Dile kolay, tam 417 gün! Sokağa çıkma yasağı kısmen kaldırılmıştı.
Duyar duymaz çadırdan dışarı fırladı.
Bir anda, etrafta heyecanla toplanan çadır kalabalığının arasında buldu kendini.
Aylardır uzak kaldıkları şehirlerine bir an önce yetişme, mahallesinden, evinden, eşyasından bir haber alma telaşıydı bu.
Üzerine atladığı pikap, şehrin girişine kilometrelerce kala kolluk kuvvetlerince durduruldu.
Yüreği yerinden fırlayacakmış gibiydi.
Uzaktan, üzerine kümelenen siyahi bulutların altında hiç olmadığı kadar gri gözüküyordu Gazze.
Asfalt yolu tüketip şehre vardıklarında, yol birden toprağa dönüşmüştü.
Araçtan inmek zorunda kaldılar.
Üzerinde yürüdükleri inişli çıkışlı toprak yığınının, bir zamanlar Gazze’nin ana caddesi olduğuna inanmakta zorluk çektiler.
Kalabalık bir anda dağılmış, herkes kendi mahallesinin yolunu tutmuştu bile.
İlk saptığı yoldan bir süre sonra geri döndü, önü kapalıydı!
Sonra, iş makineleriyle açılmış başka bir toprak yola girdi. Biraz ilerledi, sağa sola hamle yaptı, çevresini tanımaya çalıştı. Kafası karışmıştı. Bastığı toprak altında dalgalandı, başı döner gibi oldu. Yönünü çıkaramadı, tekrar gerisin geri yürümeye başladı.
Birçok denemeden sonra uzakta, taş ve toprak griliğinin ortasındaki camii siluetine takıldı gözü.
Delik deşik olmuş duvarları, parçalanmış kubbeleri, yara bere içindeki haliyle Agit Uğur Camii, bunca griliğin ortasında, depremde ayakta kalmayı başarmış yegâne bir anıt duruyordu! Çifte şerefeli minaresi nasıl olmuşsa sapasağlamdı.
Camiye göre yön bulmak, işini kolaylaştıracaktı. Düşündüğü gibi de yaptı. Kısa sürede istediği yere varmıştı bile.
O güne dek hayatında, görmüş ve göreceği en büyük şaşkınlığın onu beklediğindense habersizdi. Tanınmaz halde, bir moloz yığınından ibaret mahallesini inanmaz gözlerle süzdü.
“Sokağı bulmalıyım!” diye geçirdi içinden. Sağa sola çaresizce koştu, moloz yığınlarından oluşan irili ufaklı birçok tepeciği, onların arasındaki çukurları aştı.
Nihayet, bir süre sonra evinin bulunduğu sokağın başındaydı. Yalnızca silik bir iz kalmıştı sokağından geriye!
İçinde, ölmeye yüz tutmuş bir umudun cılız beklentisiyle önünde kıvrılan taşlı toprak izini takip etmeye koyuldu...
* * *
Birden “Evim, evim!” diye bağırdı!
Sonunda bulmuştu onu!
Yıllardır, harcına emeğini katarak, çimentosuna terini akıtarak yaptığı evinin kapısındaydı.
Yorulmuştu. Ama olsun, sonunda değmişti buna!
Dış kapı aralıktı, sessizce süzüldü içeri.
Merdivenleri bir solukta çıktı.
Gözü, merdiven boşluğunda yan yatmış, tamir edilmeyi bekleyen, küçük oğlunun kırık bisikletine takıldı.
Dudaklarından acı bir gülümseme düştü.
Ayakkabılarını çıkardı, köşedeki rafa özenle yerleştirdi.
Karısının kapı pervazına astığı mavi nazar boncuklarına ilişti gözleri.
Bakışları onu, 22 yıl öncesinden kopup göçtükleri o dağ köyüne götürdü.
Zemheri bir kış soğuğunda, yangınlar ve alazlar içinde terk etmek zorunda bırakıldıkları köylerine!
Sonraları, zoraki sığındıkları bu kentte, nice meşakkatlerle sahip oldukları evin kapısında bir süre bekledi.
Nazar boncuğundaki gülümseyen bakışlarını sessizce çekip aldı.
* * *
Birazdan, anahtarıyla kapıyı açacak, sessizce süzülecekti içeriye.
