20 Aralık 2020

Melankoli: Karşılaşma

Yasasında boşluk olmayan yegâne güç doğadır. Doğa ertelemez, askıya almaz, uyarmaz; doğa tehdit etmez, cezalandırmaz, intikam almaz. Tek gayesi, varlığını sürdürmektir

Lars Von Trier sineması, düşüncenin hareketidir. Trier din, felsefe, sanat ve bilimin randevusuz buluşmasından doğan eklektik yaşamı çerçeveye alır. Bundan olmalı ki, Nietzsche ile arası hep iyi olmuştur. Hangi filmini açarsanız açın, bu felsefenin kokusunu bir şekilde alırsınız. Ve Melankoli bunun emsalsiz örneğidir.

İşte, başlangıç! Şatafatlı bir limuzin ile bakir doğada yol alıp düğün törenine gitmek... Bu yalın sahne, doğa ile insanı aynı kare içine taşır. Doğanın yasaları ile insanın taleplerinin, doğanın sessizliği ile insanın çıkardığı gürültünün karşılaşmasında üstünlük hep doğadadır. İlk belirti melankolinin ilk nedenidir; doğa ile insan arasındaki kırılmanın sonucu olarak melankoli... İnsanın bilincinde görünen insan ile doğanın aynasının gösterdiği insan arasındaki uçurum, bütün dengeleri bozar. Limuzinin geri dönmesi, Justine (Kirsten Dunst) ile Michael'in (Alexander Skarsgard) eve yürümesi, Francis Bacon'ın hevesini kursağında bırakır. Doğa köle, insan efendi olmayacaktır.

Birinci bölüm: İnsan insana

Törenler bir nevi sergi salonlarıdır; bir yandan hakim değer ve beğeni anlayışını, öte yandan insan ruhunu sergilerler. Bundandır ki sinema için törenler dünyayı, toplumları, çağları hatta uygarlıkları temsil eder. Justine ile Michael'in düğün töreninde sergilenen şey, uygarlık ile onun elinden geçmiş insanın ruhudur. Bakın, herkes oradadır; kadınlar, erkekler, gençler, çocuklar, bilim insanları, iş insanları, sanatçılar, hizmetliler, inananlar, inançsızlar, pozitivistler…

Toplumsal/simgesel dünyada "değer" olarak lanse edilen şeyler, değerli oldukları için değil, öyle oldukları varsayıldıkları içindir. Sahnenin gerisinde garip bir ideoloji ve keyfiyet hüküm sürer. Bu yüzden Nietzsche, yaygın "değerlerin" değerinin şimdiye kadar sorgulanmamış olmasını, insanın düşünsel zayıflığına bağlar. Birileri zamanında çıkıp bir şeylere "iyi", bir şeylere "kötü" demiş, fakat şimdiye kadar kimse onların gerçekten "iyi" ve "kötü" olup olmadığını sormayı akıl etmemiş.

Evet ama, şu seyrettiğimiz dünyevi hengâme içinde herkesin ortaklığı olarak karşımıza çıkarılan idealler pek de yüksek durmuyor. Bakın, etraf toz duman! Yapaylık belirtisi ışıltı, açgözlülük belirtisi savurganlık, benlik zafiyeti belirtisi gösteriş merakı, gerçeğe yabancılık belirtisi umut, kendini bilmeme belirtisi kibir almış başını yürümüş. Yapılanların gerçek ve hakikatle ilgisi olmadığından, kimse kendinden ve diğerlerinden memnun değildir.

Anne-baba, karı-koca, abla-kardeş, amca-yeğen, dost-düşman rolleriyle her adım başı karşılaşırız, ama ilişkilerin döngüsünden bütün bunların işlevsiz toplumsal kurgular olduğunu görürüz. Şu ya da bu perspektifin, dinin ya da pozitivist bilim geleneğinin kurgusu… Herkes yaptığını zoraki yapar. Gülünmeyecek bir dünyada gülümsemek, dürüstlüğün kanını emen bir dünyada dürüstlük taslamak, özgürlüğün canına okumuş bir dünyada özgürlükten dem vurmak, hakları gasp eden bir dünyada haklı olduğunu bağırmak, bilgiyi itibar kazanmanın aracı haline getirmiş bir dünyada bilgeliğe vurgu yapmak, eğlencesiz bir dünyada eğlenmek… Her şey tepeden tırnağa gülünç kaçar.

