27 Mart 2025
Peter ile 1970'li yılların ilk yarısında Ayasofya'nın önünde tanıştım. Ben İtalya'dan gelen bir kız arkadaşımı gezdiriyordum, o da bir grup İtalyan arkadaşı ile 'gözlem' turundaydı. Benden 12 yaş büyüktü ve Johnn Hopkins Üniversitesi'nde reklam dersi veren Troçkist bir İngiliz'di, eş durumundan İtalya'da yaşıyordu.
‘Elindeki Birinci sigarasını nereden alabiliriz?' ile başlayan muhabbet, Türk olduğumu öğrendiklerinde daimî bir ilgiye dönüştü, 12 Mart askeri darbesini, idamları, devam eden terör olaylarını, her gün sağdan ya da soldan gençlerin ölmesini nasıl yaşadığımı, her şeyi merak ediyorlardı. Arkadaşım Maria Rosaria ise hiç ilgilerini çekmedi, Napoli'de olan biteni umursamıyorlardı…
Henüz lise öğrencisi idim ama duyarlıydım, soruları sorunlarımdı, ertesi gün buluşmak üzere sözleştik, ben Sultanahmet yerine Topkapı otobüsüne binince buluşma yerine tam bir buçuk saat sonra gittik, ama grup orada, yağmur altında bekliyordu, hiç tanımadıkları bana inanmışlardı. O inanç 50 yıldır sürüyor...
Bol siyasi muhabbetli, bol kahkahalı geçen 4 günden sonra gittiler, Peter 'Yazarım' dedi. Türkiye, Sefarad kökenlerinden dolayı onu özellikle ilgilendiriyordu, İsmet İnönü'nün Kıptilere yaptıklarından, karısına yaş gününde Nazım Hikmet alacak kadar...
Lise yıllarımı düşündüğümde beni en mutlu eden şeylerden biriydi postacının getirdiği o kalın, kapsamlı mektuplar... Hemen açmıyor, derslerimi bitirip keyif ritüeli oluşturuyor öyle okuyordum, Nicaragua ile başlayan, Latin Amerika'da suçiçeği ve çocuk felci yüzünden gelen ölümleri anlatan, ağır teorik bölümlerini çok da anlamadığım onlarca sayfalık mektupları...
Beni merak ediyordu, çatışmalar arttıkça, günlük ölüm sayıları 40'ı buldukça daha da çok merak etmeye başladı. Bu merak, ben Ankara Üniversitesi'ne başlayınca endişeye döndü. Böyle bir ülkede nasıl yaşanır anlayamıyordu.
Ankara Üniversitesi'nin soğuk gri atmosferi, zincirlerle koridorda solcu avlamaya çalışan faşistler, yanmayan kaloriferler, kol gezen ölüm...
Göztepe'de oturan emekli subay babamı arıyordu artık. Onun arkadaşı gibi olmuştu. Beni arayamıyordu çünkü telefonum yoktu. Bir ara eve çıktım, sabit adresim oldu, hemen birkaç mektup yolladı.
Ama burası Türkiye, dış kaynaklı mektup da hoş karşılanmıyor, Tunalı Hilmi'deki güzelim evimiz üst kattaki profesörün kaygısı yüzünden basıldığında evde 'yasak' bir şey bulamayınca mektupları 'şüpheli' buldular, hepimizi toplayıp Emniyet'in tıklım tıklım dolu 6. katına yerleştirdiler.
Günler geçiyor, bize yönelik bir işlem yapılmıyordu. Neyi beklediğimizi anlamıştım, mektupları okutmak için İtalyanca bilen bir emniyet görevlisini…
10 günü geride bırakmıştık, nihayet sorgu sırası bana geldiğinde mektupları okutamadıklarını anladım, Kropotkin vs. gibi isimleri kırmızı çizmişler, mektupları masanın gerisinde tutuyorlardı. 'Biz anladık da bir de sen anlat ne iş bu gavur?' dediklerinde ben de üstüme düşeni yaptım ve 'Arkadaş beni solcu yapmaya çalışıyor ama benim o taraklarda bezim olamaz. Adresi elinizde, isterseniz ona da sorabilirsiniz' dedim.
