldıysa– takipçileri, alegoriden vazgeçmeyen Ortaçağ, klasik taraftarları, romantik devrimciler… Bazen roman meta olarak önüne çıkıyor okurun, bazen de estetik/kültürel nesne, ancak hepsi bir toz bulutu halini alsa da geriye hep o ifade kalıyor: de te fabula narratur.