"Bir Yazamama Yazısı" ile, kurulduğum köşeden hikmet savurmaya (!) son verdiğimi ilan ettiğimden bu yana altı ay geçti. Bu yazı tövbesinin ya da perhizinin nedeni yazdıklarımın işe yaramadığı duygusunun yarattığı bezginlik ve anlamsızlıktı. Bilgi veren, konuları derinleştiren, okura farklı bir perspektif, farklı bir bakış açısı kazandıran uzmanlık ürünü yazılar dışında, benimkiler gibi her aşa maydanoz yazıların bir işe yaradığına inanmaz olmuştum. Yarım yüzyılı aşkın süredir yazıp yazıp da yaprak kıpırdatamamanın anlamsızlığı duygusuna kapılmıştım. Yazılar boğazıma düğümlenen çığlığı atmaya, bir de benim gibi daralan insanların öfkesini, tepkisini yansıtmaya yarıyordu olsa olsa.
Şimdi ne oldu da -hadi tövbe demeyim- yazma perhizini bozdum?
Çünkü; 85 yıllık ömrümün 65 yılı boyunca uğruna mücadele ettiğim -ettiğimiz- değerlerin umutlarımızla birlikte çiğnenmesine, çürütülmesine sessizce katlanmanın ağırlığına dayanamıyorum. Çünkü ülkem; benim ahlâki, vicdanî, insanî, siyasî açılardan asla kabul edemeyeceğim bir konuma sürüklenirken bezginliğin ya da ilerlemiş yaşımın konforuna / bahanesine sığınıp susarak suça ortak olmak istemiyorum.
"Şam yetmez, Kudüs'ü de fethederiz!"
Ülkeyi yönetenler, fetih rüyaları ve bölge hâkimiyeti hayalleri peşinde Türkiye'yi savaşçı, işgalci bir alt- emperyalist konumuna sürüklemeyi marifet sanırken, dünyayı yeniden dizayn etmek için dört bir yanı ateşe vermekten çekinmeyen emperyalist planların bölgedeki iş birlikçisi ve piyonu olmayı zafer sayıyorlar. İktidar ve fütuhat hırslarının ürünü yanlış siyasetleriyle Suriye'nin ve bölgenin altüst olmasındaki, milyonlarca insanın savaş alanlarında veya göç yollarında heba olmasındaki paylarını hiç düşünmeden zafer çığlıkları atıyorlar. IŞİD kalıntısı, El Nusra türevi ve de bizzat Cumhurbaşkanı'nın imzasıyla terör örgütü kabul ettikleri cihatçılarla en samimî pozları verip, "Zaten yıllardır temastaydık," diyebiliyorlar.
"Ufkumuzu 782 bin km2 ile sınırlandıramayız, Türkiye Türkiye'den daha büyüktür," diyor baş Sayın. "Millet olarak tarihimizin bize yüklediği misyonu kabul etmeliyiz," diye de ekliyor. Son zamanlarda lâfın endazesini iyice kaçırmış olan öteki Sayın, "Şam'ı nasıl fethettiysek Kudüs'ü de fethederiz," diyerek coşuyor. (Oysa o sırada İsrail Ortadoğu'yu ateşe vermekle meşgul)
Bu alıntıları hatırlatıyorum; çünkü bir yandan da Suriye'nin bağımsızlığından, toprak bütünlüğünün korunmasından, bölgede barışın sağlanmasından, Türkiye'nin yemin billah kimsenin toprağında gözü olmadığından söz edebiliyorlar. Edebiliyorlar, çünkü Osmanlıcı, fetihçi zihniyetle efsunlanan halkın en azıdan bir bölümünün bu hamaseti yutacağına güveniyorlar. İktidarlarını korumalarının ve sürdürmelerinin ellerinde kalan tek güvencesi de bu zaten.
Emevî Camii'nde namaz kılmak kimin açlığını giderecek?
