16 Nisan 2025
“Kapkara olduğu halde
kömürcü olmadığını
söyleyen kömürcü.”
-Marcel Proust
Bir gün her şeyin değiştiğini görmeye başladık. Beğendiğimiz ve sevdiğimiz şeylerin artık mevcut olmadığını görmenin getirdiği belki önce şaşkınlık ve sonra da hüzün dolu bir duygu bazı şeylerin arkada kaldığını, zamanın bize oyun oynamak şöyle dursun hatta bizim yaşamımıza karşı mücadele vermekte olduğunu anladık. Bu ikinci bir duyguyu daha ortaya çıkarttı. Eskiyi anmak üzerine, sanki yabancı bir ülkeye gittik de, orasının yabancılık duygusu en bildiğimiz yerde bizi yakalamaya başladı ve bize bunu hissettirdi. Bu durumun verdiği, bir bakıma acı veya hatta acıma duygusu sardı etrafımızı; sadece bireysel olarak değil ama bir kolektif grup olarak etrafımıza duvar örmeye başladı.
Kulaklarımıza gelen şeylere inanamaz olduk. Boşluk doğru sanki. Bu inanılmaz bir şekilde kelimelerin anlamlarını bile kaybetmekte olduğumuzu hissetmek, lügatımızda olmayan kelimeleri duymak, bilmediğimiz harfleri görmek, okuduğumuzu bile sanki uzaktan gelen bir ses gibi algılamamıza neden olmakta: Bu kadar yabancılaşmaya başlandığında yaşanan yerlerin vaziyeti bizi sarsmakta.
İstanbul içinde; Fenerbahçe, Şişli, Kadıköy, Karaköy, Suadiye, Maltepe, hatta Gayrettepe ve Levent. Anne ve baba ve büyükler, hatta plajlar ve onların yanında da kayıklar ve balıkçılar. Bunların adları bile hafızalardan silinmeye başladığında tekinsizlik duygusu etrafı sarmakta. Bildiğimiz yerleri bilmemek. Bindiğimiz araçların artık orada olmamaya başlaması. Duyduğumuz sesleri duyamamanın verdiği tuhaflık ile birlikte gelen iklim değişikliğiyle üşüme duygusu; hatta güneşin üşütmesi bu kadar kuvvetli bir şekilde kalabalığın içinde kaybolup gidiyor.
Evlerin bile değişmesi, yükselen ve gökyüzünün kapanmaya başladığı, ışığın çok zor bir şekilde odaların içine girmeye başlaması sersemleştiren bir havanın içinde yaşamakta olduğumuzu bize hatırlatmakta. Kendi kendisine konuşmaya başlayan yaşlı insanların gerçekliği yitirmeleri gibi, hayatlar karanlıkla kaplanmış olarak durmaya başladı. Kalabalık her yerde. Daralan apartman dairelerin içine tıkılmak zorunda kalan insanların, kendilerini beslemek için uğraşılarının da artık bittiğini gördüğü, yaşlılığın verdiği işsizlik anındaki bir hissiyatı tek başına doğru taşıyan hayattan ne beklemekteler bu insanlar artık?
Perdelerin kapandığı apartmanların var olduğu şehirde yaşayanlar bugün bilmedikleri bir yerdeler. Yabancılaşmış sokaklarının içinden geçmek istemeyen, yürüme zorluğunu buna bir bahane olarak düşünen insanların bu şehirde artık yürüme ve gezinme imkanları da zor olmaya başladı. Sesleri belki de artık duymamaya başlayan bu yaşlı emekli insanların bu sayede seslerin yabancılaştığını duyamaz olduklarından belki, sokak yine de yürünebilir bir yer olarak durmaya devam etmekte.
Ev içlerinin daralması, mekanların kısıtlanması, yan sokaklarında kutu gibi apartmanların inşa edildiği Bağdat caddesinin, bir otoban etkisi vermesiyle, her binanın altı değil sadece ama katların üstlerine kadar çıkan dükkânlarla dolu bir şekle bürünmesi izlenmekte. Ve, bilhassa gece oradan geçilmekteyse, bir yaban şehirden geçermişçesine artık “caddenin” etkisinden çok, üzerinden kat ederek arabaların geçtiği bir otoyol görüntüsü hâkim durmakta. En çok görünenlerin yok olduğu ve alışkanlıkların yitirildiği bir cadde artık. Bilinen değil bilinmeyen bir yer: O eski zamanlar “piyasa” yeri olarak adlandırılan bir yer olmaktan uzaklaşmış vaziyette. Hala hızlı araba kullananlar var tabii. Burada yine de caddenin ilk sırasında bulunan apartmanların boyları aynı kalmaya devam etmekte; ama yine de artık bu yerlerde iş yapmayı isteyenlerle alış-veriş yapmayı bir psikolojik yükselme sayanların dolaştığı bir yer olmuş durumda. Lokantaların ve kafelerin çoğunluğu oluşturması sanki bu yeni neslin artık evde yemek yemediği izlenimini vermekte. Evlerde toplanma ve davetler vermenin veya orta yaşlı kadınların çay saatlerinde evlerinde misafir ağırlama adetinin de tarihte kaldığını düşündürüyor.
