14 Mayıs 2020

Malabar tepesindeki ev

Cinnah, Gandhi ve Nehru, toplumları için şans sayılabilecek, üç büyük ve saygın liderdi. Üçünün de hikayesi 20'nci yüzyıl içinde bitti. Ama, üçünün de yüreğine kor bir ateş düşüren 1947 yılı hâlâ sürüyor...

1947'de 14 Ağustos'u 15 Ağustos'a bağlayan gece yarısı, Hindistan ve Pakistan'ın iki ayrı ülkeye bölünmesinden sadece birkaç hafta sonra, Hint devlet adamı Sri Prakasa, Pakistan Genel Valisi Muhammed Ali Cinnah'tan randevu talebinde bulundu. Prakasa ve Cinnah, Hindistan'ın İngilizlerden bağımsızlığı için geçen 30 yıl boyunca omuz omuza mücadele eden iki dava arkadaşıydılar. Ama bu kez bambaşka konumlardaydılar. Yakın zaman öncesine kadar birleşik Laik Hindistan davasının en büyük savunucu olan Cinnah, Müslümanların ülkesi Pakistan'ın Genel Valisi'ydi. Prakasa ise artık Hindistan'ın ilk Pakistan büyükelçisiydi. 

Sri Prakasa, bir başka ortak arkadaşlarının, Hindistan'ın kurucu başbakanı Jawaharlal Nehru'nun, Bombay'daki bir evin akıbeti hakkındaki özel bir mesajını iletmek üzere Cinnah'tan randevu istemişti. Cinnah, aslen Gujaratlıydı. Karaçi'de doğmuştu. Yetişkin hayatının önemli bir kısmı ise Londra'da geçmişti. Ama kendisini hep, yaşamının en güzel yıllarını geçirdiği Bombaylı olarak görüyordu. 1990'larda ismi Mumbai olarak değiştirilecek Bombay onun gerçek memleketiydi. Hayatının aşkı, ilk karısı Ruttie Jinnah orada medfundu. Tek çocuğu olan kızı Dina Wedia ve torunu hâlâ o şehirde yaşıyordu. Kardeşleri oradaydı. Ve bütün güzel anılarını yaşadığı biricik evi de Bombay'daydı. 

Sri Prakasa'nın ziyaret nedeni de işte, Cinnah'ın, Bombay'ın elit sahili, Malabar Tepesindeki bu eviydi. Hindistan'ın kurucu lideri Nehru, bölünme sonrası, Pakistan'a giden Müslümanlardan kalan sahipsiz mülklerin kamulaştırılması yasasına rağmen, dostunun evine dokunmak istemiyor, Cinnah'ın evine ne yapılmasını istediğini öğrenmek istiyordu. 

Cinnah, duygularını belli etmeyen soğuk, buyurgan üsluplu bir insan olarak biliniyordu. Öyle ki Hindistan Kongresinin bir üyesi, "Cinnah ortama her girdiğinde hepimiz üşümemek için hırka giyiyoruz" esprisi yapacaktı. Prakasa'nın 'eve ne yapılmasını arzu edersiniz?' sorusu üzerine Kaid-i Azam'ın ses tonu farklılaştı ve duygularını gizleyemez oldu. Titrek ve yalvarır bir sesle, "O evi tuğla tuğla kendi ellerimle inşa ettim. Bombay'ı ne kadar sevdiğimi bilemezsiniz. Lütfen Jawaharlal'a söyle kalbimin kırılmasına izin vermesin. Yeniden evime döneceğim günü iple çekiyorum."

Hayatının şehrine ve evine bir daha dönemedi. Bir yıl sonra öldü.

Hindistan'ın yaşayan önemli sosyologlarından Keşmir kökenli T. N. Madan, 2015 yılında kaleme aldığı bir yazısında, bölünmenin en trajik sonuçlarından birinin de, "Hindistan entelektüel kesiminin, Hindistan'ın, yetiştirdiği iki büyük evladını, dünyanın en önemli şair filozoflarından Muhammed İkbal'i ve Hindistan'ın en müessir liderlerinden biri olan Cinnah'ı, tamamen Pakistan'a hediye edip sahiplenmemeleri" olmasından yakınacaktı. 

İkbal zaten Hindistan'da doğup, Hindistan'da hayatını kaybetmişti. Ömrü ülkesinin bölündüğünü görecek kadar uzun olmamıştı. Ama her ne kadar Pakistan'ın kurucu lideri olsa da Cinnah'ın öyküsü de, inişleri çıkışları, romantizmi, nefreti, sevinçleri ve üzüntüleriyle, aslında Hindistan'ın öyküsüydü. Tıpkı, Hindistan Kongresinde dava arkadaşlığı-nefret ilişkisi yaşadığı Mahatma Gandhi'nin kişisel öyküsü gibi. Tıpkı, Müslümanlar ile Hinduların, birbirlerinden basitçe ayrılmaya izin vermeyen tam 1000 yıllık muazzam kompleks ortak tarihleri gibi...