Böylece Mamak kapısından baba torpili ile geri döndük, azarlanıp evlere dağıldık.
Yaptığım ilk işlerden biri Peter'a yazıp, adresinin Ankara Emniyeti'nde olduğunu bildirmek oldu, bu onu iyice korkuttu, 'Gece Yarısı Ekspresi' kâbusları görmeye başladı.
70'li yıllar yazarlar için de zor geçiyordu, Çetin Altan, Yaşar Kemal, 'Anayasa'ya Giriş' kitabından dolayı Mümtaz Soysal, Sevgi Soysal ve birçok aydın hapse atılmışlardı. Analar 'evlat acısına' son, avukatlar 'kan dökmeye son' diye yürüyorlar, 1 Mayıs'ta Taksim kana bulanıyordu.
Siyasi hava iyice ağırlaşmış, ülke korku filmine dönmüştü. Artık mektuplaşmıyorduk, bir adresim de yoktu zaten derken bir sabah tank sesleri ile milyonlarca kişinin etkileneceği 12 Eylül geldi.
Başbakan ve siyasi parti liderlerinin adresi Hamzaköy Askeri Üssü'ydü. Türkiye'de kurumsallaşan bir sinema, okul, pastane olmadığı gibi siyasi partiler de süreklilik konusunda tarihsel sorunlar yaşıyorlardı.
Askeri darbe ile öldürme şekli değişmişti. Sokak çatışmaları bitmiş, Emniyet'te yok etmeler ve bunların karşı intikamları başlamıştı. Parlamenterler, eski Başbakan Nihat Erim öldürülmüştü, Güney Doğu'da şiddet artıyordu.
Ankara yaşanmaz olmuştu, İstanbul'a döndüm, bu sefer adresim netti: Milliyet.
Gazetelerin Genelkurmay'dan gelen yasaklarla boğuştuğu yıllardı ama yasakları delmenin bir yolunu hep buluyor, doğru haber vermeyi çok önemsiyorduk.
Peter arada yazıyor, bu sefer de gazeteci kimliğimden dolayı başıma bir şey gelip gelmediğini soruyordu.
Bu arada 11 yıllık mektuplaşmanın ardından nihayet kavuşmuştuk, karı-koca birkaç gün Parma'daki evlerinde beni konuk ettiler ve çevrelerine bayağı hava attılar, ‘Askeri darbeden geliyor' diye…
Öyle böyle 90'lara gelmiştik. Ölümler bu sefer sokakta değil, pusuda gerçekleştiriliyordu. Prof. Muammer Aksoy, Uğur Mumcu, The Marmara Pastanesi'nin bombalanması, Onat Kutlar, Yasemin Cebenoyan'ın ve daha nicelerinin öldürülmesi, Kürt milletvekillerinin TBMM önünde tutuklanması, hapishanelerde açlık grevlerinin ölümlerle sonuçlanması, Devlet Bakanı Ayvaz Gökdemir'in Avrupalı parlamenter kadınlara (Claudia Roth gibi) ‘fahişe' demesi…
90'lar, magazin açısından bereketli yıllardı ama ne ordu da ne kenar mahallerde huzur yoktu. Susurluk ile kirli siyaset iyice su yüzüne çıkmış, toplum, tepkisini 1997 yılında 'sürekli aydınlık için bir dakika karanlık' eylemi ile göstermişti. Tencere tava ile ortalık çınlıyordu, sokaktaki adam nihayet balkona çıkmıştı.
90'lar korkunç bir deprem ile bitti, Peter artık yazmıyor, telefon ediyordu bir olay olduğunda. 'Depremden etkilendi mi?', 'Bomba patladığında oralarda değildin değil mi?' gibi…
Derken 2000'li yıllar başladı, Türkiye zaten sağlardan sağ beğeniyordu ama İslamcı bir İstanbul Belediye Başkanı Avrupa'yı bayağı tedirgin etti. Yanı başında İslam Cumhuriyeti falan, zaten İslami terör korkusu dalga dalga yayılıyor, Avrupalıların ağız tadını kaçırıyordu.
