03 Haziran 2020

Ayasofya’nın hukuksal statüsü

Atatürk’ün Ayasofya kararındaki imzası gerçek mi?

Geçtiğimiz günlerde (29 mayıs) İstanbul’un fetih yıldönümü dolayısıyla Ayasofya’da Cumhurbaşkanı'nın da katılımıyla dinsel bir tören yapılarak Kur’an’dan ayetler okunması ve hükümete yakın basında çıkan tekrar cami statüsüne dönüştürülebileceğine dair haberler ve bu girişimlere Yunanistan ve uluslararası camiadan gelen tepkiler, Ayasofya’nın hukuksal statüsü tartışmalarını tekrar alevlendirdi.

Ayasofya, 530’lu yıllarda Bizans döneminde görkemli bir bazilika (kilise) olarak inşa edilmiş ve yaklaşık 920 yıl boyunca Hristiyanlık/Ortodoks aleminin en önemli birkaç mabedinden biri olarak kullanılmış. 1453 yılında İstanbul Fatih tarafından fethedilince, dönemin hukuku gereği "kılıç hakkı" olarak camiye dönüştürülmüş ve 1934 yılına kadar -yani 481 yıl- cami statüsünde kalmış. 1934 yılında çıkarılan Bakanlar Kurulu kararnamesiyle mabet statüsüne son verilerek "müze" statüsüne alınmış ve halen de hukuken bu statüsü devam ediyor.

1500 yıldır ayakta olan bu mimari şaheserin Türk, İslam ve Hristiyanlık kültür ve tarihindeki önemi yanında, tüm insanlığın en önemli tarihsel ortak kültür miraslarından biri olduğunda kuşku yok.

Ne var ki gerek özellikle Yunanistan’daki bağnaz Ortodoks’ların gerek ülkemizdeki bağnaz İslamcıların, dinsel bir milliyetçilik sosuna bulayarak Ayasofya konusunu kendi kampını tahkim etme ve hamaset sömürüsü aracı olarak kullanmaları dikkat çekici. Aynı hamaset sömürüsünü siyasi boyuta havale etmeye ve habire ucuz siyasi sömürü konusu yapmaya çalışan siyasetçiler de cabası.

Ülkemizde sağ-muhafazakar eksende siyaset yapanlar siyaseten ne zaman sıkışsalar ve siyasi boyutta ne zaman barutları bitse, ölmeyen kurtarıcı olarak Ayasofya konusunu gündeme getirirler. "Kendi ülkemizde müstemleke miyiz? Ecdadımızın kılıç gücüyle kazanıp cami yaptığı Ayasofya’yı niçin yine cami olarak kullanmıyoruz?" tarzı hamaset edebiyatı yaparlar. Üstelik bunu yaparken Yunanlı bağnaz Ortodoksların eline de çok güzel kozlar verirler. Onlar da bu gollük pasın üzerine atlarlar ve "bakın görüyor musunuz, tarihe, kültüre, medeniyete saygısı olmayan Türkler, Hristiyanlığın en önemli dinsel sembol ve kültür miraslarından olan Ayasofya’yı zorla camiye dönüştürecekler!" diye dünyayı ayağa kaldırırlar. Özellikle ABD’deki güçlü dindar Evangelist kamuoyunu da etkilerler.

Danıştay’ın yaklaşımı

Bir dernek 2004 yılında Ayasofya’yı cami statüsünden müze statüsüne dönüştüren 1934 yılındaki Bakanlar Kurulu kararının kaldırılması için Başbakanlığa başvuruda bulunuyor. Olumlu yanıt alamayınca da bu ret işlemine ve anılan 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararına karşı Danıştay’da dava açıyor. Danıştay 10. Dairesi, böyle bir dava için normalde beklenebileceği gibi davayı süre veya özel ehliyet yönünden ya da "hükümet tasarrufu" olarak görmek suretiyle, yani davanın esasına girmeyerek reddetmiyor. Davanın esasına girerek, tüm insanlığın ortak kültür mirası niteliğindeki böyle bir tarihi eserin "müze" statüsünde alınmış olmasında kamu yararına ve hukuka aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle davayı esastan reddediyor.

Davaya temyiz mercii olarak bakan Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu (İDDK) da temyiz istemini oy çokluğu ile reddediyor. Daha sonra davacı dernek bireysel başvuru yoluyla Anayasa Mahkemesi'ne (AYM) başvuruyor. AYM başvuruyu esasa girmeden (kişi bakımından yetkisizlik nedeniyle) reddediyor. Böylece hukuksal süreç tamamlanmış ve dava kesinleşmiş bulunuyor.

Atatürk’ün Ayasofya kararındaki imzası gerçek mi?

Danıştay İDDK kararında karara muhalif kalan ve aralarında bendenizin de bulunduğu üyelerin muhalefet gerekçesi, davaya konu 1934 Bakanlar Kurulu kararında Atatürk’ün imzasının sahte olduğuna dair dosyada bulunan somut bazı iddiaların gerçekliğinin araştırılması gerektiği hususunda. Yani muhalefet gerekçesi Ayasofya’nın müze haline dönüştürülmesinin uygun görülmemesi değil. Zira eğer bir Bakanlar Kurulu kararında Cumhurbaşkanının geçerli imzası yoksa o karar idare hukuku açısından yok hükmünde sayılır. Davanın esasına girilmeden işlemin usul yönünden iptalini gerektirir. Teknik hukuk bunu gerektirir.