Müslümanların politik bir güç olarak Hint alt kıtasındaki ilk varlığı, Gaznelilerin 1021 yılında Lahor'u ele geçirmesiyle başlayacaktı. Sonraki yüzyılda alt kıtanın güney ucuna kadar ulaşacaktı. Günümüzde, her ne kadar bu ilk akınlar, 'Müslüman akınları' olarak nitelendirilse de, Orta Çağ Sanskrit kayıtları, bu yeni gelenleri, dini kimlikleriyle değil etnik kimlikleriyle, 'Turuşka (Türkler)' şeklinde adlandırıyor. Bu 'dış güçler', çağın Müslüman fetih zihniyetine uygun olarak, Hindu mabetlerini yıktılar, putlarla mücadele adı altında, Hindulara ait ikonları parçaladılar. Ancak yaşamın kaotik gücü, bu tekelci, hükümrancı politikayı yenecekti. Yönetici Türk elitin sonraki kuşakları, Hinduları kabullenmeyi, onlarla beraber yaşamayı öğrendiler. Böylece, tarihin en kayda değer uygarlıklarından biri olan Hint-Türk-Moğol uygarlığı doğacaktı. Türk askerlerin, Sanskritçeyi, Türkçe, Farsça, Arapça ve bazı yerel Hindistan dilleriyle harmanlayarak konuştukları dil olan 'Urdu dili (orduca)', süreç içinde uygarlığın diline dönüştü. Türk-Moğol şahlar, Diwali, Holi gibi Hindu bayramlarını da kutlamaya başladı. Sufi dervişlerin Hindu ikonlarına mabetlerini de ilham kaynağı gören yaklaşımı özellikle kırsal kesimlerde Hindu ve İslam söylencelerinin halk kültüründe karışmasına yol açtı. Hindistan Yüksek Mahkemesi eski üyesi yargıç Markandey Katju, politik kimlik hegemonyası arzusunun yaşamın çoğulcu dinamiklerine yenildiği bu süreci, "Babür Şah, işgalciydi. Ama Ekber Şah, doğma büyüme Hindistanlıydı. Hindistan'ın evladıydı" şeklinde özetliyor. 

Babürlerin en parlak döneminin lideri olan Ekber Şah, Hint alt kıtasının son bin yılda yetiştirdiği en önemli birkaç liderden biri kalmaya devam ediyor. Entelektüel merakı son derece yüksek bu bilge liderin, "sulh-u kul (tanrının bütün kullar arası evrensel barış)" diye isimlendirdiği yönetim anlayışı, modern laikliğin, çok erken çağlarda uygulanmış bir versiyonu kabul ediliyor. Örneğin, Leiden Üniversitesi tarih profesörü Jos Gommans, Ekber Şah'ın, "19'ncu yüzyılda Hollandalı liberallerin de dini etkiden uzak bir devlet anlayışının ilham kaynağı olduğunu" belirtiyor.

Ekber Şah, başka inançların varlığını, inancına tehdit görmeyen, başkalarının değerlerine saygıyı ilke edinmiş bir bakış açısına sahipti. Örneğin bir gün Hürmüz'de Portekizli işgalcilerin bir eşeğin boynuna Kur'an asıp pazarda dolaştırdığı haberi gelince, annesi Banu Begüm, oğluna, bir köpeğin boynuna İncil bağlayıp Agra'da pazara salarak derhal karşılık vermesi önerisinde bulunacaktı. Ekber Şah bu öneriyi, "Eğer Portekizlilerin hareketi yanlış bir hareketse, biz de aynı yanlışı yapmış olacağız. Onlardan hiçbir farkımız olmayacak" diyerek reddedecekti. 

Ekber Şah'ın, Hindu, Sih, Hristiyan, Yahudi, Budist, Zerdüşt dinlerinin temsilcilerini Müslüman temsilciler ile eşit görmesi, gayrimüslimlerden alınan cizye vergisini kaldırması, farklı dinlerden olanların evlenmesini serbest bırakması, Hindulara mevcut tapınaklarını tamir veya yeni tapınak inşa izni vermesi, üst yönetici makamlarına Hinduları da ataması, Hinduların inançlarınca kutsal gördükleri yerleri ziyaretinde alınan vergiyi kaldırması, Hindulara saygı amacıyla ülkesinde inek kesimini yasaklaması, hepsinden önemlisi de devlet gücünü din dayatan bir otorite olmaktan çıkaran 'ilahi tevhid' politikası, bazı İslami kesimlerde hakkında yüzyıllarca sürecek 'dinden çıktı' propagandasının doğmasına yol açacaktı. Sonraki yüzyıllarda 'Din-i İlahi' diye adlandırılacak 'ilah-i tevhid', 'ayrı bir din kurdu' iddiasına mesnet yapılacaktı. Oysa, onun, farklı inançların temsilcilerinin katıldığı entelektüel sohbetlerinde 'ilahi tevhid' dediği konsept, Pakistanlı tarihçi Mübarek Ali'nin de dikkat çektiği gibi, "ortaya karışık yeni bir din veya teolojik yorum değil, Hindistan'ın çoğulcu yapısını, farklı inançlardan Hindistanlıları bir arada barış içinde yaşamaya teşvik eden politik bir sistemdi". Hinduların da yüzyıllarca büyük saygı göstereceği ve Hindistanlı olmasıyla gurur duyacağı bir Müslüman lider oldu. Son 10 yılda Hindistan'da yükselen ve Modi ile iktidara gelen, laiklik karşıtı ve tek dinli bir Hindistan savunan bağnaz Hinduluğun, Ekber Şah'ı, 'katil, ayyaş, zalim bir Hindu düşmanı' gibi lanse etmeye çalışması tesadüf değil. Pakistan'ın İslami bağnaz kesimleri ile Hindistan'ın Hindu bağnaz kesimlerinin son yıllarda tek ittifak ettiği konunun Ekber Şah karşıtlığı olmasının tesadüf olmaması gibi…

18'nci yüzyılda Şah Cihan'ın büyük oğlu tahtın veliahtı Dara Şükuh, Hindistan'ı, "iki okyanusun", yani Hinduizm ve İslam'ın buluşma yeri gösteren kitabı ile 'Sulh-u Kul' felsefesinin son büyük takipçisi oldu. Ama tahta geçemeden onu devirip öldüren kardeşi Alemgir Şah (Evrengzib), ülkede şeriat kurallarını hâkim kıldı. Farklı inançların birçok adeti, kitlesel kutlaması yasaklandı. Yönetici tabakadaki bütün Hindular görevlerinden alındı. Alemgir Şah'ın bugün bile Hindularca tarihin en sevilmeyen lideri olmasının temel nedeni bu.