Emevî Camii'nde namaz şovu, Şam ve Halep fatihi,-üstelik Kürtleri dize getirmiş- Erdoğan imajı, kendi tabanını pekiştirecek, savaşçı-fetihçi zihniyetin büyüsüne kapılmış kesimi de cezbedecek bir ökse kuşkusuz. Bırakın sade vatandaşı Gelecek Partisi Genel Başkanı Davutoğlu bile bu zaferden kendi payını çıkarmak için her şeyi unutup da nasıl yel yeperek koşturup sine-i Erdoğan'a sığınmaya çalıştı!
Demek istediğim; kendilerini muhalefette konumlandıranların bir kesimi: özellikle de bölünme paranoyası ve Kürt fobisi ile malul şoven Türk milliyetçiliğinin etkisi altındakiler, son gelişmelerden çok da huzursuz olmayacaklar, hattâ alttan alta destekleyeceklerdir de. Buna karşılık, iktidarın öksesine tutulmak ve suç ortağı olmak istemeyenlerin şu soruyu sorup doğru cevabı kitlelere benimsetmeleri gerekir: Emevî Camii'nde namaz kılıp bölge hâkimiyeti için; egemenliğini savunuyoruz dedikleri komşu ülkenin topraklarında üsler kurarak, asker göndererek yerleşmek için; Kuzey Suriye'deki Kürt varlığını yok etmek için savaşmak Türkiye'de kimin açlığını doyuracak, kimlere dirlik düzenlik, huzur sağlayacak?
Bu sorunun doğru cevabı, asgarî ücretin neden 22 bin 104 lirada kaldığını da açıklar.
"Ekmek yok, Emevi Camii'nde namaz verelim"
Asgarî ücretin açlık sınırının bile altında kalmasına öfke duymayan, tepki vermeyen yok. Koltuğu korumak için her şeyi göze almış olanlar geniş kitlelerdeki memnuniyetsizliği, tepkiyi bilmiyorlar mı? Biliyorlar. Ama ülkeyi felakete sürükleyecek savaşçı-fetihçi siyasetle açlık, yoksulluk, adaletsizlik arasındaki bağ kitlelerin bilincine yansımadıkça Suriye fatihi olarak görülmenin oya tahvil edilebileceğine güveniyorlar. Halka "Ekmek yok ama Emevî Camii'nde namaz verelim, doyarsınız," diyorlar. Yerseniz tabii…
Uzun lâfa, dolambaçlı anlatımlara gerek yok: uzun yıllardır bu topraklarda, on yılı aşkın süredir de başta Suriye'nin kuzeyinde sürdürülen savaşa, askerî müdahalelere harcanan meblağ trilyonlarca TL'yi, yüz milyarlarca doları aşmış durumda. Asya ve Afrika ülkelerine, oralarda nüfuz sahibi olmak için yapılan bilmediğimiz operasyonlara, bu türden müdahaleler için beslenen ÖSO varî yapılara harcanan devasa meblağlar da cabası.
Asgarî ücretin açlık sınırının altında kalmasının, bahşiş düzeyindeki emekli maaşlarının, derin yoksulluğun tek ve doğrudan nedeni savaş harcamaları değil kuşkusuz. Ancak; yandaş sermayeyi besleyen, mafyalara yol veren, yolsuzluğa, yalana talana batmış bir siyaset anlayışıyla zor bir ekonomik darboğazdan geçilmeye çalışılırken, kamu harcamaları savaşa değil üretken yatırımlara, emekçi kitlelere sağlanacak ek olanaklara, -yandaşlara iane gibi yardımlar yerine- sosyal devletin gereklerine ayrılsaydı başka bir Türkiye'de yaşardık.
Yayılmacı, savaşçı siyaset ve zihniyet her yerde, he zaman halkın yoksullaşmasına, adaletin yok edilmesine, özgürlüklerin kısıtlanmasına, iç barışın zedelenmesine yol açar.