Eve adımını atar atmaz, bedenini tatlı bir hararet saracak, yüreğindeki sıcaklık yüzüne vuracaktı. Biliyordu, küçük oğlu yine bisikletim diye atlayacaktı üzerine. Yine mahcup olacak, yine kızaracaktı yüzü. Her zamanki gibi imdadına eşi yetişecek, “Sıkıştırma babanı, yorgundur, gelecek ay” diye arka çıkacaktı ona.
Salona açılan sofayı iki adımda geçecek, mutfaktan gelen mis gibi kokuların baştan çıkarıcı davetine aldırmayacaktı.
Zemini, kök boyalı bir halı, duvarları şahmaran desenli kilimle kaplı salona akacaktı ayakları.
Gözleri kucaklar gibi saracaktı, beşikte uyuyan üç aylık çocuğunu.
Soğuk kış günlerinde, kemiklerini ısıtmak için önünde herkesin sıraya girdiği sobaya doğru yönelecekti ardından.
Sıcaktan mest olmuş anacığının pamuktan ellerini şefkatle öpecek, yanaklarını koklayacaktı.
Oğlu, bir kış günü getirmişti onu. Tek gözü görmüyordu kedinin. O günden beri, her daim yurt eylemişti keçi postunu. Malum yerinde, kıvrılmış uyuyor olacaktı yine. Titreyen kulağına hafifçe dokunacak, gözünü kaygısız bakışlarla hafifçe aralayacaktı.
Sonra balkona çıkacak, akşamın serin havasını derin derin çekecekti ciğerlerine. Sabah suyunu çoktan tüketmiş saksıların, pıtrak pıtrak açmış çiçeklerine hayran hayran bakacaktı.
Yemeğin ardından, her akşam yaptığı üzere, demli bir çay isteyecekti küçük kızından. Yüzünde apak bir gülümseme, elinde tepsiyle çıkıp gelecekti mutfağın kapısından.
Üzerine bağdaş kurup oturacaktı el dokuması halının. Çayı beklerken, desenleri renk renk, ilmek ilmek bezeli halının yumuşak püskülleri arasında dolaşacaktı parmakları.
Uzaklardan, Gazze’de İsrail tarafından bombalanan Büyük Ömeri Camii’nden belki de bir ezan sesi duyulacaktı. Çok sevdiği halı seccadiyesini yere serecek, akşam namazına duracaktı birazdan anacığı.
* * *
Elini uzattı.
Parmaklarını ovuşturdu, uçlarındaki tozları silkeledi.
Koyun yününden dokuma, desenli halının üzerine, her gün bağdaş kurup oturup, püsküllerini okşadığı halı yoktu!
Akşamları, çocukların borularında ellerini ısıttığı çıtır çıtır yanan kuzine soba da yoktu; sobanın arkasındaki keçi postu, keçi postuna kıvrılmış mır mır uyuyan tek gözlü kedi, kedinin bir dokunuşta kendinden geçmeye hazır sevimli hali… Hiçbiri yoktu!
Peki ya oğlunun içeri girer girmez ok gibi fırlayarak üzerine atladığı, sofaya bitişik odanın kapısı? Onu niye göremiyordu? Hâlbuki orada olmalıydı, bakıyor ama göremiyordu.
Yorgundu. Belli ki, kötücül bir perde inmişti gözlerine. Gördüğü hemen her şey bir bir siliniyordu.
Derken karısı da çekip gitmişti; sonra birer birer çocukları, ona tepsiyle demli çay getirmeyi bekleyen kızı, sobanın arkasında ileri geri mürgüleyen yaşlı anası… Hepsi gitmişti!
Beşiğiyle birlikte üç aylık bebeği de terk etmişti evi; duvarda şahmaran desenli kilim, yanında asılı kuran, altında namaz saatini bekleyen derli toplu seccade… Birer birer gitmişlerdi. Hâlbuki az önce hepsi buradaydı!
Burada ve hazırdılar; sevmeye, sevilmeye, okşanmaya; sobanın karşısında ısınmaya, karşılıklı sohbete etmeye, demli çay içmeye, bakışmaya, pıtrak pıtrak açmaya, sulanmaya, beşikte ağlamaya, keçi postunda mırlamaya, kucağa fırlamaya… Hazırlardı hepsi!