Bununla beraber, Türk Moğol imparatorluğunun tarih sahnesine veda ettiği 1800'lerin ortalarında bile, Hindistan'da kimse kendisini öncelikli olarak 'dini kimliği' ile nitelendirmiyordu. Bengalli bir Sünni Müslüman, dil, kültür, deniz ürünleri mutfağına düşkünlük, kıyafet, fiziksel görünüm olarak, Karaçili bir Şii'den veya Peştun bir Sünniden çok daha fazla, Bengalli Hindu komşusuyla özdeşti. Britanya hâkimiyeti döneminde, 'kimlik politikaları' yükselmeye başladı ve komşusunu, sırf kimliğinden dolayı 'öteki' veya 'potansiyel tehdit' olarak görenlerin sayısı arttı. İşte Gandhi ve Cinnah, bir yandan kimlik siyasetinin doğurduğu sorunların büyüdüğü, bir yandan da 'yeni Hindistan birliği' arayışlarının yükseldiği o çağda doğup büyüyecektiler. 

Kaderin bir cilvesi ikisi de, Gujarat'ın Saurashtra yarımadasındandı. İkisinin de ana dili Gujarati'ydi. İki hemşehri rakip, aşağı yukarı aynı yıllarda iki ayrı Hristiyan kolejinden mezun oldular. Aşağı yukarı aynı yıllarda Londra'da hukuk eğitimi aldılar.

Gandhi'nin babası Bania kastından geliyordu. Hayatında en derinden etkilendiği insan olan annesi ise, Vaişya kastının Pranami kolundandı. Pranami'ler, Veda'ların ve diğer Hindu metinlerinin yanı sıra İncil ve Kur'an'ı da kutsal metinler olarak görüyorlar. Gandhi'nin kendisini, manevi olarak, Müslüman, Hristiyan ve Yahudilerin yanında da Hinduların yanındaki kadar rahat hissetmesinin temel nedeniydi annesi.

Cinnah da Hindu kültürüne yabancı bir insan değildi. Sadece bir kuşak önce İslama'a geçmiş Gujaratlı Hindu bir aileden geliyordu. Cinnah'ın mensubu olduğu Thakkar sülalesinin asıl kökü ise Keşmir. Ailenin soy babası Kashiraj Thakar, 11'nci yüzyılda Hinduizmi yaymak için Gujarata gönderilen bir Brahman din adamıydı. Lohana-Thakkar kastı, Müslümanlarla içiçe yaşayan diğer birçok Hindu kastı gibi Hindu ve İslam adetlerinin, elementlerinin çokça karıştığı bir yaşama sahip hale gelecekti. Çocuklarına iki kültürden de isim seçiyorlardı.  

Cinnah'ın dedesi Premji Bhai Thakkar'ın balıkçılık yapmaya karar vermesi, çok katı şekilde vejetaryen olan mahalli Hindu otoritesi ile arasını açacaktı. O da kastın dini otoritesine tepki olarak, üç oğlu ile beraber İslam'a geçecekti. Ancak, ne Sünniliği ne de Şiiliğin ana akımını (12 İmam) değil, Şiiliğin, yaşadıkları bölgede tarihsel bir geçmişi olan İsmailiye alt kolunu tercih edeceklerdi. Bununla beraber dede Premji, özel hayatında ailenin tanrısı olan ve Krişna'nın reenkarnasyonu olduğunan inanılan Şirantci'ye ibadet etmeye de devam edecekti. 

Dede Premji, en büyüğü Poonja olan (ki zayıf fiziği nedeniyle 'sıska' anlamında Jhinia lakabıyla adlandırılacak bu da sonradan ailenin soyadına dönüşecekti) üç oğluna, Hindu kastında evlenecek kız bulmakta çok zorlandı. Poonja, tıpkı kendisi gibi, babası Hinduizmden İslam'a geçmiş Mithibai ile evlendi. Çiftin doğan ilk çocuğuna, Müslüman olduğu belli olmaması için 'Muhammed' yerine 'Mamad' adı verdiler. Müslüman oldukları açığa çıkıp da sosyal baskı altında bunalınca, memleketlerinden taşınmaya karar verecektiler. 

Aile, Süveyş Kanalı açıldıktan sonra bu kanala, Bombay'dan 200 deniz mili daha yakın olmanın avantajıyla hızla büyümeye başlamış liman kenti Karaçi'yi seçecekti. Karaçi'ye taşındıklarında iki yaşında olan Cinnah, 16 yaşında olduğu 1893 yılında Londra'ya giderken adını, 'Mamad' olarak değil Muhammed Ali Cinnah olarak yeniden yazdıracaktı. Annesinin, 'bir İngiliz kızla evlenmesin' diye, onu apar topar 14 yaşındaki kuzeni Emibai ile evlendirdiği yıldı bu. Cinnah'ın Londra'ya gitmesinden birkaç ay sonra Emibai yaşamını yitirecekti. Bu erken kaybın travmasıyla Cinnah 40 yaşına kadar bir daha evlenmeyecekti. 

Karaçi'ye taşındıktan sonra aile, ana akım Şiiliğe geçmiş ve kentin eşrafına dahil olmuştu. Pakistanlı otoritelere göre ise Cinnah yaşamının son yıllarında Sünniliğe geçmişti. Bunu teyid etmek oldukça zor çünkü Cinnah'ın bunu anlamaya imkan verecek dindar bir yaşamı hiç olmadı. Üstüne, doğal olarak, bazı Hindu gelenekleri bile kişiliğinde yaşatmayı sürdürdü. Örneğin, ölürken bile, vasiyetinde Hindistan'da kalan mirasını Hindu hukukuna göre bölüştürmüştü. Belki de bu yüzden Gujaratlı gazeteci R. K. Misra, Cinnah'ı anlatırken, 'tıpkı hayatının projesi Pakistan gibi, yarı keklik yarı bıldırcındı. Çekirdeğinden parça parça olmuş bir kişiliği vardı' diye yazacaktı.