Bugün Türkiye'de gerçek açlık ve derin yoksulluk varsa, ekonomiyi düzeltmenin yöntemi halkın ümüğüne basmak olarak görülüyorsa, adaletin "a"sından söz etmek olanağı kalmamışsa, fikir ve ifade özgürlüğü rafa kaldırılmış anayasanın sayfaları arasında kaybolmuşsa bunun savaşçı, yayılmacı, güvenlikçi "devlet aklı" (veya akılsızlığı) ile bağlarını görmek zorundayız.
Türkiye demokrasi güçleri ve başta CHP siyasal muhalefet bu gerçeği görüp kitlelere anlatamadığı sürece Erdoğan'ın Bahçeli destekli tek adam rejiminden kurtulmak kolay olmayacak. Kaynamayan tencerenin yarattığı öfkeyi, fetih rüyaları ve Emevî Camii'nde namaz gösterileriyle bir süre daha susturabilirler.
CHP, açlık sınırının altında kalan asgarî ücrete karşı miting yapıyor, güzel. Ama mitingin ana sloganı "Savaş değil aş" olmadıkça, aradaki bağ kitlelere anlatılmadıkça, "fetih değil adalet ve eşitlik" denmedikçe yokluk, yoksulluk, adaletsizlik, ayrımcılık, toplumsal çürüme perçinlenerek, derinleşerek sürecek.
Halkın yalanlarla, boş hayallerle, sahte umutlarla kandırılmasına geçit vermemek için bu bağı anlatmanın tam zamanı. Atı alan Üsküdar'ı geçmeden önce...
Savaş değil aş.
Oya Baydar kimdir?
Oya Baydar, subay bir baba (Ahmet Cevat Baydar) ve Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden Behice Hanım'ın kızı olarak 3 Temmuz 1940'ta İstanbul / Kadıköy'de doğdu. Politik mücadele yıllarında içinde bulunduğu yapılara karşı da eleştirel bakışını esirgemeyen açık sözlü tavrıyla özgül bir etki yaratan; görüş, eleştiri ve önerileri her kesimde takip edilen yazar, Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'ni bitirdi.
Edebiyat hayatına esas itibarıyla 17 yaşında lise öğrencisiyken yazdığı ve Hürriyet gazetesinde tefrika edilen Umut Yolu adlı romanla atıldı. Françoise Sagan'ın Bonjour Tristesse romanından etkilenerek kaleme alınan bu roman, gazete tarafından ismi değiştirilerek Kalbimin Aradığı Erkek adıyla basıldı ve Baydar çok genç bir yazar olarak gazetedeki ilanlarda "Türkiye'nin Sagan'ı" olarak tanıtıldı. Baydar, gazete sayfalarında kalan bu romanını daha sonra kitap halinde yayınlamadı.
1960'ta lise son sınıftayken -kendisine okuldan atılma sıkıntısı da yaşatan- Allah Çocukları Unuttu romanını yayımladı. Baydar'ın ikinci romanı Savaş Çağı Umut Çağı (1963), ilk basımından yaklaşık 40 yıl sonra, 2010'da Savaş Çağı Umut Çağı: Bir Yirmi Yaş Güncesi adıyla yeniden yayımlandı.
Biri tefrika olarak Hürriyet gazetesi sayfalarında kalan, diğer ikisi ise kitap halinde basılan bu üç romanın ardından Oya Baydar, gazetecilik ve politik mücadele içinde geçen yaklaşık 30 yıl edebî eser kaleme almadı.
Hürriyet gazetesinde tefrika edilen romanından aldığı telif ücretiyle Paris'e gitti, orada sosyalist çevrelerle iletişime geçti. Paris'te kurduğu iletişimin etkisiyle sosyoloji okumaya kadar verdi.