İnsanı çırılçıplak soyan bu ortamda, kimsenin insan ruhundaki boşluğu görememesi ahlakın sırrıdır. Ahlak, kişilerin bilinçdışına sızarken, toplumun foyasının da üstünü örter. Zira kişi ile toplum arasında mutlak özdeşlik yanılsaması yaratır. Ahlakın gölgesi bütün neşemizin üstünde dolanıp durur. Ahlakın özgürlüğe alan açtığı görülmemiştir; ahlaka yakalanıp özgür olmuş kimse yoktur. Bundandır ki özgürlük mücadelesi temelde ahlaka karşı verilen bir mücadeledir. Ahlakla iş birliği yapıp özgürlük ilan eden ahlakın oyununa gelmiştir.

Ahlak, insanlardan bu kadar fazla destek görüyorsa, insanlığa geçmiş olsun! Haliyle tutarsızlığı yalnızca mecra değiştirmeyi becerenler görebilir; topluma uyum sağlamayan, ihtişamlı malikânelerden kaçıp bir yamaca sığınanlar. İşte Justine! Koca uygarlığın takatsiz bıraktığı ilk şey gerçeklik ve sahiciliktir. Bayağı insanların, değerden yoksun ahlakın diyarında adım atacak halde değildir. Bu, hastalığı görüp insanlık tarihinin örtüsünü değiştirmesine yardım eder. İyimserlik ve umut vaat eden perspektifin yerine, olanı temaşa eden perspektifi koyar. Malevich değil Brueghel, Beethoven değil Wagner, Kierkegaard değil Nietzsche.

Tören fiyaskoyla sonuçlanır, toplumsal dünyanın sahneye soktuğu güç gösterisi sadece görünüştedir. Basit bir çatlak, sızıntıyı taşkınlığa çevirir. Hiçbir cümle "her şey farklı olabilirdi" cümlesi kadar boş değildir. Olan olmuşsa, doğal ve insani koşullar ona imkân tanıdığı içindir. Olmuş olan, koşulları olgunlaşan olasılıktır. Bu dünya neyse, burada her ne olmuşsa, insan ancak buna yetişebilmiştir. Doğa yasasını işletirken, insan her şeyi ahlakın dümenine çevirir. Felaket bu uyumsuzluktadır. Doğanın yasası dahi ahlakın gölgesinde kalınca, insan, olanı kendi terazisine vurmakla oyalanır.

Küçük olanın büyüklük taslaması nihilizme zemin hazırlar. Bakın, o cafcaflı törende her şey nasıl da anlamsız ve değersizmiş; o ihtişamın içinde her şey nasıl da zayıfmış! Yaşamın seyrini değiştiren hiçbir eylem, insanın dertlerini çözen hiçbir hamle yokken, kendini dev aynasında görenin egemen kıldığı tek şey değersizliktir. Güçlenmeden değiştirmeye kalkışmak, gücün yetmediği şeye müdahale etmek ahlaki narsisizmdir. İnsan yenik düşer ve elinden tutup kaldıracak hiçbir güç kalmaz. Güçsüzlüğünü görememekten daha büyük güçsüzlük yoktur. Yapabileceği şeyle yetinmeyip yapamayacağını yapmaya heveslenmekten daha büyük bir mağduriyet yoktur.

Her mağdur biraz suçludur. Zayıflığını çaresizliğe yormak, insanın kendine karşı işlediği suçtur. Nihilizm böyle gelişir. Nihilizm, ahlaki zafiyet olarak tanımlanamaz, çünkü zaten toplumsal ahlakın sonucudur. Ahlak, değer yaratan bir başarı değil, değerleri zaafa uğratan bir ideolojidir. Bakın, az sonra herkesin ahlakçı kesildiği bir dünyada, yaşamın gün geçtikçe yavanlaştığını, insanın gün geçtikçe zayıf düştüğünü seyredeceğiz.

İkinci Bölüm: Doğadan insana

Tören bitince, geride seyrettiğimiz ortamın tini kalır. İşte abla Claire (Charlotte Gainsbourg), enişte John (Kiefer Sutherland) ve küçük yeğen Leo (Cameron Spurr)! Justine bundan böyle bir lekedir; egemen kültürün açığını ortaya çıkaran bir aykırılık. Şimdi artık insanın doğa karşısındaki gücü; yani kabul görmüş bilgi yöntemlerinin sınırları ile insanların tavır ve eylemlerinin çapı perdeye yansır. Bilim, melankoli adlı gezegenin dünyanın yakınından geçip gideceğini hesaplamış, toplumsal beğeni ise bu doğal olaydan bir şölen yapmak için gerekli hazırlığı tamamlamıştır. Demek Zerdüşt haklıymış; insan eğlence ister, yalnızca eğlenmek…