Gandhi, Gujarat Hindularının Bania kastındandı. Cinnah ise dedesi İslam'a geçmesine rağmen, Lohana-Thakkar kastının bütün kültürel özelliklerini tevarüs etmişti. Bu iki alt-kast birbirinin rakibi ve hasmı olagelmişti. Gandhi ve Jinnah'ın kişisel ilişkisinde de ölümlerine kadar devam edecek karşılıklı antipatide de bu kast rekabetinin rolü günümüzde bile hâlâ tartışılıyor. Antipatileri, ömürlerinin son 5 yılında açık nefrete dönüşecekti. Pakistan kurulduktan birkaç hafta sonra, Gandhi'nin Pakistan'ı ziyaret etmek istediği iletildiğinde örneğin bu bir kez daha ortaya çıkacaktı. Pakistan kabine toplantısında bakanlar, Gandhi'nin ziyaretinin iki yeni ülke arasındaki tansiyonu düşürmek gibi yararlı sonuçları olabileceği fikrini dile getirince Cinnah sert tepki gösterecekti; "Gandhi'yi Pakistan'da görmektense, benim Karaçi sahilinden denize atılmamı görmeyi tercih ederim". 

Virendra Pandit, 2017'de yayınlanan 'Gavurun Dönüşü' adlı kitabında, pek de dindar biri olmayan Cinnah'ın Pakistan'ı kurulmasına ikna olmasındaki derin motivasyonunun, Müslümanların durumuna bir katkı yapmaktan daha çok rakip kasttan olan Gandhi ile eşit olma arzusuyla ilgili olduğunu savunuyor. Ona göre de, Hinduluk ve Müslümanlıktan çok Hindistan kast sistemini anlamak, iki ayrı ülkeye bölünmenin gizemini çözmeye daha fazla yardım ederdi. 

İki liderin kişisel yaşam öykülerinin de, tıpkı Hindistan gibi basit genellemelerle izah edilememesinin nedenlerinden sadece biriydi bu. 

Cinnah, 40 yaşındayken 18 yaşındaki bir Zerdüşt kıza, Rattainbai'ye (Ruttie) aşık olup evlenecekti. Kızlarının bir Müslüman ile evlenmesine razı olmayan aileden kimse düğünlerine katılmayacaktı. Cinnah, sadece 11 yıl sonra, kanserden ölecek gencecik karısını toprağa verirken de... Duygularını belli etmekten hep kaçınan Cinnah'ın hayatı boyunca başkalarının önünde sadece iki kez ağladığı görüldü. İlki karısı Ruttie'nin 1929'daki cenazesiydi. İkincisi, 1947 Ağustosunda, Pakistan ve Hindistan bölünmeden sadece birkaç gün önce, Bombay'dan ayrılırken vedalaşmak için Ruttie'nin mezarını ziyaret ettiğinde...

Cinnah'ın tek çocuğu, kızı Dina, kaderin bir başka cilvesi olarak, 1919 yılında, 14 Ağustos'u 15 Ağustos'a bağlayan gece yarısı doğacaktı. Annesi ölünce, halası Fatma onu büyütecekti. Dina, 1938 yılında Zerdüşti kökten gelen Hristiyan bir Hindistanlı Neville Wadia ile evlenmek istediğinde, babası ile ilişkileri oldukça bozulacaktı. Cinnah kızına, "Hindistan'da milyonlarca Müslüman genç var ve sen bir gayrimüslim koca seçiyorsun" diye bağırınca, kızı da, "Babacığım, milyonlarca Müslüman kadın vardı. Sen neden onlardan biri yerine bir gayrimüslim kadın ile evlendin?" karşılığı verecekti. Cinnah, 'bu evlilik olursa artık kızım değilsin' resti çekecekti. Ama sonuçta kız babasıydı. Düğün günü şoförü Abdulhay ile bir buket tebrik çiçeği göndermekten de kendini alamayacaktı. 

Dina'yı evlatlıktan reddetmedi ama aralarında birkaç yıl oldukça resmi bir ilişki oluştu. Kızına ismiyle değil, 'bayan Wadia' diye hitap etmeye başladı. Wadia çiftinin evliliği sadece 5 yıl sonra boşanmayla sonuçlandı. Baba kız, son kez 1946 yılında Bombay'da yüz yüze görüştüler. İki yaşındaki torunu Nusli, dedesinin kafasından şapkasını çekince, Cinnah herkesi şaşırtan bir sıcak kanlıkla, şapkasını torununa hediye edecekti. Cinnah, 1947'de Pakistan'ı kurup yeniden Karaçi'ye taşındığında kızı ve torunu Hindistan'da kalacaktılar. Dina Wadia, öldüğü 2017 yılına kadar sadece iki kez Pakistan'ı ziyaret edecekti. İlki babasının 1948'deki cenazesine katılmak için, diğeri 2004 yılında Hindistan – Pakistan kriket milli takımlarının dostluk maçını seyretmek üzere… Günümüzde 76 yaşına ulaşmış olan torunu Wadia ise, Hindistan'ın en köklü şirketlerinden biri olan 7 milyar dolarlık değere sahip Wedia Grubun patronluğunu yapmayı sürdürüyor.  

