24 Ağustos 2024

Acı kaybımız!

"Yaşanmış her güzel şey" ve "yaşanmasa da yaşamaya değer bulmuş olduğun" her "mutlu, umutlu an" kaybettiğinde bile onları, nihayetinde bir "kayıp" olarak bitecek ömrünü hayat kılmış insanlar, ilişkiler, sevgiler, ideallerdir. Onları kalbinde ve aklında kaybetmediğin sürece, kaybolduklarında bile canlı kalırlar, yaşarlar

Bütün hayatını "kazanmaya" adayan insanoğlunun nihai tabelasında "kaybettin" yazıyor.

Genç ya da geç ve geçken bile kaç 10 yıl daha fazla acaba?

Geri kalan ömrünü para, başarı, aile, zafer, mal mülk dışında, insan, huzur, mutluluk "kazanmaya" adadığını düşünüyorsun ve hara güre öyle geçiyor… Ama o kadar çok kaybediyorsun ki aynı zamanda. "hayatını kazanmak" ile "tüketmek" veya "hayatına kazandıkların" ile "hayatından kaçıp ya da kayıp gidenler" ince bir çizgide oynaşıp duruyor.

Sanırım doğduğumda doğal olarak ilk "kazancım" anne babaydı. Başka ne olacak! Gerisini bilemem, hissedemem. Doğduğun yer ve ortama göre, genetik veya derin yoksulluk gibi bazı miraslar yüzünden "kaybederek" de başlamış olabilirsin tabii; o da var bu "haybeden" olmasa da "kaybeden" hayatta.

Sonra bu kazancı idrak edemeden babamı kaybettim, henüz okuma yazma kazanmadan.

Sonra okul, not, başarı filan kazanmak gerekti. Aynı durumda olan ve yılları öyle geçen birçok sınıf arkadaşım, 15 yılı aşkın eğitimler sonucunda "meslek ve aile kazanırken" ömürlerinin sinsice tükendiğini bilemeden genç yaşlarda kayboldu.

Çocukluğunun nice insan kazancı, akrabalar, arkadaşlar, sevdiklerin yolculuğun boyunca kayboluyordu. Sadece ölüm değil, ama zaten "acı kaybımız". Lakin yakınlıklar mesafeye, hayatındaki insanlar "canlı kayıplar"a dönüşüveriyordu.

Bir yandan "keşkeler" birikiyordu. Ve nedense en çok "kayıplara karışırken" değil, gerçekten "kayıp" olunca sökün ediyordu: "Keşke daha çok vakit geçirmiş olsaydım, keşke kırmasaydım, keşke kırılmamış ve uzaklaşmamış olsaydım, keşke sevdiğimi bilse ya da unutmasaydı, keşke sevgisini kaybetmemiş olsaydım. Bunların çoğu "keşke" den önce, epey önce "iyi ki"ydi. Tabii tersi de mümkün. Keşke hiç olmasaydı ve iyi ki artık yok gibi!

"Hatıralar ve iyi günler, yaşanmışlıklar, mutluluklar" mı kalıyordu geriye? Fotoğraf albümü gibiyse, evet. Yoksa öfke, nefret, soğukluk, onca güzel anının ve zamanın üzerine bir kül yağmuru gibi çöken "kötü günlerimiz, kötülükler, kötülük sandıklarımız" onları silmese de, karartabiliyordu.

Sadece insanlar değil, ortak anılar ve "güzel günler" de ise sise karışıveriyordu.

Olur a, daha idealist kazanmalar da ummuşsundur. Öyle oldu bende. Hâlâ da ayakta tutan odur: Daha iyi bir toplum, daha iyi bir toplumsal hayat, daha iyi bir dünya gibi. Bunların ya "kayıplar" ya pes ettirdiğini, ya "baskılar"la bizzat nice insanı "kayıp" kıldığını görüyordun. İdeal olan kayıpla, yenilgiyle iç içeydi. Kimi ufak kazanım, ufuktaki nice hedefin kaybına bile tekabül ediyordu.

Biraz "tarih" bilgin ve bilincin varsa, diyelim ki "tamam da, benim, bizim ömrümüzle sınırlı değil" bu hayal, bu umut, bu mücadele diyordun. Değildi elbette. Ama "kayıplar" senin hayatının bir parçası olmaya devam ediyordu.

Aşk, aile, çocuklar… Henüz "kayıp" değilken bu dünyada sen, "kaybettiklerin" veya sana "kaybettirilenler"in özel ve ağır bir köşesine oturmuyor muydu bazen?

Kayıp duygular, kayıp özlemler, kayıp gülümsemeler, kayıp sarılmalar, kayıp tutkular sıraya diziliyordu.

Bu "umutsuz" bir iç döküş değil. Çöküş değil.

Sadece, ömrünü nihai olarak kaybetme ihtimalinin yükselmesiyle, hayatının nice kazancı olan, bazen "mucize" olan insanların, onlarla bağlarının yaralanması veya yok olmasına dair bir tefekkür, muhasebe, muhakeme.

Yoksa iki, üç bilemedin beş, altı gün içinde "kayıplara karışacak" bir yazıdaki her kelimeyi süzsem, yine de bir umut, bir mutluluk çıkar.

Nedir o? Kaybetmen için kazanmış olman gerekmez mi? İşte nice insanı hayatına kazanmıştın; onlara "kayıp" demen bu yüzden. Nice "duygu, sevgi, tutku" hayatını hayat yapmıştı. Onları kaybedince kahroluyorsun, o yüzden; kaybetme korkun, tam şu yüzden.