Bu büyük binalarda karşı karşıya hal-hatır sormak yerine internet ortamında komşuların birbirleriyle haberleşmeleri ve hatta çekişmelerini düşününce insan bu gibi yerlerde artık başka bir “tekno-logosun” yerleşmiş olduğunu anlıyor.
İstanbul burjuvazisinin yerleri sanki birer Pazar yeri olmuş. Kafeler, barlar, lokantalar 1960’larda bu yerlerde yaşayanların adetlerinin ne kadar eskide kaldığını düşündürüyor. Ne olmuştu? Bu büyük değişim siyasi bir tercihin mi etkisiydi? Bu nüfus muydu her şeyi değiştiren? Yoksa bu nedenden dolayı mı bu yabancılık duygusu kaplamıştı şehri?
Değişimin içinde yaşarken bir “başkalık” edinmişti şehir. Yolların içinde geçen hayat, saatlerini arabalarında, otobüslerde ve artık metrobüslerde ve metrolarda geçiren insanlar sanki bir şehirden başka bir şehre gitmekteler her gün. Huysuz bir hayat almıştı herkesi ve insanlar sinir içinde yaşamakta artık. Cinnet toplumu birdenbire çıkmış değildi. Yavaş yavaş, alttan alta gelen yabancılık duygusunun yabancılaştırdığı insanlar patolojik bir hayata atılmaya başlamışlardı, uzun bir zamandan beri. Az bir zaman değil bu süre tabii. Duyduklarına ve gördüklerine inanamayan, rasyonalitenin arkada bir yerlerde yaşandığı bu hayatın kendisi sinir bozucu olduğu kadar umut duygusunun azalmasını da tetiklemekte. Zenginliğin kriterleri de değişmiş, değerleri de! Post-modern toplumlar için en az enerjiyle en fazla kar sağlamak derlerdi. Bu mu zenginlik bugün?
Şehre, güvercinlerin ve martıların damlara konduğu gibi bir kalabalık konmuş vaziyette. Kötü yazılmış bir kitabı okumuş gibi hayatlarını yaşamakta bu insanlar artık: Genç yaşlı demeden eskiyi bilen ve hatta bilmeyen ayrımı yapmaksızın herkes, bugünkü değerlerin altında ezilmeye başladı; hayat zorluklarını, para kazanma imkanlarını değil belki ama harcadıkları enerjinin karşılığını alamayan zar zor koşullarda yaşayan ailelerin sıkıntılarına dayanarak şehir umut arıyor bir bakıma. İnsanlar gelecekte kendilerine umut ve mutluluk vermesi gereken başka insanları aramakta ve bunları mumla bulmaya çalışmakta. Her şey tuhaf! Keşke başka bir şekilde yaşanabilseydi denilmekte: Yanlış evlilik yapan gençlerin Adorno’nun bir cümlesiyle “yanlış hayatı doğru yaşamaya” çalışma çabaları bugüne ait olan duyguyu vermekte değil mi?
Ali Akay kimdir? Ali Akay Paris'te, 1976-1990 yılları arasında Paris VIII Üniversitesi'nde Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilim okudu. 1990 yılından beri İstanbul'da, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde öğretim üyesidir. Aynı Üniversitenin Resim Bölümü'nde 1992 yılından beri doktora derslerini sürdürmektedir. Yurt dışında Paris, New York ve Berlin'de dersler vermiştir. Türkiye'de ve yurt dışında birçok kurumsal ve kurum dışı sergilerin küratörlüğünü yapmıştır. 1992 yılında Toplumbilim dergisini kurmuş ve 2011 yılına kadar bu dergiyi sürdürmüştür. 2011 yılında, Toplumbilim dergisinin yeni ismiyle şu anda devam etmekte olan Teorik Bakış dergisini kurmuştur. Yurt içinde ve yurt dışında yazıları yayımlanmıştır ve sanat, sosyoloji ve felsefe üzerine birçok kitabı vardır. |
Güney Amerika kıtasından, yani Batı dışından gelen ve François adını kullanan, Asizili Aziz François’nın öğretisini öne çıkaran ilk Papa olmasıyla, Papa Franciscus’u Tanrı kutsayacak ve iyi niyetliliği Kilise’nin tarihinin içinde yer alacaktır
İyiliğin sonunda kazandığına inandık; çünkü insan olmak demek bu değerlere sahip olmak demekti. Olmayanlar ise sonunda kötü adam rolüyle bitirmekteydiler rollerini
ABD bugün bilime savaş açmış durumda gözükmekte. Kilise’nin bilimsel özgürlüklere set çekerek, ilahiyat düşüncesinin kanunlarına uymayacak gelişmeleri engellemesine göz kırpmakta değil mi acaba?
© Tüm hakları saklıdır.