İronik şekilde Gandhi'nin de çocuklarıyla ilişkileri oldukça sorunluydu. Kendisinden bir yaş büyük olan ve ölünceye kadar hayat arkadaşı olarak kalacak Kasturba ile daha 13 yaşındayken evlendirilmişti. Dört oğlundan hiçbiri onun politik mirasçısı olmadı. Alex Von Tunzelmann'ın 'Hint Yazı' kitabında aktardığına göre, oğullarından Manilal, 1926'da Fatima adlı bir Müslüman kıza aşık olduğunda, Gandhi'nin tepkisi de sert olacaktı. "Arzuların, inançlarımıza aykırı" diye yazacaktı oğluna ve ekleyecekti, "Yapmak istediğin bir kına iki kılıç sokmaya çalışmak gibi. Senin evliliğin Hindu-Müslüman ilişkilerine çok büyük sarsıntı yaşatır". Manilal, Fatima ile evlenmekten vazgeçecekti. En küçük oğlu Devadas, üst kasttan bir kıza aşık olduğunda da aynı tepkiyi verecekti. Gandhi'ye göre kastlar arası evlilik de doğru değildi. Tek bir şart ileri sürdü: Devadas ve aşkı Lakshmi, 5 yıl bekleyeceklerdi. Eğer duyguları değişmezse o zaman evlenmelerine razı olacaktı. Ancak genç çift, bu şartı kabul etmeyip beklemeden evleneceklerdi. En büyük oğlu Harilal ise, alkole verdi kendini. Gandhi öldürüldükten sonra, ailenin diğer birçok ferdi gibi gözlerden tamamen uzak yaşamaya başlayan Harilal'ın ölmeden önce İslam'a geçtiği iddia ediliyor.

Gandhi ile oğulları, karısı Kasturba'nın 1944'te zatürre olmasıyla bir kez daha karşı karşıya geleceklerdi. Mikrop teorisine ve ilaçlara inanmayan Gandhi, karısını "kaderin ve tanrının rızasının kollarına" bırakacaktı. Gizlice getirdiği bir penisilin iğnesini annesine yapmaya çalışırken engellediği oğlu Devasa'a, "Tanrıya neden güvenmiyorsun?" diye çıkışacaktı. Büyük oğlu Harilal sarhoş olduğu için annesinin yanına yaklaştırılmayacaktı. Kasturba'nın öldüğü akşam Gandhi, hapis tutulduğu hücrede yanına gelen öğrencisi Sushila Nayyar'a, "Tanrı beni nasıl bir imtihana tabi tutuyor böyle…" diye yakınacaktı. Sadece çok yakın talebeleri onun insani yaşamını görme ayrıcalığına sahipti. Talebesi Miraben, onu tanıdığından beri ilk kez, Kasturba'nın naaşının yakıldığı gün, Gandhi'yi hücresinde hıçkıra hıçkıra ağlarken görmüştü. 

Gandhi'nin oğulları ve torunlarından hiçbiri politikaya bulaşmasa da, gözlerden uzak sosyal aktivizm ve eğitim çalışmalarına devam ettiler. Bununla beraber, Gandhi'nin halen yaşayan 11 torunu ve torun çocuğu da 'Gandhi' adının ağırlığının altında ezilmeye devam ediyor. Delhi'de kitap dolu mütevazı evinde yaşamaya devam eden Ramu Gandhi, "Her adımımız Hindistan'ın merceği altında. İyi bir şey yaparsan, halk, zaten Gandhi'lerden de bu beklenir diye çok önemsemiyor. Hata yaptığında, 'bu soyadıyla buna nasıl cüret edersin?' tepkisi hemen yükseliyor.

'Gandhi' ailesi omanın 'kazanılmış bir nitelik' gibi görülmesinden de yakınıyor Ramu: "Soyadınızı duyan hemen size büyük ilgi göstermeye başlıyor. Mahatma Gandhi'nin yaşayan reklam panosu olmak istemiyorum".  

'Aşiretçi düşünce'nin Hindistan'ı bugünkü sorunlu noktaya getiren şey olduğunu ifade ediyor Ramu, bir güçlü liderin çocuklarının da lider olması beklentisini eleştirirken... Sigara paketlerine, 'sağlığa zararlıdır' yazmanın zorunlu olması gibi anayasaya, 'politik hanedanlık ülke sağlığına zararlıdır' yazılması gerektiğine inanıyor. 

Gandhi'nin ailesinin politik alandaki tek görünürlükleri ise iki torunu Rajmohan ve Ramu Gandhi'nin, 2 Ekim 1975 günü, Olağanüstü Hal karşıtı protestoya katılıp burada kısa süreli tutuklanmaları olacaktı. Baskıcı politikalarını protesto ettikleri kişi, ise Hindistan'ın bir diğer büyük ismi, Jawaharlal Nehru'nun kızı Indira Gandhi'ydi. Kurucu liderin kızı, Sandığın ve yargının onun keyfine göre hareket etmemesini hazmedemeyip, 1975 yılında, olağanüstü hal ilan edip, muhaliflerini tutuklamaya başlamıştı.

Oysa Nehru, daha 10 yaşında olduğu 1928'de, gelecekte okuması için kızına yazdığı mektupların birinde, cumhuriyetçiliği överken 'hanedanlık' kültüründen şöyle yakınmıştı: 

"Yönetici makamı mirasla çocuklarına kalır hale gelince, yönetici evlat ile babası arasında küçük bir fark olur. Bir hükümranlığın içine doğup büyüdüğü için evlat bütün ülkeyi kendine ait sanmaya başlar. Hükümdarlaşan lider, halka yapılacak hizmetleri organize etmek için seçildiğini unutur. Kendisini efendi, herkesi hizmetkarı gibi görür. Bugün Hindistan'da hâlâ çok sayıda raja, navab, maharajlar, üstlerinde pahalı gösterişli kıyafetler, arkalarında görkemli araba konvoyları ile şehirlerde dolaşıyor. Nereden geliyor bu paralar? Halkın, okul, hastane, kütüphane, müze, yol yapılsın diye verdiği vergiler bunlar. Ancak bunlar, Fransa kralları gibi ortalıkta, 'devlet benim' diye dolaşıyorlar. Halkın parasını kendi namlarına harcıyorlar. Kendileri lüks içinde yaşarken halk açlıktan kırılıyor."