1960'ta girdiği İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü 1964 yılında bitirdi. Aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve "Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu" konulu doktora tezine başladı. Doktora tezinin Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, öğrenciler bu olayı protesto etmek için üniversiteyi işgal ettiler. Bu olay Türkiye'de ilk üniversite işgali eylemi oldu.
1966'da Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. Bir süre, ABD'de Columbia Üniversitesi'nde, sosyal bilimlerde istatistik yöntemleri konusunda çalıştı. 1969-70 arası Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde asistanlık yaptı.
Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye'nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960'larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif oldu. Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik (1970-71) dergisinin kurucuları arasında yer aldı.
12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye İsçi Partisi (TİP) üyesi olduğu için tutuklandı ve üniversiteden çıkarıldı.
Bu dönemde Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı (1972-79). Eşi Aydın Engin ve Yusuf Ziya Bahadınlı ile birlikte İlke dergisini kurdu ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin (TSİP) kuruluşuna katıldı.
Yazılarıyla ilgili olarak hakkında eski Türk Ceza Kanunu'nun 312, 142 ve 159. maddelerinden 30 dolayında dava açıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında bulunduğu Almanya'dan Türkiye'ye dönemedi ve 12 yıl boyunca Almanya / Frankfurt'ta siyasi göçmen olarak yaşadı. Bu yıllarda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, Sovyetler Birliği'nde, Moskova'da bulundu.
Baydar, sürgün yıllarının ardından 1992'de Türkiye'ye döndü. Tarih Vakfı ile Kültür Bakanlığı'nın ortak yayınları olan "İstanbul Ansiklopedisi"nde redaktör, "Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi"nde yayın yönetmeni olarak çalıştı.
Yeniden döndüğü edebiyatta ardı ardına yayımladığı öykü ve romanları ile çok sayıda ödül kazandı. Elveda Alyoşa ile 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, Kedi Mektupları adlı kitabıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı romanıyla 2001 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Erguvan Kapısı'yla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü, Çöplüğün Generali romanıyla TÜYAP Kitap Fuarı'nda 2009 yılı Dünya gazetesi yılın telif kitabı ödülünü aldı.
İtalyan Carical Vakfı tarafından verilen "Akdeniz Kültürü Ödülü"ne 2011'de Hiçbir Yere Dönüş adlı romanıyla Oya Baydar layık görüldü.
Sıcak Külleri Kaldı romanı ile de 2016 yılının Fransa / Türkiye Edebiyat Ödülü'nün de sahibi oldu.
2001'de Türkiye Barış Girişimi'nin kurucusu ve sözcüsü olan yazar, aynı zamanda PEN Yazarlar Birliği üyesi.
Kitapları 23 dilde yayımlanan Oya Baydar, kuruluş günlerinden itibaren T24'te köşe yazıyor, İstanbul'da ve Marmara Adası'nda yazmayı sürdürüyor.
ESERLERİ
Roman
- Allah Çocukları Unuttu (1960) - Savaş Çağı Umut Çağı (1963) - Kedi Mektupları (1997) - Hiçbiryer'e Dönüş (1999) - Sıcak Külleri Kaldı (2000) - Erguvan Kapısı (2004) - Kayıp Söz (2007) - Çöplüğün Generali (2009) - O Muhteşem Hayatınız (2012) - Yolun Sonundaki Ev (2018) - Köpekli Çocuklar Gecesi (2019) - Yazarlarevi Cinayeti (2022)
Deneme
- Surönü Diyalogları (2016)
Öykü
- Elveda Alyoşa (1991) - Madrid'te Ölmek - Mırınalı Madride (2007)
Anlatı
- Bir Dönem İki Kadın: Birbirimizin Aynasında (Melek Ulagay ile, İstanbul 2011) Yetim Kalacak Küçük Şeyler (2014) - Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk - Oya Baydar ile Nehir Söyleşi (Ebru Çapa ile, 2018) - 80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri (2021)
|