Gelgelelim, çok geçmeden işlerin ters gideceği anlaşılır; akıl yanlış hesap yapmış, bilim yanılmıştır. Koca evrende küçük hesap hataları büyük sapmaların üstünü örter. Evet, melankoli dünyaya çarpacak, kıyamet kopacaktır. Ve fakat, işlerin böyle gideceğini daha baştan sezen iki güç vardır; içgüdüler ve sezgi ya da sanatsal esin. Başka bir deyişle, yaygın kültürel kodlara yenik düşmemiş ve egemen ahlaka tav olmamış iki güç. İçgüdüler doğaya ait olduğundan, doğanın seyrindeki değişimin etkisi ilkin onlara ulaşır. Doğanın olağandışı bir hal sahnelediğini hisseden atlar tepinir. İçgüdüler yanılmaz, akıl yanılır. Ve kaçınılmaz olan yaklaştıkça içgüdüler uysallaşıp teslim olur; doğada, doğaya aykırı bir şey olmaz çünkü.

Oysa, elindeki büyük gücün yanıldığını, iman ettiği hesabın yanlış çıktığını anlayan John'un bünyesi bozulur. Güçlü babalık rolü, bilime beslediği inanç, teleskoba yüklediği anlam yerle yeksan olur. Günlerdir şölene hazırladığı oğlu Leo'yu kıyamette tek başına bırakır. Daha birkaç gün önce törende etrafı çekip çeviren akıllı kadın, her şeyi tam kıvamında yapan güçlü anne, ahlaki sorumluluğun kırılmaz gücünü temsil eden abla Claire'in eli ayağına dolaşır. Demek, ilkin ahlaklılar pes eder, inançlılar kaçar. Meğer toplum ve ahlakı, insanın direnme gücünü dahi elinden alır. İtibar yitimine, sahip olmadığına sahipmiş gibi yapanlar uğrar. İtibar arayanlar ile itibara kastedenlerin buluşma noktası toplumsal ahlakın meydanıdır. İnsanın kendi gerçeğine gözlerini kapatmasına neden olmak, insanı güçten düşürmek, insanı hiçbir zorlukla başa çıkamayacak hale sokmak yaşamı değerden düşürmektir. Bu, varlığın olanaklarına, var olma çabasına savaş açan toplumsal ahlakın eseridir. İşte, nihilizm böyle yayılır.

Ve daha birkaç gün önce ağzına lokma götürmekten aciz Justine ayağa kalkar. Pekâlâ, ama ne oldu? Hangi tılsım her şeyi böylesine ters çevirdi? Kıyamet kopmak üzereyken otoritesi sarsılan toplumsallık ideolojisi geri çekilince, meydan gerçek eyleme kalır; yani yapılabilir olanı yapmaya hevesli güce… Toplumsal ahlak, ona bağlı olanı güçten düşürmekle kalmaz, ona bağlı olmayanın da eylem alanını daraltır. Böylece, daha önce her şeyi avuçlarının içine aldıklarını sananların hiçbir gücü olmadığını, buna karşın kımıldamakta zorlanan Justine'in sarsılmaz bir ruh taşıdığını görürüz.

Dinin aşıladığı öte dünya umuduna, bilimin aşıladığı doğanın kontrol altına alınacağı umuduna kanmamak önemlidir. Hayır, bu dünyadayız ve yalnızız. Evet, yardıma muhtacız ve elini uzatacak bir güç yoktur. Bilincin anonim seyrine takılanlar, toplumsal akla itaat edenler, ruhun taşkınlığını öldürenler, sanatsal esinle araları açık olanlar bunu göremez. Malikânenin terasında Beethoven'in senfonisi eşliğinde bir kadeh şarapla kıyameti karşılama düşüncesi inancın dehşetidir. Küçük Leo buna nasıl kansın! Halbuki insanın gücü, gerçeği metanetle karşılamaktan gelir; halbuki insan, gerçeğin dehşetine sihirli bir masalla katlanabilir.

Kıpırdamak, yapılabilir olanı yapmakta ısrar etmek büyük bir çaredir. Ahlakın kirine bulaşmak değil, yaratıcı edimi devreye sokmak; olmaz olana kalkışmak değil, olabilir olana hazırlanmak; gerçeğe öfkelenmek değil, ona itaat etmek… Kaçınılmaz olan karşısında sakin kalmak, kendini ölüme dinginlikle bırakmak insan ruhundaki gücün belirtisidir. Nihilizmi alt eden bu haldir. Kıyametin kopuşu, nihilist olmayan tek kişinin Justine olduğunu gösterir. Bu hayran olunası kadın, her şey topyekûn yok olmak üzereyken bile değer yaratır. Dünya yavaş yavaş erirken, ölüme hazırlıklı olmayan küçük Loe ile dengesi bozulmuş Claire için sihirli bir sığınak hazırlamak ne büyük erdemdir öyle! Her şey gibi onlar da yok olacaklar, ama nefes aldığı sürece yaşıyorsa insan, değerli olan, olana katlanabilir bir hal yaratmaktır. Güçlü ruhun sükûnetinin büyüsü sanatsal büyüyle birleşir. Leo, oyun oynadığını sanıp korkmadan ölür; Claire, elini tutuğu oğluna oyun arkadaşlığı yaparak ölür. Değerler doğada aranmaz, insani edim ve eylemlerle yaratılır; yaşamın anlamı yoktur, insan yaşarken anlam yaratır.