Kaderin bir başka ironisi, Hindistan demokrasisinin, tek kesintisi olan 2 yıllık olağanüstü hal dönemini de, Nehru'nun 'ben Hindistan'ım' kafasına ulaşmış kızı gerçekleştirecekti. Indira Gandhi'nin egosu o kadar üst düzeye ulaşmıştı ki, soyadından dolayı yanlışlıkla, Mahatma Ganhdi'nin kızı diye takdim edildiğinde bunu asla düzeltmiyordu. Bugün bile hem Hindistan'da hem dünyada çok sayıda insanın onu Gandhi'nin kızı sanmasının nedeni bu. Oysa ki soyadını gazeteci kocası Firuz Gandhi'den almıştı.  

Jawaharlal Nehru, Keşmirli bir Brahman ailenin çocuğuydu. Keşmiri Brahmanların genel ismi olan 'Pandit' sonradan Nehru'nun ilk adı gibi kullanılacaktı. Nehru, Keşmir'in gerçek ruhunu, Hint politikasına taşıyan isim olacaktı. 

Hindistan ve Pakistan'ın ilk ve hâlâ en büyük savaş sebebi olan Keşmir, ironik olarak Hindistan ve Pakistan'ın birbirinden tamamen ayrılamamasının da en büyük nedeni olmaya devam ediyor. 

Himalayaların eteğindeki 'cennet', bütün Hint alt kıtasını cennete dönüştürecek potansiyeli de, cehenneme dönüştürecek potansiyeli de içinde taşıyor. Bu yüzden de Keşmir'in kaderi, Hindistan'ın da kaderi olacak aynı zamanda… 

Doğal güzelliği nedeniyle erken çağlardan itibaren Hindular ve Budistlerin mekanı olan Keşmir'e, 9'ncu yüzyıldan itibaren Türkler ve sonrasında İrani ve Arap kökenli Müslümanlar da yerleşmeye başladı. birkaç yüzyıl sonra Sihler için de bir menzile dönüşecekti. Doğal güzellik ve çeşitliliğine yakışır bir insani çoğulculuğa kavuşacaktı. 

Fransız doktor François Bernier, 1665 yılında, Himalayalar ile Pir Panjal Dağları arasında uzanan Keşmir Vadisine ilk ulaştığında gördükleri karşısında büyük şok yaşayacaktı:

"Doğrusunu söylemek gerekirse, hayalimin bekleyebileceği her türlü güzelliğin ötesinde bir güzellik. Moğolların neden Keşmir'e 'dünyadaki cennet' dediklerini şimdi anlıyorum".

Gezgin ve kaşiflerin anlatıları nedeniyle, Keşmir, Batı dünyasının hayal dünyasında romantizmin, cennetin sembolüne dönüştü. Hayatında Keşmir'e adım atmamış birçok Batılı şair Keşmir üzerine sayısız şiir yazdı.   

Ekber Şah'dan 100 yıl önce yaşayan Keşmir sultanı Zeynel Abidin döneminde, Hindulara cizye kaldırılacaktı. Zeynel Abidin, babası döneminde zorla Müslümanlaştırılan Hindulara inançlarına geri dönme, tapınak inşa etme izni verecek, inek kesimini de yasaklayacaktı. Bunlar, ve olağanüstü inanç çoğulculuğu, bugün 'Keşmiriyat' diye adlandırılan yaşam tarzının da doğuşuna neden olacaktı. Bu laik kamusal alan yaklaşımı nedeniyle, Keşmirli Panditler de, alt kıtadaki diğer birçok Hindu ekolünden daha fazla olarak Müslümanlıkla iç içe bir kültüre sahip olageldiler.  

Nehru, 17 yaşındayken, tıpkı kendisi gibi Keşmirli Pandit bir ailenin 16 yaşındaki kızı Kamala ile evlenecekti. Kamala, birçok Keşmiri Pandit ailesi çocuğu gibi çocukluğunda hem pandit (Brahman) hem de mevlana (Müslüman alim) öğretmenlerin eğitiminden geçmişti. Bir yıl sonra 1917'de tek çocukları, kızı Indira dünyaya gelecekti. Kamala, 36 yaşındayken 1936'da veremden yaşamını yitirdi. Nehru'yu aylarca bunalıma sokacak bir kayıptı bu... 

Keşmiriyat kültürünün ve aldığı eğitimin etkisiyle Nehru, 'Hindu Hindistan' fikrine hep katı şekilde karşı çıkacak ve laik bir cumhuriyet kurma yanlısı olacaktı. Müslümanların bir kısmının Pakistan'ı kurup ayrılmasına rağmen bu düşünceden vazgeçmeyecekti. "Doğmatik düşüncelere sahip bir devletin asla barış, uygarlık ve refah getirmeyeceğini" söyleyecekti. Hindistan Cumhuriyetinin laik bir ülke olmasının bir numaralı nedeni oydu. Hindistan'ın bu tercihi nedeniyle, 1947 Austos'undaki bölünmeden sonraki aylarda Pakistan'a sadece Müslümanlar göç ederken, Hindistan'a göç edenler arasında Hindu ve Sihlerin yanı sıra Müslümanlar da vardı.

Nehru, çağının Ekber Şahı olmaya, Gandhi'den de Cinnah'tan da daha yakın oldu. 