Bu konudaki somut iddia ise Atatürk’ün bu tarihten önce ve sonra attığı diğer tüm imzalar ile bu kararda attığı imzanın birbirini tutmaması. Çünkü diğer imzalarında Atatürk’ün "K. Atatürk" şeklindeki imzasında "A"yı hep küçük yazmasına karşın, Ayasofya kararında bu "A"nın anlaşılmaz biçimde büyük yazılması. Ayrıca imzalardaki her iki "K"nın da birbirini bariz biçimde tutmaması (Her iki imza arasındaki fark için Bkz).

Yusuf Halaçoğlu gibi bazı uzmanlar, Ayasofya kararındaki Atatürk’ün imzasının gerçek olmadığını ve bu kararın Atatürk’ün bilgisi ve onayı dışında alındığını ileri sürüyorlar. Murat Bardakçı gibi diğer bazı uzmanlar ise, imza Atatürk’e ait olmasa da bu kararın Atatürk’ün bilgisi ve onayı le alındığı görüşündeler. Başka bir görüş ise Atatürk’ün bu karardaki imzasının gerçek olduğunu, zira o tarihte kendisine TBMM tarafından verilen "Atatürk" soyadının henüz çok yeni olması nedeniyle Atatürk’ün imzasının henüz tam netleşmemiş ve kesinleşmemiş olduğunu; nitekim bu karardan kısa süre önce Atatürk’ün başka bir yerde attığı bir imzanın da tıpkı Ayasofya kararındaki gibi "A" büyük şeklinde olduğunu; küçük "a" şeklindeki sonraki bilinen imzasının bu karardan sonra kesinleştiğini savunuyor (Bkz.). Mahkeme tarafından tatmin edici bir teknik bilirkişi incelemesi yaptırılmadığından, gerçeğin ne olduğunu kimse tam olarak bilmiyor.

Hukuksal açıdan bakarsak, sözü edilen davanın kesinleşmiş olması, 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararının artık ilelebet değiştirilemeyeceği anlamına gelmez. Şu andaki mevzuata göre yetkili idari makam (Cumhurbaşkanı), bu Bakanlar Kurulu kararını kaldırıp müze statüsünü değiştirebilir. Gerçi kişisel görüşüm, siyasi iktidarın -her ne kadar Ayasofya’yı tekrar cami olarak görmek istese de- şu andaki ABD yönetiminde etkin olan Evangelistler ve diğer uluslararası kamuoyu tepkisini göze alamayacağı.

İnsanlığın kültürel mirasları herkesindir

Her şeye rağmen tekrar cami statüsüne alınırsa da, böyle bir karar bence yerinde olmaz; yanlış bir karar olur. Çünkü Ayasofya sadece İslam veya Hristiyanlık alemine ait değil, tüm insanlığın ortak kültürel mirasıdır. Bu niteliği için en doğru statü ise müze statüsüdür.

Ayasofya’yı inşa edenin Bizans Ortodoksları olması ve 900 yıl kilise olarak kullanılması halen burayı Hristiyanlara ait kılmayacağı gibi; Fetih ile yani 500 yıl önce savaş ganimeti olarak camiye dönüştürülmüş ve 480 yıl cami olarak kullanılmış olması da burayı sadece biz Türklere ve Müslümanlara ait yapmaz.

Kaldı ki tarihte yapılanları o zamanki geçerli anlayışa göre değerlendirmek ve günümüzün anlayışına göre yargılamamak gerekir. Bu nedenle zamanında Fatih’in niçin burayı camiye dönüştürdüğünü sorgulamak ve eleştirmek anlamlı değil. Fakat günümüzde hâlâ, "biz burayı 800 yıl önce kılıç gücüyle kazanıp camiye çevirmiştik; burası hâlâ sadece bize ait; şimdi hala cami olarak kullanmamıza engel olunması İslam ve cami düşmanlığıdır" diye diretmek Talibanvari bir yobazlıktır.

Eğer dinimizi bu tür müstesna mimari eserlerle yüceltmek istiyorsak, yapmamız ve odaklanmamız gereken, en az Ayasofya kadar hatta onu aşacak derecede yeni kültürel eserleri kendimiz yapmak. Hem de rakip olarak gördüğün, başka bir dinin yaptığı mabedi zorla kendi mabedine dönüştürmek marifet değil. Yüzyıllar önce Büyük Sinan’ın yaptığı camileri aynen kopyalamak ise hiç değil.


Prof. Dr. Ali D. Ulusoy, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi.

Yazarın Diğer Yazıları

Kürt sorunu çözülemez, kimse kimseyi kandırmasın!

Tüm vatandaşlara tanınmış haklardan Kürtleri de yararlandırmak, yani “eşit vatandaşlık hakları” yeterli mi? Yoksa Kürt kimliği hukuksal boyutta resmen tanınmadıkça ve korunmadıkça Kürtler açısından gerçek çözüm sayılmayacak mı?

Özgür Özel’in liderlik sınavı

Sayın Yavaş’ın partiden dışlanıp, bağımsız aday olması durumunda ise, pekâlâ mümkün olan kazanması halinde CHP bir kez daha kaybetmiş olacak. Bunun faturası da kuşkusuz Sayın Özel’e kesilecek ve büyük olasılıkla genel başkanlıkta kalması mümkün olmayacak. Belki de siyasi yolculuğunun sonuna gelecek

İki bakan, iki farklı performans: Milli Eğitim ve Dışişleri

Batı dünyasının laiklik dahil, demokrasi, hukuk ve insan hakları standartlarına uymayı ayak bağı gören siyasi iktidarların ülkeyi Batı’dan uzaklaştırmasına izin vermemek, bu ülkenin gelecek kuşaklarına karşı en önemli borcumuzdur

"
"