O zaman "umut" sadece geleceğe dair olmaktan çıkıyor. Geçmiş de "umutlar"la hayatın olmuş. Hayatın hayal kırıklıkları ve kayıplarla bezenmiş olsa da, "umut" ömrünü hayat kılmış.

Umut o yüzden kayıplar ötesi, kırıklıklar ötesi, kırgınlıklar ötesi, yenilgiler ötesi bir şey. Hayatının omurgası. Umut duyduğun için ancak, ve bazen umduğun gerçekleştiği bazen de bir ihtimal olarak titrek ya da canlı kalabildiği için hayatının bilinen-bilinemez sonunu değil, bugünü ve ertesi günü kucaklamaya çalışıyorsun.

O kaybolursa geriye sadece ömrün kalıyor; artık ne kadarsa, ecelinle ya da acelenle, ne olursa olsun. O kaybolursa, geçmişi de sadece umutsuzlukla hatırlıyor, hayatını geriye doğru da öldürmeye başlıyorsun.

Belki bu sebeple, babamın kaybıyla adım attığım hayatta, onca insan veya hayal kaybıyla da olsa, öfkeyle veya kavgayla da olsa, altüst oluşlar ya da anide verilen kararlar veya bir dizi rastlantıyla da olsa, "yaşanmış her güzel şey" ve "yaşanmasa da yaşamaya değer bulmuş olduğun" her "mutlu, umutlu an" kaybettiğinde bile onları, nihayetinde bir "kayıp" olarak bitecek ömrünü hayat kılmış insanlar, ilişkiler, sevgiler, ideallerdir.

Onları kalbinde ve aklında kaybetmediğin sürece, kaybolduklarında bile canlı kalırlar, yaşarlar.

İşte böyle düşündüğümde anlıyorum ki, "Umut" pekala geçmişin de içinde hâlâ yaşayandır. Kaybıyla duyduğun acının, üzüntünün, hüznün, öfkenin çok üstünde, seni sen yapmış olan odur.

Yaşıyorsan, o da kendini canlı kalmak için aklını ve kalbini dürtüp durur.

Umur Talu kimdir?

Umur Talu, ilk, orta, liseyi Galatasaray Lisesi'nde yatılı okudu. 1980'de Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi'den mezun oldu.

Üniversite döneminde Demiryolu İşçileri Sendikası ve Marmara Boğazları Belediyeler Birliği'nde çalıştı. Günaydın gazetesinde başladığı gazeteciliği, Güneş, Cumhuriyet, Milliyet, Hürriyet, tekrar Milliyet, Star, Sabah, Habertürk'te sürdürdü. Muhabirlik, ekonomi servisi yönetmenliği, yazı işleri müdürlüğü, genel yayın yönetmenliği, köşe yazarlığı, kısa süre Paris temsilciliği yaptı.

Medyakronik başta olmak üzere, çok sayıda web sitesi ile dergide makaleleri yer aldı.

Birkaç dönem Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu'na seçildi, başkan yardımcılığında bulundu.

İstanbul Üniversitesi, Bilgi Üniversitesi ve Bahçeşehir Üniversitesi İletişim fakültelerinde ders verdi.

Türkiye medyasında ilk "ombudsman"lik kurumunun kurulmasını gerçekleştirdi. 1998'de Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi'ni hazırladı.

Çalışmaları Türkiye Basın Özgürlüğü Ödülü, iki kez Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Köşe Yazısı ÖdülüÇağdaş Gazeteciler Derneği Ödülü başta olmak üzere, çeşitli mesleki ödüllere değer görüldü. Aynı yıl, üç farklı gazetecilik örgütünden köşe yazarı ödülü aldı.

Bodrum: Yüzyıllık Yolculuk, Kadınımızın Hatıra Defteri gibi belgesellerde metin yazarlığını yaptı.

Sosyal Demokrasi, Fransa Bölümü (Turhan) Uçuran Bey Postanesi (Milliyet), Dipsiz Medya (İletişim), Bedelli Gazetecilik (Everest) , Senin Adın Corona Olsun (Literatür) kitapları yayımlandı. Keynes'in (O. E. Moggridge, Afa Yay.) çevirisini yaptı. 

Yazarın Diğer Yazıları

Ya burada olsaydı, burada ölseydi!

Ayşenur Ezgi despotlara, zalimlere karşı eylemlerin ve isyanların genç insanıydı; en önemlisi şimdi cenazesine "sahip" çıkan kimileri gibi ayrım yapmayan bir vicdanı büyütmüştü belli ki. ABD'de siyahların hakları, hayat hakları için mücadele de etmiş; Myanmar'da ezilen, katledilen Arakan Müslümanlarının da yanında yer almıştı

Canım kızım, sen yokken, burada…

Bu dünya ve hayat sizin hakkınız! Hakkını bu cehenneme helal etme kızım! Sesleriyle de sessizlikleriyle de bu suça ortak olduktan sonra, arkandan "Helal ettik" diye çemkirenlere de...

Bu dere buz bağlamış… Dibi Narin bağlamış!

Narin'in kalıcı bir vasiyeti olmalı; son nefesinde yazdığı, bir çuvalın içinde, derenin sularına bıraktığı! Derelerden damarlarımıza aksın ve aklımızı, kalbimizi hafızasız ve duyarsız bir çoraklıktan çıkarsın diye

"
"