İtalya’da seçimler yapıldı. Avrupa’da son yılların eğilimi doğrultusunda, diğer birçok AB ülkesinde olduğu gibi, belli bir eğilim, seçimlerden kazançlı çıktı.
Bazıları bu eğilimi, “ırkçı”, “anti İslam”, “yabancı düşmanı” gibi kavramlarla tanımlıyorlar.
Olabilir.
Basınımızın, dış politikada oldukça deneyimli oldukları düşünülen kalemleri ve yeni kurulan bir partinin kadrolarında yer alanlar da dâhil diplomat kökenli siyasetçilerimiz, hemen her AB ülkesindeki seçim sonuçlarını, öncelikle, seçimden kazançlı çıkan partilerin kurabileceği hükümetlerin, Türkiye’nin AB üyeliğine nasıl bakacağı açısından değerlendirmeye girişiyorlar.
Bu da olabilir.
Normaldir de.
Ancak acaba bütün resim bundan ibaret midir? Hatta bu unsurlar asıl resmi ne kadar yansıtıyor?
Korkarım durum bu kadar basite indirgenemez, indirgenmemelidir. Hele hele, AB ülkelerindeki bu gelişmeyi, “Avrupa’nın çoğulcu, liberal demokratik ilkelerinden ayrılması” olarak değerlendirmeye kalkmak, ciddi bir yanlış olabilir.
AB sözü edilen ilkelerden ve ana çizgisinden sapmıyor, aksine her organizma gibi, kendisini koruma içgüdüsü ile hareket ediyor da olabilir. Burada “kendisini koruma” kavramı, tam da o ayrıldıkları düşünülen ilkeleri ve o ilkeler üzerine kurulmuş bir yaşam biçimini korumayı, içeriyor.
AB Avrupa’sı, kurumlarını ve yaşamını üzerine kurduğu ilkeleri ciddi tehdit altında görüyor olamaz mı? Bu tehdidin, yüzyıllar içinde ve oldukça kanlı savaşlardan sonra ancak kurabildiği uygar yaşam biçimini ortadan kaldırmayı amaçladığını düşünüyor olamaz mı?
Madem bu gelişmeler bizi öncelikle AB üyeliğimiz, ilişkilerimiz açısından ilgilendiriyor, o zaman, 2002’den bu yana Türkiye’nin takındığı tavır, izlediği iç ve dış politika, AB ülkelerinde ortaya çıkan ve hızla yayılan bu davranış biçiminin oluşmasına ne kadar katkıda bulunmuştur diye sormak gerekmez mi?
Adeta “Cihat” zihniyeti ile son yıllarda neredeyse her davranışıyla uygarlıktan çok uzak olduğunu ve değişmek bir yana, karşısındakini gerektiğinde ortadan kaldırarak değiştirmeyi amaçladığını gösteren İslami hareketlerin önüne düşerek, büyük bir savaşı başlatmayı planladığı izlenimi veren Türkiye’nin, AB içindeki bu gelişmeye olumsuz etkisi yadsınmalı mıdır?
O Türkiye ki diğer İslam ülkeleri ile karşılaştırıldığında böyle bir girişime öncülük edebilecek ve sonuç alabilecek tek ülkedir. AB’nin bunu görmediği varsayılabilir mi?
Olayları ve gelişmeleri dar bir bakış açısı ile basmakalıp yaklaşımlarla değil çok daha geniş ve çoğu kez kendimizi de eleştirmeye hazır olarak değerlendiremezsek resmi doğru okuyamayız.
Resmi doğru okuyamayınca ne olduğunu ise hiç değilse Suriye politikamızda ve AB ile “ilerledikçe gerileyen” ilişkilerimizde görmüş olmamız gerekmiyor mu?