Avrupalı gazeteciler İstanbul'a doluştu, Türkiye nasıl ama en önemlisi neden savrulmuştu, LAİSİST'lerin rolü, suçu neydi, bu insanlar gerçekten iddia ettikleri kadar horlanmışlar mıydı?
Kim beni önermiş hatırlamıyorum ama Corriere Della Sera'nın Orta Doğu muhabiri de siyahi savaş foto muhabiri ile söyleşiye geldi Doğan Medya Center'a, söyleşinin sonunda fotoğraf çekmek istedi, Alin ve Demet de oradaydı, üçümüz ağız dolusu gülerek poz verdik. Muhabir ayrılırken 'Siz güldükçe daha da çok üzüldüm, İran da böyle başlamıştı' dedi.
Söyleşi birinci sayfadan verildi, fotoğrafın altında şöyle yazıyordu: 'Umarım 20 sene sonra hala gülebilirler…'
Dünya tedirgin olur da Peter olmaz mı, karılı kocalı 6 kişilik bir grup olarak İstanbul'a geldiler, 3 kadın uzun etekler, boğazına kadar kapalı gömlekler giymişler, güvenlik olarak eşarp da almışlardı.
Havaalanında beni askılı mini elbise ile görünce yüzlerindeki ifadeyi hala unutmuyorum.
Bu son 20 yılda yine olaylar olayları izledi, bombalar patladı, yasaklar arttı, basın ve birçok iş kolu siyasi köle haline geldi, tarikatlar vites artırdı, ülke ihtiyaç fazlası Orta Doğulu erkeklerle dolduruldu, Türkiye talan edilen koca bir şantiyeye çevrildi derken 15 Temmuz darbe girişimi; sokaklar yine savaş yerine, kan gölüne döndü.
Hiçbirimizin unutamayacağı o gece yaşandı.
Peter'dan ertesi sabah bir mesaj geldi: ‘O ülkede daha fazla direnmeye gerek yok. Ailecek gelin, İslamcılar tepinecek, siz ezileceksiniz.'
Evde yalnızdım, ortam belirsizdi ama gitmek aklımın ucundan geçmedi.
Peter uzun zamandır karısı ile birlikte Meksika'da yaşıyor, epeydir birbirimize ancak kutlu günlerde yazıyoruz. Bazen yine uzun siyasi analizler yapıyor ama genellikle kısa hatır sormalar ile yetiniyoruz, 80 yaşına geldi ama fotoğraflarında hala dinamik gözüküyor.
Geçtiğimiz hafta 19 Mart'ta İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı, ilçe başkanları, yardımcıları tutuklandı, dünyanın belli başlı yayın organları haberi 1. sayfadan verdi, vermeye de devam ediyor.
Ertesi sabah uyandım, Peter'dan bir mesaj: ‘İmamoğlu için çok kaygılıyız, tabii senin için de. Neler oluyor?'
'İyiyiz' diye yazdım,
“12 Mart'ta, 12 Eylül'de, 15 Temmuz'da susan halk, bu sefer balkonda tencere tava çalmak ile yetinmedi; milyonlar sokakta, kadınlar her yerde, gerçekten İYİYİZ!"
Ataerkil bir sistemin kurbanı Eileen görünmez oluyor ama ‘Görünmez Bayan Orwell’ ile İngiliz edebiyatına bir kadın figürü katılıyor ve Virginia Woolf’un ‘Bayan Dalloway’inden hiç de aşağı kalır yanı yok bu figürün
Çevik kuvvet, dünyayı kurtarmak isteyen çevreciler için, öğrenci hakları için, tuttukları takım için, Batı ırkçılığının kurbanı göçmenler (bu kez korumak) için karşılarında bulduklarını ‘dövmek’ zorunda kalan bir üniformalı çeteye dönüşüyor...
Dostoyevski’nin ‘Beyaz Geceler’ romanı 50 binin üzerinde satış ile 2024 yılında 25 yaş altı gençlerin en çok okuduğu kitap olmuş. Gençler güdük romantizmden bıkmış olsa gerek…
© Tüm hakları saklıdır.