Justine ve Leo; içgüdüleri canlı tutan, sanatsal esine kucak açan, tutkuların taşkınlığını ahlakın terbiye ettiği toplumsal akılla susturmayan melankoli ve çocukluk… Zira hakikatin yolu, genel kanaatlerin, her tarafta dolaşan yargıların gücünü berhava çıkaran taşkın ve çocuksu ruhta geçer. Bilmek yük, görmek ağırlık değildir. Asıl yük bildiğini sanmak, asıl ağırlık göze ahlakın perdesini çekmektir. Justine'in taşkın ruhu bilir, Leo'un temiz ruhu bilgiye güvenir. Bilmenin mutsuzluk olduğunu, hiç bilmeyenlerin tekrarlayıp durması çok acayiptir.

Hastalık dengesizliktir; doğa ile kültür, doğa yasaları ile insan yasaları, doğal işleyiş ile ahlaki talepler arasındaki uyumsuzluk… Halbuki doğa insanı dinlemez, insan doğaya uymak zorundadır. Yasasında boşluk olmayan yegâne güç doğadır. Doğa ertelemez, askıya almaz, uyarmaz; doğa tehdit etmez, cezalandırmaz, intikam almaz. Tek gayesi, varlığını sürdürmektir.

Bu, aklı reddetmek değil, ruhun taşkınlığına alan açmaktır; aklı aşağılamak değil, akıldaki tutulmayı görmektir. Bu, bilime karşı durmak değil, sanata alan açmaktır; bilimin kıymetsiz olduğunu ilan etmek değil, doğanın gücüne vurgu yapmaktır. Bu, insanı değerden düşürmek değil, değer düşürücü ahlakın foyasını ele vermektir; nihilizme kapı aralamak değil, nihilizmi kıyamet koparken dahi reddetmektir. İnsan, doğayı denetleyemez, ancak anlamaya çalışabilir; insan, doğa yasasını ihlal edemez, ancak doğa yasasının izini sürebilir. Tanrıların yasaları hep ihlal edildi, üstelik ilkin ve en çok onu dilinden düşürmeyenler tarafından; hukuk yasaları hep ihlal edildi, üstelik bizzat yasa koyucular tarafından; ahlakın yasası hep ihlal edildi, üstelik en çok ahlakçı kesilenler tarafından. Oysa, doğa yasasının ihlal edildiği hiç görülmemiştir, görülmeyecektir. Doğa gücün ta kendisidir; yalnızca doğanın dediği olur. İnsan, ancak doğanın izin verdiğini yapabilir. Ve bilim yapmak doğadan izin belgesi almaktır, sanat yapmak doğayla uyum sözleşmesi imzalamaktır.

Yazarın Diğer Yazıları

Hayat: Babalar, kızlar ve karanlık tüneller

Cehennemde yaşayan babaların kızları asla cenneti yaşayamazlar. Mehmet, kızına acı çektirdiği için acı çekmiyor, acı çektiği için kızına acı çektiriyor. Onun da en az Hicran ve bizim kadar kurtuluşa ermeye ihtiyacı vardır

Kuru Otlar Üstüne: Postmodernizme göz kırpmak  

İnsanın psişik yapısının "Gerçek" ile simgesel düzeyleri arasındaki gerilimden, daha esnek bir ifadeyle, kültüre direnen yanı ile kültürel yanı arasındaki gerilimden doğan boşlukla karşılaşsaydık, filmin, insanın karanlık tarafını sorun edindiğinden söz edebilirdik. Gördüğümüz şey, varoluş sancısından, kendini gerçekleştirme mücadelesinin yoğunluğundan, amaç eksikliğinin yarattığı nihilist tutumdan çok ortamın bayağılığına yenik düşmüş kişiliklerin sinik halleridir. Belirsizlik derinlik demek değildir

Aşk (Her): Sinemanın gör dediği…

Sevenin, kalbinin bir köşesinde başkasına da küçük bir yer ayırması, sevilene kendi yerinin işgali olarak görünür. Bundandır ki, bütün toplumsal ahlaklar bol kepçe servis ettikleri sevginin kefaretini ötekine nefretle ödetirler. Her ahlak şu ya da bu şekilde sevgi buyurur, fakat hepsi de onay verdikleri insan tipine benzemeyi şart koşar