Oysa şimdi… Oysa şimdi, pazar pazar dolaşıp, tuğla tuğla ördüğü evinin içerisinde sessizce duruyor; şaşkın, inanmaz, anlamaz gözlerle etrafa bakıyordu. Evin içinde kimsecikler yoktu!
Yirmi yılda ne zorluklarla tüttürmüştü bacasını! Kendi elleriyle daha yeni yapmamış mıydı badanasını? Niye böyle her yer, kirli bir toz bulutu gibi griydi? Mesela pencereler niye yoktu? Karısının her sabah sevgiyle suladığı balkondaki çiçekler neredeydi, hani şu kahverengi, kırmızı, yuvarlak saksıların içindekiler? Ya o, içinde renk renk çiçeklerle saksıların sıra sıra dizildiği mermer küpeşteli balkon, o niye yoktu?
Evin giriş kapısına bakıyor, bir şey göremiyordu; korkuluklarla çevrili merdiven boşluğunu, köşedeki ahşap ayakkabılığı, orada aylardır tamir edilmeyi bekleyen kırık bisiklet… Niye yerinde durmuyordu hiçbir şey?
Üzerine şahmaran desenli kilimin çivilendiği salon duvarları, tavanda sağlam olsun diye iki demir daha fazla attıkları kirişler, üzeri kahverengi parke kaplı zemin, dış cephe duvarları… Hiçbiri, hiçbiri yerinde değildi, evin içi yoktu!
Eğreti, bir beton parçasının üzerinde, ayakta öylece bekliyordu. Yavaşça yere çömeldi, elini kederle dizine koydu. Bildiği bütün sesler, sözler, kelimeler boğazında erir gibi oldu.
Arkasına döndü, üzerine tünediği moloz yığınına anlamsız gözlerle baktı.
İçine girdiği şey bir taş yığınından ibaretti, aslında ev de yoktu.
Not: Bu yazı, Şırnak için kaleme alınmış ve 18 Kasım 2016 tarihinde T24’te Aslında ev de yoktu başlığıyla yayımlanmıştır. Metinde, sadece 3 değişiklik yapılmıştır; 246 yerine 417; Şırnak yerine Gazze; Agit Uğur Camii yerine ise Büyük Ömeri Camii kullanılmıştır. Amaç, gerekçesi ne olursa olsun, devletlerin dâhil olduğu savaşlarda zarar gören sivil insan ve yerleşim alanlarının gördüğü zarara ve savaşların sonuçlarının ne kadar çok birbirine benzediğine dikkat çekmektir. Fotoğraflara gelince; soldakiler aynı yazıdaki 2016 Şırnak’a ait olanlar ve sağdakiler 2025 yılı Gazze’nin bugüne ait fotoğraflardır.
Yusuf Nazım kimdir?
Yusuf Nazım (1962) Hanak-Ardahan doğumlu. 1984 yılında Ankara'da, Hacettepe Üniversitesi Elektronik Mühendisliği Bölümü'nü bitirdi. Uzun yıllar bilişim sektöründe çalıştı.
1992-1999 yılları arasında Özgür Gündem, Özgür Ülke, Emek, Evrensel, gazeteleriyle; Gerçek ve Evrensel Kültür dergilerinde deneme, öykü ve yazıları yayımladı.
2007 yılında Hayat Televizyonu'nun ilk kurucuları arasında yer aldı. 2010'da bilişim sektöründeki profesyonel çalışmasını sonlandırdı.
2011 yılından itibaren Cumhuriyet, Radikal, Evrensel, Özgür Gündem ve BirGün gazeteleriyle; T24 ve bianet platformlarında yazıları; Evrensel Kültür ve İnsancıl Kültür Sanat dergilerinde öykü ve denemeleri yayımlandı.
2012-13 yıllarında Güneydoğu'da Diyarbakır, Batman ve Van illerinde çekilen Düşümdeki Uçurtma belgesel filminin genel koordinatörlüğünü yaptı.
Kızak (Evrensel Basım Yayın, 2012) ve Leyla'yı Beklerken (İnkılap Kitabevi, 2017) isimli öykü kitapları ile Aklın Ayak İzleri, (3 Cilt, İzBB Yayınları, 2024) isimli romanı vardır.
|