Bölünme sırasında, Müslümanların çoğunluğunun (40 milyonu aşkın) Hindistan içinde kalmaya devam etmesi, "Müslümanlar kendi devletlerini kurmazsa Hint Müslümanlığı yok olacak" iddiasının da yaşayan tekzibi oldular. Hindistan'da bugün yaklaşık 200 milyon Müslüman yaşıyor ki dünyadaki en büyük azınlık bu. Ayrılıktan beri Hindistan'da Hindular ve Müslümanlar arasındaki şiddet olaylarında ve nefret kıyımlarında ölen insan sayısı 10 bin civarında. Bu tabii ki korkunç bir rakam ama sözde Müslümanlar ve Hinduları düşmanlıktan koruma amaçlı iki ayrı devlet teorisinin yaşama geçirildiği aylarda 2 milyon insanın öldürüldüğü göz önüne alındığında farklı bir anlam ifade ediyor. İki ülkenin 1971 savaşında 1 milyon sivil daha yaşamını yitirecekti. İki ülkenin 4 savaşında 30 bin asker öldürüldü. İki ülke de artık nükleer silah sahibi ve dünyada bir savaşta nükleer silah patlama riski en yüksek coğrafya konumuna getirdiler kıtalarını. Ve, yoksul milyonlarının eğitimine, sağlığına, refahına harcayabilecekleri yüz milyarlarca doları, birbirlerine karşı silahlanmaya harcamayı sürdürüyorlar. 

Hindistan eğer ikiye (sonradan 1972'de Doğu Pakistan'ın Bangladeş'e dönüşmesiyle üçe) bölünmeseydi bugün, 'Birleşik Hindistan Cumhuriyeti', 1 milyar Hindu ve 600 milyon Müslüman ile dünyanın en kalabalık ülkesi olacaktı. Bölünme olmasaydı, Müslüman nüfusu Hindistan'ın bugünkü gibi yüzde 15'ini değil yüzde 35'ini oluşturacaktı. Böylesi bir Hindistan, ilk gününden beri uyguladığı laik demokrasiyi yine sürdürebilse, Narendra Modi gibi bağnaz, dinci, dikta heveslisi bir Hindu, asla başbakan olamazdı. Ziya gibi, bağnaz bir dikta heveslisi asla darbe yapamazdı. 

Her ne kadar hâlâ savunucuları olsa da, elbetteki Pakistan ve Hindistan'ın birleşip yeniden tek ülke haline gelmesi en azından bugünkü şartlarda gerçekleşmesi imkansıza yakın bir hayal. Ama, Pakistan ve Hindistan'ın birbirlerinden tamamen kopup, kendi yollarına gitmelerinin gerçekleşmesi de aynı derecede imkansız görünüyor. İki ülkenin tarihi, geleceğe yeni bir yol bulmaya fırsat verecek birçok deneyim barındırıyor. Muhammed İkbal'in bir şiirinde dediği gibi; 

"Gel, gülleri serip, kadehlerimizi dolduralım

Göğü yarıp, cennete giden bir yeni yol bulalım".

1948, Gandhi ve Cinnah için yolun sonu oldu. İkisi de, hayatlarının gayesini, yani İngiliz hâkimiyetinin sona erişini görebildi. Cinnah, 1943'te İslamcı Haksar hareketinin bir militanının suikastinden son anda sağ kurtulmuştu. Gandhi ise, 1948 yılında, Hindu dincisi bir militanın saldırısı karşısında o kadar şanslı olamadı. Gandhi'nin, Hindistan hükümetinin, ayrılık anlaşması gereği Pakistan'a ödemesi gereken bütçe payını, yeni başlayan 'Keşmir çatışmalarını' bahane ederek hâlâ ödememesini, 'gayriahlaki bir tutum' deyip eleştirmesi, Hindu milliyetçilerini çok öfkelendirmişti. Gandhi'nin öldürülmesinden sadece 9 ay sonra Cinnah da Karaçi'de hayata gözlerini yumdu. Son nefesini verdiği gün onu hastaneye götürmeye çalışan ambulans, bölünme sonrası Hindistan'dan gelen ve sefalet içinde yaşayan Müslüman mültecilerin olduğu kampın önünde arızalanacak ve bir saat yeni bir ambulansın gelmesi beklenecekti. Kaderin bir başka cilvesiydi belki…

İçerde laik sosyal hukuk devleti etrafında birlik, dış politikada tarafsızlıkla Hindistan'ı geleceğe umutla bakan bir ülkeye dönüştürmeyi başaran Nehru ise, 10 yıl sonra, iktidarda gereğinden uzun kalan her liderin kaçınılmaz akıbetini, çürümeyi yaşamaya başlayacaktı. Tarihçi Ramachandra Guha, "Nehru eğer 1958'de emekliye ayrılsaydı, sadece Hindistan'ın değil modern tarihin de en büyük devlet adamlarından biri olarak anılacaktı" diye yazıyor. Nehru, 1958'den sonra uygulamaya çalıştığı ekonomi politikaları ile kendisini tartışmalı bir lidere dönüştürdü. Kızının 1959'da Kongre Partisinin genel başkanı olmasına engel olmaması ise tarihi imajına nepotizm gölgesi de düşürecekti.

Bu defolarına rağmen Nehru'nun hikayesi de 1964 yılında sona erdiğinde, büyük çoğunluk tarafından Hindistan ve dünya için çok büyük kayıp olarak görülecekti. Hindistan Parlamentosu bu büyük kaybı, Nehru'nun 1948'de Gandhi'nin ölümünü dünyaya duyurduğu cümle ile duyuracaktı: "Hayatımızın ışığı söndü". 

Cinnah, Gandhi ve Nehru, toplumları için şans sayılabilecek, üç büyük ve saygın liderdi. Tarihi Hindistan'ın bütün gücünün, bütün zaaflarının yaşayan örnekleri oldular. Üçünün de hikayesi 20'nci yüzyıl içinde bitti. Ama, üçünün de yüreğine kor bir ateş düşüren 1947 yılı hâlâ sürüyor. 

1947 yazının başladığı o trajik günlerde efsane yazar Saadat Hasan Manto, "asıl trajedi, bir yerine artık iki ülke olacak olması değil" diye yazacaktı, "Asıl trajedi, her iki ülkenin insanlarının da artık, bağnazlığın, hayvani içgüdülerinin ve barbarlığın kölesi haline gelecek olmalarıydı". Solcu bir marjinal olan Manto'nun ne demek istediğine, o günlerde ne Hindistan ne de Pakistan kulak verdi.

21'nci yüzyılın ilk çeyreği dolarken, hem Hindistan hem de Pakistan, fanatik bağnazlığın birbirlerine düşmanlığı, birbirlerine düşmanlığın fanatik bağnazlığı beslediği tehlikeli bir kısır döngüde, ikisini de yutabilecek uçuruma doğru sürükleniyorlar. Nehru'nun Hindistan'ında artık, ülkenin 200 milyon Müslümanına, "Babur ki santan, jao Pakistan ya qabristan! (Babür'ün torunları, ya Pakistana ya kabristana!)" diye bağıran bağnaz azgınlar muktedir. Nefretin ve karanlığın haykırışları, aklın, vicdanın, uygarlığın ılımlı sesini duyulmaz hale getiriyor.

Kendisi de sonradan İslam'a geçmiş Keşmiri Pandit kökenli bir ailenin çocuğu olan Allame Muhammed İkbal, 1930 Allahabad konuşmasından dolayı, yaygın bir yanlış kabulle, 'Pakistan'ın fikir babası' olarak nitelendiriliyor. Ama, ülkesinin ve zamanının bütün umut ve korkularını yansıttığı o tarihi konuşmasında, Hindistan'ın ve Asya'nın içine girdiği karanlık kuyudan çıkış yolunun farkında olduğunu da gösterecekti: 

"Hindistan milletinin birliğinin yolu, pazarlıklarla değil, çoğulculuğun harmonisi ve işbirliği ile araştırılmalı. Hakiki bir devlet adamı, kendisini ne kadar rahatsız ederse etsin gerçekleri göz ardı etmez. Tek uygulanabilir yol, gerçek dünyada karşılığı olmayan şeyleri var saymaktan değil, var olan gerçekleri olduğu gibi kabullenip bunu bir avantaja dönüştürmektir. Ve sadece Hindistan'ın değil Asya'nın kaderi de Hindistan'ın birliğinin yolunu bu şekilde keşfetmesine bağlıdır. Hindistan minyatür bir Asya'dır. İnsanlarının bir kısmı Doğu Asya milletlerinin, bir kısmı Orta Asya milletlerinin bir kısmı da Batı Asya(Ortadoğu) milletlerinin kültürel özelliklerine sahiptir. Eğer böylesi bir Hindistan'da, işbirliği ve barış zemininin müessir bir ilkesi keşfedilebilirse, bu, coğrafya insanının yetersizliklerinden çok, tarihsel sürecin yarattığı durumlar nedeniyle uzun zamandır ıstırap çeken bu kadim ülkeye barışı ve karşılıklı iyi niyeti getirecektir. Ve böylesi bir ilkesel birliktelik, aynı zamanda, bütün Asya'nın politik problemlerine de bir çözüm örneği olacak."

Cinnah, ölmeden önce, Hindistan-Pakistan ayrılığından pişman olmuş muydu? 

Doktoruna göre 'evet'. "Hayatımın en büyük hatası" itirafında bulunmuştu. Tunzelmann'ın 'Hint Yazı' kitabına göre de, ölmeden birkaç ay önce, halefi Liyakat Han'a, "Mümkün olsa şimdi Delhi'ye gider, Jawaharlal'a, yaptığımız bütün aptallıkları unutalım ve yeniden arkadaş olalım, derdim" diye konuşacaktı. Bu cümleyi gerçekten sarf ettiği konusunda bir kesinlik yok. Ama onu tanıyan herkes, bu cümleyi kurabilecek bir dünya ve Hindistan görüşüne sahip olduğunu da biliyor. 

En çok da Nehru biliyordu. Dostunun ricasını kırmayacak ve eve dokunmayacaktı.

Muhammed Ali Cinnah'ın portresi bugün bile Bombay Yüksek Mahkemesinde ve Gandhi'nin müzeye çevrilen evi Sabarmati Ashram'da asılı kalmaya devam ediyor. Malabar Tepesindeki ev ise 73 yıl sonra hâlâ Hindistan Hükümetinin korumasında boş tutuluyor. Sahibinin 'evine' geri döneceği günü bekler gibi...

Yazarın Diğer Yazıları

İki Amerika'nın siyasi savaşının tarihine bir yolculuk (4)

Seçimde kimin kazanacağı ve kimin Amerika’sının egemen olacağı belirsiz. Kesin olan ise İki Amerika’nın siyasi savaşının bitmekten hala uzak olduğu… 

İki Amerika’nın siyasi savaşının tarihine yolculuk (3): Demokratik Parti ve Cumhuriyetçi Parti nasıl kuruldu?

“Onlara, daha önceki politik isimleri ve organizasyonları unutmalarını ve sana Lovejoy’s Hotel’de önerdiğim ismin altında birleşmelerini telkin et. ‘Cumhuriyetçi’ ismi altında…”

İki Amerika'nın siyasi savaşının tarihine bir yolculuk (2): “Demir demiri biler, insan da insanı”

Güneyli Thomas Jefferson ve kuzeyli John Adams’a “Amerikan devriminin kuzey ve güney kutbu” yakıştırması yapılacaktı. Birçok tarihçiye göre ABD’yi bu iki kutbun oluşturduğu denge bir arada tuttu

"
"